Nedim Gursel – Bozkirdaki Yabanci

Yüzyılımızda evrenin anlamsızlığını araştıran yazarların varlığı hiç kuşku yok çağdaş edebiyatın önemli dönemeçlerinden birini oluşturur. Bu “anlamsızlık”tan acımasız, acımasız olduğu ölçüde de trajik bir yapıt çıkardı Kafka. Camus ise bu trajik boyut karşısında bireyin tavrını ortaya koymayı denedi. “Saçma” kavramının düşünsel temelinde evrenin anlamsızlığı anlayışı yatar. Mersault, bir an olsun acı çekmez hücresinde, çünkü o evrene yabancıdır. Burada amacım anlamdan yoksun bir evrende insanlık durumunu irdeleyen Camus’nün Yabancı’sından söz etmek değil. 1942’de yayımlanmış olmasına karşın önemini günümüzde de koruyan ve çağımızın düşün serüvenini kavramada bize hâlâ ışık tutan bu romandan söz ediyorsam, bir başka romanla, köy gerçekliğinin başlıca yapıtlarından sayılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ıyla aynı adı taşıdığı içindir. Yakup Kadri, Batı Anadolu kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1889’da Kahire’de dünyaya geldi. 1920’de Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra onu 1923-1934 yılları arasında Büyük Millet Meclisi’nde önce Mardin, sonra Manisa milletvekili olarak görüyoruz. Kadro hareketinin içinde yer aldığı için Kemalist yönetimle arası açılınca Tiran’a elçi olarak gönderildi (1934). Bu görevini Prag, Lahey ve Bern (1942) büyükelçilikleri izledi. Emekliye ayrıldıktan sonra Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptı. Yeniden milletvekili seçildi. 1974’te öldüğünde ardında çok sayıda roman ve anı yazısı bıraktı.


Kemalist devrimlerin ateşli bir savunucusu olan Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanı 1932’de yayımlandı. Yazar kendisiyle doğrudan Fransızca yapılan bir konuşmada Yaban’ın, Camus’nün Yabancı’sından önce yayımlandığına dikkati çekerek bu adın romana uygun düştüğünü özellikle belirtiyor. – Romanınızın Fransızca çevrisinin Yabancı (l’Etranger) başlığıyla yayımlanmasına ne dersiniz? – Bu terim yeterli değil bence. Türkçede “yaban”ın ek bir anlamı daha vardır, Eski Yunan’da “barbar” terimiyle ifade edilen bir anlam. Bilinen dünyanın dışında yer alan her şeye “yaban” denilebilir. Güvensizlik, hatta düşmanlık uyandıran bir sözcüktür. İtalyanca çeviriye Terra Matigna (Kötü Toprak) adını koydular. Doğrusu güzel bir ad. Anadolu toprağını çağrıştırıyor. Yabancı, Camus’nün çok tanınmış bir romanının adı. En iyisi çeviride de Türkçesini olduğu gibi bırakmak. [1] Yazarın isteğine uyularak romanın özgün adının bırakılması, Fransızca karşılığının ise ayraç içinde yazılması son derece isabetli olmuş. Yaban, Birinci Dünya Savaşı’nda sol kolunu yitirdikten sonra Haymana ile Sivrihisar arasındaki küçük bir bozkır köyüne yerleşen genç bir subayın öyküsünü anlatır. Ahmet Celâl adlı bu subay Müttefik kuvvetlerince işgal edilen İstanbul’dan kaçmayı değil, büyük kentin aydın yaşamından uzaklaşmayı uygun bulmuş, emir erinin önerisini kabul ederek Anadolu’ya gelip Porsuk Irmağı kıyısındaki köye yerleşmiştir. Burada tuttuğu günlük, kırsal kesimle ilk karşılaşmasının, onu bir Yabancı gibi gören köylülerin içinde yaşadıkları dünyayı keşfinin ürkütücü boyutlara varan şaşkınlığıyla doludur.

Gerçekte romanın dokusunu da Kurtuluş Savaşı’nın en güç günlerinde tutulan bu günlük oluşturur. Sakarya Savaşı köyden birkaç kilometre uzakta cereyan etmekte, ne var ki cephede olan bitenler köy yaşamını hemen hemen hiç etkilememektedir. Romandaki olay zincirini görünüşte Ahmet Celâl ile Emine arasındaki aşk oluşturur. Ama yalnızca görünüşte. Çünkü romancının asıl amacı, kentli aydın ile Anadolu köylüsü arasındaki uçurumu anlatmak, buradan yola çıkarak Osmanlı Devleti’nin kendi alınyazısına terk ettiği köylünün nasıl içedönük, ne denli geri kalmış bir dünyada yaşayageldiğini, yüzyıllardan beri değişmeyen bu durumun ancak Kemalist devrim sayesinde değişebileceğini göstermektir. Ahmet Celâl, gözlemlemekle yetindiği bir dünyada bulur kendini; yoksulluğu, hastalığı ve umarsızlığı tanır. Yazar, Ahmet Celâl’in bakış açısından, yani ulusçu idealleri benimsemiş bir Osmanlı aydınının gözüyle köy gerçeğini yansıtır bize. Her şey Ahmet Celâl’i dışlamaktadır: doğa, köy ve köylüler. Hatta sevdiği kadın bile. Çünkü o “yaban”dır, Yakup Kadri’nin deyimiyle “halkın ruhu”nu anlamadığı için kendisinden korkulan, kabullenilmeyendir. Bu durum iyice yalnız kalmasına, toplumsal çevreden kopmasına yol açar: “Burada her şey bana karşı: toprak, su, çakıl taşları, insanlarla hayvanlar bile.” Camus’nün romanında Mersault, saçma bulduğu bir dünyada kendini Yabancı duyar. Ölüm karşısında bile tepki göstermez. Ne romanın başında annesinin ölümü, ne de sonunda kendi ölümü ilgilendirir onu. Oysa Ahmet Celâl, Anadolu köylüleriyle birlikte yeni bir dünya kurmak amacıyla yola çıkan popülist bir aydındır.

Ne var ki bu özleminin acı gerçekler karşısında yıkıldığını görür: sevdiği halkın gözünde bir yabancıdır, kendisiyle diyalog kurmaktan kaçınılan, güven duyulmayan bir yabancı. Köyün kadınları o geçerken çarşaflarının ardına gizlenip başlarını öte yana çevirirler. Erkekler aralarından biri olarak görmezler onu, tam tersine ondan uzak durmaya çabalarlar. Köye felaket getirendir Ahmet Celâl, bir kurtarıcı değil. Bu durum, “öteki”nin ulaşılmazlığı, kendi içine kapanmasına, giderek kendinden başkasını dinlememesine yol açar. Ahmet Celâl’in bozkırda duyduğu, aç çocukların, yaşlılar ile hastaların iniltileri değil, kendi yürek vuruşlarıdır. Robinson’la, Hamlet’le özdeşleştirir kendini. Issız bir adada doğayla baş başadır. Yalnız ve bırakılmış, tek başına. Ahmet Celâl’in kendi ülkesinde bir sürgün olduğunu da söyleyebiliriz. Yine de aydınca bir Don Kişot tavrı içindedir. Şövalyeliği kimseye bırakmaz. Sevdiği köylü kadını Dulcinea gibi görür, onun “kaba elli, pis kokulu” olduğunu yazsa da. Romanda birbirine karşıt iki dünya vardır. Bir yanda Kemalist görüşleri ve Batı kültürüne bağlılığıyla Ahmet Celâl, öte yanda yoksulluk içinde yaşayan ve durumunun bilincinde bile olmayan köylüler.

Ahmet Celâl, halka karşın halkı kurtarmak isteyen idealist aydının tipik bir örneğidir. Bu konumu, sonunda düş kırıklığına sürükler onu. Çünkü halk ne kurtulmak istemekte, ne de ulusal savaşa katılmak için çırpınmaktadır. Halkın istediği, düzenin sürüp gitmesi, ürünlere zarar gelmemesidir yalnızca. Burada Yakup Kadri’nin emperyalist güçlere karşı halkın direnme gücünü göz ardı ettiğini, Kurtuluş Savaşı’nı asker-bürokrat bir kadro öncülüğünde halk kitlelerinin gerçekleştirdiği tezine katılmadığını öne sürebilir miyiz? Sanmıyorum. Yazarın asıl amacı, kendisinin de öncüleri arasında yer aldığı Kadro hareketinin, Kemalist devrimleri daha köktenci bir çizgiye oturtmasını sağlamak, bunun için de halkın olası tepkilerini önceden eleştirmektir. Aslında köylülüğe bürokrat kafasıyla yaklaşan, sivil topluma değil devlete güvenen tipik bir Kemalist aydın tavrı içindedir Yakup Kadri. Kadrocuların gerçekleştirmek için çabaladıkları toprak reformunu devletçi bir anlayışla savunurken, halkı da her türlü gericiliğin, bağnazlığın nedeni olarak görür. Ahmet Celâl’in köylülüğe bakışını işte bu anlayış temellendirmekte, yazarın gözünde Türk köylüsü ile Türk aydını arasındaki uzaklık, ikincinin birinciye müdahalesiyle ortadan kaldırılmak istenmektedir. Buysa, günümüzde epey tartışma götürür bir bakış açısıdır. Ülkenin kalkınmasına en büyük engel, gerici güçlerin din kisvesi altında Kemalist devrimlere karşı koyması, cahil halkı da kolayca kandırabilmesidir. Tipik üçlü (imam-ağamuhtar), baskının, giderek sömürü ve sınıf savaşımının değil, gericiliğin simgesi olarak karşımıza çıkar. İşbirliği yapan, umulmadık bir dayanışma gösteren bu üçlünün karşısında laik ve Kemalist aydın, adından da anlaşılacağı gibi, “aydınlık”tan yanadır, ama ne yazık ki yalnızdır. Yaban, ilerde yazılacak köy romanları için bir model oluşturmuş, ilerici aydın ile tutucu güçlerin çatışmasını, ağamuhtar-imam üçlüsü ile öğretmen-yoksul köylü-eşkıya üçlüsü arasındaki ülküsel çelişkiye indirgemiştir. Gerçekte bu kadar şematik olmaması gereken bir olgu, daha karmaşık bir yapıdır köy dünyası.

Bu dünyanın edebiyata yansıması elbette başka bir yazının konusu, bu önsözün değil. Biz Yaban’a dönelim yeniden. Ahmet Celâl, Anadolu’da “çorak ülke”de, bir çeşit no man’s land’de yaşar gibidir. Bu çoraklık maddi olduğu kadar manevi boyutlara da sahip, kimi kez simgesel bir mekâna dönüşür. Ne bir dayanak noktası, ne de varılacak bir menzil vardır: Lâkin, bu köy; bir çöl ortasında, bir konak kadar bile yüreğime emniyet vermiyor. Bir konak, mesafe içinde bir hareketi gösterir. Bugün, burada iseniz, yarın bir vahanın kenarına erişeceksinizdir. Öbür gün, bir büyük nehrin suları sizi karşılayacaktır. Halbuki, Orta Anadolu’da, bir köy, donmuş bir konaktır. Burada mesafe sizi yutmuştur. Siz, mesafe içinde, dehşetten donmuşsunuzdur. [2] Evet, mesafenin yuttuğu kentli insan. Bu insanın konumunu, doğa içindeki yerini elbette coğrafya belirlemektedir, ama simgesel bir coğrafya, yani öznel, yazarın bakışıyla sınırlı bir mekân anlayışı. Yine de, romandaki çoğu betimlemenin gerçekçi özellikler de taşıdığını öne sürebiliriz. Ne var ki bu gerçeklik görünüştedir.

Temelde, roman kahramanının içselliğini, ruhsal yalnızlığını dışa vuran görüntülerdir söz konusu olan. Sanki Ahmet Celâl’in ruh durumunu yansıtmak için kaleme alınmış gibidirler. Yaban, Türk aydınının köye bakışını temellendiren bir roman değildir yalnızca, bu bakışın öznesi olan aydının suçluluk duygusunu, “vicdan azabı”nı da dile getirir. Köylüleri alın yazılarına terk ettiği için kendini suçlamaktadır Ahmet Celâl. Anadolu’nun bu kuş uçmaz kervan geçmez köşesinde yaşamayı seçtiği için bilinçdışı bir tür haz bile duyar. Diri diri gömmüştür kendini, suçluluğunu dengeleyen bir konumda yapayalnız, ama rahattır. Bir süre sonra bu konumundan sıyrılma çabası içinde görürüz onu. Köylülerle ilişki kurmak ister. İster ama, nedense, bir türlü başaramaz bunu: Bir gün… bir gün, onlara, ispat edebilecek miyim ki ben bir “yaban” değilim. Benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır. Aynı dili söylemekteyiz (…) Lâkin hangi sözler, hangi gözlerle, hangi seslerle. (…) Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk “intelektüel”i, Türk okumuşu, Türk ülkesi denilen, bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip münzevidir. [3] Türk aydını ile Anadolu köylüsü arasındaki uçurumu roman boyunca sürekli gündeme getiren Yakup Kadri, bu durumu tarihsel koşulların bir sonucu olarak değil de, daha çok, Osmanlı aydınının bir hatası olarak görür. Cumhuriyet yönetiminin azgelişmişlikten kurtarmaya çabaladığı ülkenin içinde bulunduğu durumdan tek sorumlu, halktan uzaklaşmış Osmanlı aydınıdır sanki. Aynı siyasi alın yazısının, yani Kemalist bir yaklaşımla “ulusun kader birliği”nin onları birbirlerine yaklaştırması, hatta kenetlemesi gerektiğini düşünür.

Bu yaklaşımda sınıf savaşımına, toplumsal çelişkilere yer yoktur elbet. “İmtiyazsız ve sınıfsız” bir kitlenin kader birliği inancı vardır. Türk aydınını suçlarken ne tarihsel koşulları, ne de Osmanlı toplumundaki sömürü olgusunu ön plana çıkarır. Yaklaşımı popülist, yalınkat, ama oldukça etkileyicidir: Bunun sebebi, Türk münevveri, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu, bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işleyemedin. Onu, behemiyetin, cehlin ve yoksulluğun ve kıtlığın eline bıraktın. [4] Yaban’ın yayımlanmasından çok değil, on beş yıl sonra bu yaklaşım tamamen aşılacak, kapitalist üretim ilişkilerinin tarım kesimindeki gelişimine koşut olarak, halk-aydın çelişkisi sınıfsal bir temelde ele alınmaya başlanacaktır. Yaban, Türk aydınının “ilk günah”ını dile getirir bir bakıma. Bu durum halkı azgelişmişlikten kurtarma çabalarıyla değil, ona siyasal bilinç verme girişimleriyle Marksçı bir nitelik kazanacaktır 1960’lı yıllarda. Yakup Kadri’nin, Türk köylüsünü aşağıladığı suçlamalarına verdiği bir yanıtta belirttiği gibi, Yaban ne “gerçekçi”, ne de “objektif” bir romandır. Bu özelliklerinden önce gelen, Ahmet Celâl’in iç dünyası, yaşadığı çevrenin simgesel boyutlarıdır. Bu bakımdan yeniden, kahramanın bakış açısını ön planda tutarak başka bir gözle okumalıyız Yaban’ı.

Belki o zaman bir yabancının Anadolu bozkırında yankılanan çığlığını daha yakından duyabiliriz. 1985 “İçimizdeki Şeytan” [1] İçimizdeki Şeytan Sabahattin Ali’nin en iyi yapıtı değil belki, ama romancılığında bir dönemeç olduğu söylenebilir. Gerçekte bir uzun öykü olan Kürk Mantolu Madonna ve kanımca en başarılı romanı Kuyucaklı Yusuf gibi İçimizdeki Şeytan da, özünde bir aşk romanı. Kürk Mantolu Madonna’da Raif ile Maria Puder arasında Berlin’de, Kuyucaklı Yusuf’ta Yusuf ile Muazzez arasında kuytu bir Anadolu kasabasında yaşanan aşk, burada yerini 1940’ların İstanbulu’nda, Ömer ile Macide’nin ilişkisine bırakır. Yazar anlatının odak noktasına koyduğu ve giderek kendi kişiliğiyle özdeşleştirdiği (uyumsuz, hırçın, aylak, ama öte yandan da duygusal, zeki, coşkulu, içinde iyilikle kötülüğü aynı anda barındıran) üniversite öğrencisi Ömer’de (İstanbul Üniversitesi’nin felsefe bölümüne kayıtlı olmasına rağmen geçinebilmek için postanede çalışmakta, dersleri izleyeceği yerde dönemin aydın geçinen Türkçüleriyle dolaşmaktadır) XIX. yüzyıl gerçekçiliğinden, özellikle de, Dostoyevski’nin romanlarından esinlenen bir karakter yaratmaya kalkışır. Macide, bir bakıma onun karşıtı gibidir. Taşradan gelmiş, sade, akıllı, sağduyulu, ne istediğini bilen, irade sahibi bir genç kız konumundadır. Konservatuvarda öğrenim görmesi onu belki benzerlerinden ayırır, ama yoksulluk içinde yaşadıkları için “evinin kadını” olmasını da önlemez. Öte yandan, Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u gibi suça eğilimli Ömer’i, Sonya rolüne soyunarak kurtarmaya kalkışmaz. Tam tersine, “içindeki şeytan”dan tek başına kurtulup yeni ve daha güzel bir hayata başlamak isteyen Ömer’in de telkiniyle, eskiden yakınlık duyduğu Bedri’ye gider. Sonunda birbirlerinden ayrılmaya mahkûm Ömer ve Macide’nin ilişkisinde Sabahattin Ali yalnızca “iyilik ve kötülüğün” yüzeysel bir tanımlamasını yapmakla yetinir, roman kahramanlarının dünyasını derinlemesine psikolojik çözümlemelerle yansıtmaz. Örneğin okur nezdinde pek de inandırıcı olmayan Ömer’in şu sözleri dengesiz davranışlarının, kararsızlığının, iradesizliğinin, hatta varoluşsal bir özellik taşımayan can sıkıntısının tek gerekçesi gibidir: Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki… Bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız.

Ne var ki, romanın sonlarına doğru içinde bir şeytan olmadığının, yazar tarafından pek derine inmeden verilmeye çalışılan, örneğin bizi bir Golyatkin kadar etkilemeyen “çift kişiliği”nin gerçekte tembellikten kaynaklandığının farkına varır. İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? (…) İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir