Halide Edib Adıvar – Anilar

ANLATACAKLARIM basit şeylerdir. Türkün ateşle imtihanı sırasında, o mücadelede yer almış olan Türklerin ve düşmanların gençliği gelecekte bunu okuduklan zaman, birbirlerinin kanına girdiren düşmanlık perdesini yırtacak, göz göze gelecek, o eski kin ve nefret yıkıntısının üstünde bir insanlık ve banş dünyası kuracaklardır. Nasıl Sinekli Bakkal’ı anılarımın birinci cildini önce İngilizce, sonra Türkçe yaz-dımsa, anılarımın ikinci cildi olan ve 1918′-den 1923 sonralarına kadar Kurtuluş Savaşını içine alan Türkün Ateşle İmtiham’nı da önce İngilizce, sonra Türkçe yazdım. Bunların hiç biri tercüme değildir, fakat bazı-yerleri biraz kısa, bazı yerleri biraz uzun olmakla beraber, öz itibariyle aynıdır. Bu anılar, Kurtuluş Savaşını hazırlayan zihniyetin, başka başka yönlerden, lehte ve aleyhte olan bütün fertlerin, en çok bir ruh tahlilinden ibarettir. Gerçi başlıca olayları da içine alınmışsa da, bu anılar asıl, bütün bir memleketin, üç yıl sonunda İzmir’e nasıl önüne geçilmez bir sel gibi beraberce aktığını gösterir H.E.A. BÖLÜM I MİLLİ MÜCADELEYİ HAZIRLAYAN OLAYLAR 30 ekim 1918’den 19 mayıs 1919’a kadar Benim o günlerde maddî ve manevi durumum, Mütareke imza edilip de İttifak kuvvetlerinin İstanbul’a girişiyle memlekette meydana gelen genel duygulardan başka değildi. Herkes gibi ben de, 1914’tan beri geçen olayların etkisiyle yorgun, şaşkın ve canımdan bıkkın bir durumdaydım. Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü. Fakat bu korkunç çöküntü altında ezilenler yalnız Birinci Büyük Dünya Savaşına Türkiye’yi sokan İttihatçılar değildi. Şurasını da eklemek isterim ki, o savaşa girsek de girmesek de İmparatorluğun devam edemeyeceğine, ben o günlerde de inanmıştım. Bununla birlikte geleceği görebilen bir politika izleyebilseydik, belki o günün ani ve korkunç akıbetine uğramazdık. Her halde o gün İmparatorluğun ölümü apaçık bir gerçekti.


14 TUKKUJN ATEŞUtJ Aslında bir yandan Türkiye’deki azınlıklar arasmda Batı devletlerinin yıllarca süren hazırlıkları olduğu kadar, Abdül-hamit devrinde başlayan muhtelif ve karşılıklı topluca öldürmeler, özellikle göç ettirmeler de bu sonucu bir gün getirecekti. Birinci Dünya Savaşının sonunda Rusya «hors de combat» yani savaş sahnesinin dışında kalmıştı. Bundan dolayı İngiltere, Fransa ve belki İtalya, zaferlerinin büyük kazançlarına adaydılar. İtalya payını, bir dereceye kadar, Avusturya’dan almıştı. Ötekiler, Osmanlı İmparatorluğunu nüfuz bölgelerine ayırarak, onların üstünde egemenliklerini yürütmek suretiyle paylarını almak istiyorlardı. Şurası bir gerçektir ki, Türkiye’de Müttefiklerin ahlâkça üstünlüğüne ve onların insan haklan, adalet gibi büyük sözlerine inanmış olanlar bile, bunları Türkiye’ye tatbik edeceklerinden emin değildiler. O günlerde Wilson’un on dört prensibi şamatayla ilân edilince, bütün dünyada büyük bir etki yaptı ve Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde, bağımsızlıklarına dokunulmayacağı sanısı belirdi. Bu görüşlere inanan Türk aydınlan Müttefiklerin hiç olmazsa, iki şeyden sakıhıcaklanna inanıyorlardı: Buuiardan birincisi şuydu: Türkiye’nin doğusunda ve batısında bir Ermenistan kurmaya girişmeyecekler. Çünkü, Ermeni göçürme ve toptan öldürmelerinden önce de buralarda Ermeni nüfusu en az % 2, en çok da % 20’yi geçmemişti. İkincisi: Yunanlılara Orta Doğuda yer vermeyecekler. Çünkü böyle bir girişimin bu iki millet arasında kanlı bir mücadele açacağı muhakkaktı. Eğer, Müttefikler bu iki şeyden kaçınmış olsaydılar, bugünüi] tarihi bambaşka bir biçimde gelişecekti. Büyük Savaşın sonunda Türkiye’deki milli duyguların bi lançosu çeşitli bakımlardan yapılabilir: Ben kendim, bu tarihte bambaşka şeylerle meşguldüm! Önce, Türk Ocağı’ndaki yeni yönetim kurulu üyesi sıfatıyle tu züğün bazı maddelerini değiştirmeye çalışıyordum (1). Üzerin (1) Özellikle Türk Ocağı’na Türk gelenek ve kültürünü benimsemiş ola azınlıktan da almak. Çünkü, Ocağın ırkçılığa kaymasına engel olmak istiyo^ dum.

Üye^ olarak almaya Ocağı kandıramamakla beraber. Comitas gibi s£J natkârlan davet ediyorduk. ‘ .tt.l.n,ş.Utli İMTİHANI 15 de en fazla çalıştığımız nokta, birkaç doktorla birlikte bir «Köycülük» kuruluşu meydana getirmekti (1). Mütakereden birkaç hafta önce, Talât Paşa kabinesi istifa etti. İzzet Paşa kabinesi Mondros’ta Amiral Galthorpe’la müzakereye girişti. İzzet Paşa ile Rauf Bey (o zaman bahriye nazırı) Türk temsilcisi olarak 30 ekim 1918’de Mütakereyi imzaladılar. Müttefik kuvvetlerinin İstanbul’a girişiyle bir kısım azınlıklar sokaklarda banş içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. Bu aralık ortada dolaşan dedikodulann en kuvvetlisi Senegalli askerler hakkındaydı. Ortada dolaşan bir söylentiye göre, sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını kesip akşam yemeği olarak yiyorlarmış. Tabiî bu bir söylentiyi aşmıyordu. Yalnız şu var ki, müttefik kuvvetleri, küçük bahanelerle, durmadan Türkleri tutukluyor, cezalara çarptırıyor ve bazen de Müttefik merkezlerinde fena halde dövüyorlardı.

Evler zorla sahiplerinin ellerinden alınıyor, içerdekiler dışanya atılıyordu. Müttefik tercümanların genellikle azınlıklardan olması, tabiî onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu. Bu durum özellikle kendi halinde yaşamaya alışmış olan İstanbulluları çileden çıkarıyordu. Fesler, kadın peçeleri yırtılıyor ve bütün bunlara karşı şehir halkı çok ağır başlı ve sakin davranıyordu. Burada şunu da eklemek gerekir ki, Türkler her türlü haksızlığı, hatta fenalığı affedebilirler, fakat onurlarına dokunulduğu zaman mesele bütün bütün değişir. Türk basını Müttefiklerin sansürü altında olduğu için, bu olaylar gazetelerde pek az yer alıyor ve bu yüzden abartmalı söylentiler ağızdan ağıza dolaşıyordu. (1) Bu fikri etkiliyen çeşitli şeyler vardı. Amerika’da Jane Addams’ın kurmuş olduğu Hull House çalışması; Edmond Desmoulin’in okulunun yayınlarını izleyen ve bir küçük hareket haline gelen fikir. Bu fikrin siyasal yanı yoktu. Bunu yapmak isteyenler yeni bir Türkiye kurmak amacı güdenlerdi. Çünkü 1908’den beri bütün irleme ve inkılâp taraftan olan partiler ve hükümetler, aşağı yukarı sırf üst tabakayla meşguldüler. Yeni Türkiye kurulabilmek için, çoğunluğu tarımla uğraşan köylüleri dikkate almak gerekiyordu. Bunu yapabilmek için, fertler arasında hayatlanm bu işe verecek idealistler gerekti. Bunu en fazla doktorlar istiyordu. İlk seçtiğimiz yer Tavşanlı’dır.

Dört doktor küçük sağlık merkezleri açarak işe başladılar. Bunlann ilk ikisi Hasan Ferit’le Reşit Galip’tir. Ib 1UKIYUJ.N Kolonel Heathcote Smythe, İngiliz genel karargâhının en güçlü kişisiydi. Bu adam bir gün İstanbul’un hapishanelerini teftişe gitmişti. Bizim o günkü hapishanelerimizin çok feci bir durumda olduğunu kabul etmek gerekir. Ne var ki buralara azınlıklar kadar Türkler de girerdi. Aynı zamanda buradaki mahpuslar arasında siyasiler yer almazdı. Daha çok adam öldürme ve diğer suçlardan oraya gelmişlerdi. Şurası dikkate değer ki, Türkiye’de hep siyasî suçlular idama mahkûm olmakla birlikte, adam öldürenlerin çok azı bu cezayı görürler. Kolonel azınlıklardan olan bütün mahpusları o gün hemen serbest bıraktırdı. Bunların arasında kendi ailesinden iki kişiyi öldüren bir Ermeni olduğu gibi, Tokatlıyan’ın önünde Hayri Paşa’nm oğlunu tabancayla sinsice vuran bir Rum da vardı. Bugünlerde Türklerin hiç biri silâh taşımamakla beraber Hıristiyanların hepsine silâh verilmişti. İşte bundan dolayı, özellikle Fatih ve Aksaray gibi büyük bir kısmı yangından harabeye dönmüş yerlerde çok acı olaylar oluyordu. Bu aralık, savaştan sonra her şeye karşı kayıtsız ve yeis içinde görünen Türk gençliğinde bir uyanma olduğuna dikkat ettim.

Bu devirde Ocak’ta geçen birkaç konuşmayı iyi hatırlarım. Birkaç subay İtilâf kuvvetlerinin böyle anarşiye elverişli bulunmalarına hayretlerini gösterdiler; birkaç sivil de bütün askerlerin aleyhinde bulundu. Bir tanesi, özellikle iyi hatırlarım, Batı medeniyeti denilen şeyin o zamana kadar daha insanî olduğunu söyledikten sonra bolşevizme karşı tek tampon olan bizlere bu muamelelerini çok şiddetle tenkit etti ve içlerinde insanlık olması bile kafalarında daha ileriyi gören bir zekâ bulunduğuna boşuna inanmış olduğunu söyledi. Halk arasında dolaşıp herkesi dinlerken, kadınların memleket meselesinde erkeklerden daha duygulu olduklarına inandım. Hepsi birden tehlikeyi anlamışlardı. Çünkü onlar, siyasal nedenleri anlamasalar bile, yurtlarının tehlikeye girmesine karşı hemen isyan ediyorlardı. Beyoğlu tarafındaki yüksek sosyete kadınları, İtilâf kuvvetlerinin bu hareketine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilâf subaylarını çağırarak onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı partiler veriliyor ve İtilâf ordularının subayları elde edilmek isteniyordu. Belki bu subayların TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHANI 17 üzerinde bir etki yapmışlardı. Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenmeyle son buldu. Ben kendim bu partilerden daima uzak kaldım. Daha çok, halk arasında dolaşıyordum ve görüyordum ki, çok konuşmamakla birlikte, Türk kadınları duygularını kudretle ifade ediyorlardı. Bu devre ait bu gibi sahnelere, en çok, tramvaylarda ve vapurlarda tanık olunuyordu. Bunların bazılarını anlatmak isterim. Buradaki azınlık kadınları özellikle en aşağı sınıftan olanlardı.

Bunlar daima ikinci mevki bileti aldıkları halde hep birincide otururlardı. Biz o zaman Bebek’te oturduğumuz için, İstanbul’a inerken çok zaman vapura binerdik. Bir gün, iyi hatırlarım, sarı’ esvaph bir kadın yan kamaraya gelerek kadınları ite kaka sıkışıp oturdu. Biletçi, biletinin ikinci mevki bileti olduğunu söylediği zaman «Ben İngilizlerle, Fransızların himayesindeyim, hiç bir zaman birinci mevki bileti almam», diye bağırıp bilet-, çiyi epeyce payladı. Biletçi gayet sakin bir şekilde: «İkinci mevki kamara da var, sizi oraya göndereyim», dedi. Kadın birdenbire azarak, (belki biraz da sinir hastasıydı) biletçinin yüzüne tükürmeye kalktı, yumruklarını kafasına indirmeye ve ağza alınmayacak küfürler savurmaya başladı. Ama biletçi onu yine de çıkardı. On dakika sonra, bir polis ve bir müfettişle içeriye girdi. Kadın bağırıyordu: «Biletçinin beni dövdüğünü söyleyiniz!» Müfettiş bunun doğru olup olmadığını kadınlardan nezaketle sorunca, aralarından iki üç kişi bir ağızdan: «Biletçiyi o dövdü» dediler… Müfettiş kadını dışarı çıkardı. Fakat herkes daha yerine oturmadan kadın yine geldi ve Rumca ağza alınmayacak küfürlere başladı. Aralarında Rumca bilen Giritli kadın heyecana geldi. Biraz sonra bütün kadınlar sövüşmeye başladı. Ben işin kötüye varacağını düşünerek dışarıya çıktım, müfettişi çağırdım. Bu sefer müfettiş kadını kolundan tuttu, sürükledi. Müfettiş, azınlıklardan olmasına karşın görevini yapmayı biliyordu.

Fakat çıkarken kadının tekrar dine, imana sövmesinden dolayı o zamana kadar bir köşede oturan bir ihtiyar kadın birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini oğ-P:2 18 TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHAINI dum, biraz kendine geldi, fakat durmadan ağlıyordu: «Oğlum ne der? Fransızların yanında irtibat subayı. Gayet nazik olduklarını söylüyor. Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın, dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir?» Ben bundan sonra hep ikinci mevkie, özellikle denize bakan tarafa gidiyordum. Birinci mevkideki bütün çekişmeleri çok soğukkanla seyretmiş olan ben, güvertedeki durum karşısında da çileden çıkmaya başladım. Burada, genelikle, siyah çarşaflı fakat peçeleri kalkık işçi kadınlar otururdu. Bir şey söylemezlerdi. Bana hep aralarında yer verirlerdi. Fakat bu dıştaki sessizliklerine karşın, Türk milletinin muhtemel sonunu en çok onların hissetmiş olduğunu sezdim. Bu Şirket vapurlarında, Bebek’ten gelirken, genellikle İtilâf kuvvetlerinin Boğaziçi’ndeki donanmalarının önünden geçerdik. Beni bu manzara o kadar sarstı ve belki de bunu yüzümde belli etmiş olacaktım ki, yanımdaki, eli işten katılaşmış bir kadın elimi tutup: «Bu da geçer» dedi. İşte bu etki altında, İstanbul’daki evime taşınmaya karar verdim. Bebek’te oturmamızın başlıca nedenlerinden biri küçük yaşta olan oğullarımın Robert College’e gitmeleriydi. Fakat, çocuklarımın İstanbul’dan Bebek’e gitmelerini tercih ede çek kadar irademi kaybetmiştim. Burada başka bir olay anlatacağım ki, bu, Türkü, bilinçal ti bir kuvvetle Kurtuluş Savaşına iten etkenlerden biridir.

Bu sefer, İstanbul semtinde, Eminönü’nden son tramvaya binerek ablamın evine gidecektim. Biletçi galiba azınlıklardandı. Sı raya bakmadan içeriye azınlıkları alıyor, Türk kadınlarını iti yordu. Vakit çok geçti. Sokak fenerinin altında duran ihtiyaı kadınların yüzlerinde, bana acı gelen bir şey vardı. Ben tramvaydaydım. Kapıya giderek bir ihtiyar kadını içeriye çektim ve yerimi ona vermek istedim. Biletçi buna o kadar kızdı ki, bile< kutusuyla beni itti ve sövmeye başladı. Ben daha ağzımı aç maya vakit bulamadan, erkeklerin oturduğu taraftan perd< açıldı ve kudretli bir ses öfkeyle bağırdı: «O kadına küfür et^ meyi bırak, yoksa vuracağım.» Döndüm, baktım. Uzun boyl şişman, orta yaşlı bir Türk Subayı idi. Eli pantolonunun c bindeydi. Orada da tabanca var mıydı, yok muydu bilmiyor— TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHANI 19 Fakat, bu kısa burunlu, büyük gözlü adamın yüzünü hiç unutmadım. Biletçi o kadar korkmuştu ki, polis çağırmaya bile cesaret edemedi. Tramvay İstanbul’un sessiz ve karanlık sokaklarından sessizce geçti.

Acaba kimdi? Bu acı ve felâket arasında, hiç bilmediği bir kadını korumak için, kendini tehlikeye atan bu adama karşı içimde sonsuz bir minnet uyandı. Türbe’-de tramvaydan indiğim zaman dizlerim titriyordu. Yenenlerin dar görüşü ve siyasetleri sonucunda meydana gelen iç durumumuza karşı hepimizin isyanı, aklı başında ve durumu anlayan bir Batılı ile konuştuğumuz zaman biraz değişirdi. Adalet duyguları olmasa, yalnız sağduyuları olsa, davranışlarını her halde değiştirirler diyorduk. Ben kendim, ırk ve din aynmına bakmadan şu şamatalı politika dünyasında hep insanların birliğine inanıyordum. Bu nedenle, Batılılar arasında bizim gibi düşünen birisini görünce, içimde bir umut uyanıyor, fakat çok sürmeden, sönüp gidiyordu. Bunların arasında ilk gördüğüm ve adını hatırlayamadığım bir İngiliz albayı vardı ki, onu Kız Koleji’nde, tarih öğretmeni olan doktor Miller adlı kadınla çay içerken görmüştüm. Makedonya’da savaşmıştı ve Türk köylüsüne karşı büyük bir sevgi besliyordu. Düşüncesinde hareketinde de bir Türkten farklı değildi. Geçici bir sükûn veren bir başka Batılı da Mister Philip Browne’di. Türkiye’ye mütakereden sonra, Amerikan temsilcisi olarak gelmişti. Anılarımın birinci cildinde, ben öğrenciyken bu adamın Robert College’de öğretmen olduğundan söz etmiştim. Kendisi aynı zamanda Başkan Wilson’un on dört maddelik prensiplerine inanmışlardandı. Türk olan her şeyi seviyordu. Dünyadaki anlayaşın yirmi milyon halka karşı aldığı tutuma karşıydı.

Mister Philip Browne 1908’den önce Damat Ferit Paşa’nın dostuymuş, 1918 aralık ayında Paşa’yı görerek Türk milleti adına durum almasını öğütlemiş. Abdülhamit devrinde liberal ve demokrat olan Ferit Paşa, şimdi yine Sultan Vahdettin’in kişiliğinde bir mutlakıyet kurmaya çalışıyordu. İleri görüşün en büyük belirtisini bu devirde Dr. Gates, bir yazıyla dile getiriyordu. Kendisi çok ateşli bir Hıristiyandı ve Ermenilerin can dostuydu. Durumu incelemek için Adana’ya ve çevresine giderek dolaştı. Döndüğü zaman, Ermenistan’ın 20 TÜRKÜN ATEŞLE IMT1HAJNİ bu kadar küçük bir azınlıkla Türkiye’nin güneyinde kurulamayacağını açıkça belirtti. Tabii buna karşı Ermeni basını çok şiddetli bir dil kullandı. Ne yazık ki, Dr. Gates gözlerini Paris’te hazırlanan banş konferansına dinletemedi Türkiye’yi aralarında paylaşmayı düşünen Batı politikacıları memleketimizin iç durumundan çok cesaret alıyorlardı. Hiç bir zaman Türkiye bu kadar parçalanmaya ve yok olmaya elverişli görünmemişti. Padişah kendine kuvvet verebilecek herhangi bir yabancı devletle birleşmek istiyor, özellikle İngilizlerin himayesi tarafını tutuyordu. Tarihimizde, aptal, sarhoş ve kötü padişahlara rastlanmamış değildir. Fakat Osmanlı hanedanından hiç biri sırf kendi kudreti ve rahatı için memlekette bir yabancı egemenliği istemiş değildir. Bununla birlikte, galip devletlerden biriyle işbirliği yaparak memleketi kurtarmak fikrinde olan vatanseverler de vardı.

Özellikle İttihat ve Terakki’nin muhalifi, olan İtilâf Partisi arasında aklı başında olduğu muhakkak insanlar vardır. Bu devrede padişah, Meclis’i kapatmayı düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa’yı elde ederek parmamentoyu kapatmak ve ardından bir «mutlakıyet» kurmak istiyordu. İzzet Paşa kabinesi düşüp de Tevfik Paşa kabinesi işba-> sına gelince, Meclisi kapatmak meselesi kuvvetle canlandı; Meclis’in çoğunluğu bu devrede İttihatçıydı ve savaşa girdik-i leri için, kamuoyu onların aleyhindeydi. Şurası gariptir ki, M let Meclisi olan bir memlekette o meclis ne kadar yanlış hareket ederse etsin, halk yine onu meclissiz hükümete tercih eder. İşte bundan dolayıdır ki, İtilâfçılarla İttihatçılar da halkın gözünden düşmüşlerdi. Tevfik Paşa Meclis’i kapattı. O devirde, Mustafa Kemal Paşa’yı sevmeyenler padişahın bu hareketini Mustafa Kemal Paşa’dan cesaret alarak yaptığını ileri sürdüler. 1926 nisanın’ da Mustafa Kemal Paşa’nın Milliyet gazetesinde yayınladığı anılarından bazı parçalarım almak doğru olur: Kendisi orada, Fındıklı’ya (Mebusan Meclisi binasına) ilk defa gittiğini ve mebuslarla konuştuğunu anlatır ve Tevfik Paşa’nın kabinesine güvenoyu vermemelerini tavsiye ettiğini söyler. Buna rağmen Tevfik Paşa’ya güvenoyu verilmiş ve cumai TUKKUM ATEŞLE İMTİHANI 21 günü Mustafa Kemal Paşa, padişahla konuşmuştur. Bu uzun konuşmadan söz ederken, Mustafa Kemal Paşa, padişahın ordudaki subay ve komutanların kendisine karşı olup olmadıklarını sorduğunu söyler. İstanbul’a birkaç gün önce dönmüş olan Mustafa Kemal Paşa böyle bir aleyhtarlığa neden olmadığını söylemişse de, padişah, böyle bir şeyin gelecekte de olup olmayacağını sormuş, Mustafa Kemal Paşa buna ne cevap verdiğim söylemiyor. Fakat, anlaşılan, padişahın, ifade etmemekle birlikte, gelecekte Mustafa Kemal Paşa’nın orduyu kendi aleyhine çevirmemesini sağladığı hissi uyanıyor. Bu konuşma bir saat sürmüş. Bu tarihi cuma günü, Mustafa Kemal Paşa ile konuşurken padişah, hekimi Reşat Paşa’yı Rauf Bey’e göndererek onunla da konuşmak istediğini söylemiş.

Rauf Bey o zaman Bahriye Nazırı değildi. «Benim durumum sorumlu bir adam durumu değil. Ben herhangi bir vatandaşım, Zat-ı haşmetlerine söyleyecek hiçbir şeyim yoktur. Fakat beni bir subay sıfatıyla görmek isterlerse, emrederler.» demiş ve gitmemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuşmasından iki gün sonra Meclis kapatılmış ve Mustafa Kemal Paşa da padişaha ordunun bu hareketi iyi karşılayacağını söylediği hakkında söylentilerin döndüğünü işitmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir