Halide Edib Adıvar – Çaresaz

Asıl adı Mediha’ydı, fakat karakteri, belki de hayatını etrafına vakfetmesi 1 dolayısıyla bütün mahalle ondan “Çaresaz” 2 diye bahsederdi. Erenköy civarında bir ilkokul öğretmeniydi. Hoşkadem Bacı adlı bir zenci kadının iki odasından birinde otururdu. Erkek-kadın bütün mahalleliler ona selâm verir, onu görünce yüzlerinde bir muhabbet 3 havası eserdi. Ne kadınlarda bir kıskançlık ne de erkeklerde bir ihtiras 4 sezilirdi. Güzel miydi? Belki dikkati çekecek derecede değil. Çirkin miydi? Hiç de değil. Orta boylu, muntazam5 vücutlu, ne fazla zayıf ne de şişmandı. Kıyafeti zamana uygun ama süslü ve gösterişli değil. Oturduğu odada, pek de öyle bir tek odada oturan bir kimsenin vaziyeti 6 yok gibiydi. Penceresindeki perdenin tülleri kıymetli, perdenin kendisi krem renginde halis 7 ketendi. Yerde kıymetli bir halı, köşede bir sedir, yanında rahat bir koltuk, duvarda epeyce yüklü bir kitaplık, ortada bir masa – üzerinde yazı yazılır, belki çay içilir, yemek de yenir. Kitapları arasında birçok çocuk ve hayvan hikâye kitapları, tarih ve edebiyata ait batı dillerinden tercüme edilmiş şaheserler de vardı. Bunlar arasındaki kitaplara bakıp onun bu dilleri bildiğini tahmin edebilirdiniz. Okulda çocuklar ona tapınır.


Gerçi hiç birine yüz vermez, kimseyi şımartmazdı ama, hiddet ve şiddet de göstermezdi. Her dersi şüphesiz dikkatle hazırlar, her çocuğa da durumuna göre bir sual 8 sorardı. Aralarında hastalık eseri gösteren olursa, hemen ilgilenir, çocuğu alır evine kadar götürür, gerekirse doktor da çağırır, çocuk iyileşinceye kadar onunla meşgul olurdu. Okuldan döndüğü zaman kollarını sıvar, mutfakta yemeğini hazırlardı. Gerçi odayı tuttuğu zaman Hoşkadem Bacı’nın yemek pişirmesi de kararlaşmıştı. Ama Bacı gündüz çalışmaya gidiyor, akşamları eve döndüğü zaman da ekseriya 9 Mediha Hanım’ın yemeğine ortak çıkıyordu. Mediha Hanım kendi yemeğini bir tepsiye koyarak yukarıya çıkarır, bir yandan yemeğini yerken öte yandan ertesi günün dersini hazırlar, sonra da çok sevdiği hayvan ve çocuk hikâyeleri yazarak bir tarafa koyardı. Bunları yazarken neşelenir, gülerdi. “Kuyruksuz Sıçan”, “Hortumlu Padişah”, “Zavallı Tavşan” bunlardan üçünün ismiydi. Mediha Hanım’ın çocukluğu ve gençliğinin başlangıcı çok garip geçmişti. Babası Selim Bey, Abdülhamid devrinde, Kilercibaşı’nın 10 yanında mühim bir mevki sahibiydi. Sarayın yüksek fikirli adamlarıyla arkadaşlık ederdi. O zaman Yıldız’da oldukça büyük bir de ev edinmiş ve orada Emine Hanım isimli iyi bir aileden güzel bir kadınla evlenmişti. Ne yazık ki, evlendiği sene Abdülhamid tahttan inmiş, sarayda bazı değişiklikler olmuş, Selim Bey de açıkta kalmıştı. Karısı beş altı yıl sonra Mediha’yı doğurdu, sonra da çok yaşamadı.

Selim Bey’in geliri olmadığından, ilk yıllarda nesi var nesi yok sarfetmiş gibiydi. Yanlarında bir de hizmetçi vardı. Selim Bey komşulara, kendisini görmeye gelenlere eli açık davranır, nesi var düşünmeden sarfeder dururdu. Küçük Mediha beş yaşına geldiği zaman, Selim Bey hizmetçiyi savmaya mecbur oldu. Mediha’yı altısında bir ilkokula yazdırdı. Çocuğu kendisi götürür, getirirdi. Onu okula bıraktıktan sonra önce evi toplar, yemek pişirir, sonra da kollarını sallaya sallaya dışarı çıkar, dolaşır, gözleri Yıldız Camii’ nde, cuma günlerini, selâmlık merasimlerini 11 düşünür, vaktiyle orada görüştüğü adamları, Kilercibaşı’nın yanındaki durumunu, faaliyetini hatırlardı. Küçüğü okuldan eve getirip karnını doyurduktan sonra elini yüzünü yıkatır, dersleriyle meşgul olurdu. Kendi mevkiinde bir adamdan umulmayacak kadar büyücek bir kütüphanesi vardı. En çok tarihe meraklıydı. Geceleri, küçük uyuduktan sonra, batı ediplerinin 12 tercüme eserlerini okurdu. Aynı zamanda bu kitaplar arasında eski devirlerden kalma masal kitapları ve şiirleri de okurdu. Kendisi de bazan şiir yazmaya çalışır, fakat pek başaramaz, bu uykusuz gecelerde hayvan hikâyeleri yazardı. Cuma günleri, bilhassa sabahları ve diğer günlerde kızı yatmadan önce ona tarihten ve bu masallardan bahsederdi. Küçük kız babasının açık ve hoş ifadesiyle memleketin tarihini, eski masal ve şiirleri âdeta ezberlemişti.

Bu vaziyet 13 , Mediha sekiz yaşına gelinceye kadar devam etti. Belki yalnızlık yüzünden, belki de karısının yokluğunu düşündüğünden akşamları biraz rakı içmeye başlamış, asabı da bozulmuştu. Rakıya, Rum komşularından, vaktiyle sarayda yanında çalışan Nikolaki Efendi’nin evinde içe içe alışmıştı. Çok geçmeden varını yoğunu satıp savmaya, hatta borca girmeye mecbur olmuştu. Gerçi evde ancak bir iki kadeh içerdi ama, cuma günleri küçüğü elinden tutup Ihlamur’a götürürdü. Orada, o günlerde sazlar çalınır ve bir küçük kulübe içinde rakı ve diğer içkiler, hafif mezeler satılırdı. Bu sazlarla birlikte okunan bir şarkı onu daima ağlatırdı. “Nihânsın dîdeden ey mest-i nâzım” diye başlayan şarkının son beyti, “Bana insan değil ağlar melekler” 14 onu bir gün bir çocuk gibi hıçkırtarak ağlatmıştı. Selim Bey ağladığı zaman, Mediha’nın etrafı seyreden gözleri birdenbire babasına döndü. Dizlerine ellerini sardı ve: — Babacığım, babacığım, acaba melekler de ağlar mı, diye sordu. Selim Bey kızının ellerini bir eliyle yakaladı, başını arkaya çevirip, oraya yakın olan kulübeye seslendi: — Bana bir şişe rakı! Orada hizmet eden bir garson tepsi içinde kıymetli mezelerle rakı getirdi. Mezeler arasında havyar bile vardı. Selim Bey hiç su katmadan rakıyı üst üste çekmeye başladı. — Babacığım, babacığım, söylemedin, melekler ağlar mı? Âdeta dili dolaşmaya başlayan Selim Bey cevap verdi: — İnsanların haline bütün melekler ağlayabilir, tabiî şeytan müstesna 15 . — Şeytan da melek mi? — O, Cenab-ı Hakk’ın baş mabeyincisi 16 gibi mevkili bir melekti.

Fakat Allah insanı yaratıp da onu da cennete bağladığı zaman Hak Teâla’dan yüz çevirdi. Cennetten çıktı ve Âdem Baba’yı cennetten kovdurmaya muvaffak oldu 17 . — Nasıl, nasıl? — Havva anayı kandırdı. O ilk hatun da kocasına bilgi ağacından meyva yedirtti. İşte bugünkü halimiz, dünyanın kötülüğü o bilgi ağacından geliyor. — Şeytana Allah ceza vermedi mi? — Hayır. Şeytan cennetten çıktı, cehennemi kurdu. (Şimdi dili tamamen karışarak) Şeytan Allah’ın ters yüzüdür. Beni de ağlatan işte o. Bunu söyledikten sonra rakı şişesini kaldırarak, hepsini dikti. Mezeler de bitmişti. Artık Selim Bey’in söyledikleri hiç anlaşılmıyordu. Birdenbire ayağa kalktı, yürümek istedi. Garson koşarak geldi, hesap getirdi. İşte o zaman, Selim Bey cebinde bir mecidiyeden 18 fazla para olmadığını düşündü.

— Para çantamı evde unutmuşum, öbür cuma parasını veririm, dedi. Şimdi kulübe sahibi de gelmiş, öbür garsonlarla birlikte etrafını alarak yakasına yapışmıştı. Küçük ayağa kalkmış: — Babacığım, babacığım, diye bağırıyordu. Çocuğun da ağladığını sezen sarhoş Selim Bey, cebinden altın saatini çıkararak (karısından kalan son yadigârdı 19 bu): — Alın size rehin! dedi. Kulübe sahibi saate sarıldı. Selim Bey’i bıraktılar. Fakat o bir türlü gitmiyor, olduğu yerde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bereket versin, Nikolaki Efendi o aralık Ihlamur’a gelmişti. Hemen Selim Bey’in yanına koştu. Koluna girdi. Karısıyla birlikte onu evlerine doğru götürdü. Nikolaki Efendi çocuğu zil zurna sarhoşla bırakmak istemediği için Madam’ıyla 20 beraber yukarıya çıktı. Selim Bey’i soyup yatırdılar. Nikolaki Efendi dedi ki: — Merak etmeyin, Selim Bey, ben parasını verir, saatinizi getiririm. İşte, o akşamdan sonra Selim Bey doktora ihtiyacı olacak kadar hasta olmuştu.

Esasen daha önceden beri, ta eski günlerdeki iyiliğinden dolayı Nikolaki Efendi, Selim Bey’e hayli para yardımında bulunmuştu. O günden sonra umumiyetle 21 evin masrafını Nikolaki Efendi yapıyordu. Madam da gündüzleri geliyor, artık yatağa düştüğü için bütün feryatlarına rağmen Selim Bey’e rakı vermiyordu. Bütün bunlara karşılık, Selim Bey evini eşyasını Nikolaki Efendi’ye terk eden bir senet yazdı. Akşamları Madam Nikolaki evine döndüğü zaman, Selim Bey’in yanında mesul 22 bir insan olarak sekiz yaşındaki Mediha kalıyordu. Geceleri bütün yük bu çocuğun üstündeydi. Babası uyumuyor, Mediha’yı ayakta tutuyor, o da babasına bir küçük ana şefkatiyle bakıyordu. Bu zan 23 [ile] koynuna giriyor, kollarını babasının boynuna sarıyor, ona ninni söylüyordu. Çocuğun güzel ve merhamet dolu sesi onu biraz teskin ediyordu 24 . Selim Bey, “Mediha Ana, Mediha Ana” diye diye nihayet uykuya dalıyordu. Nikolakiler, ev kendilerine terk edildikten sonra bu küçük kızı Rüştiye’ye 25 yolladılar, kendileri de evin üst katına taşındılar. Ne olur ne olmaz, mallarına sahip olmak istiyorlardı. Zavallıyı yatağa düştükten sonra kimsecikler aramaz olmuştu. Geceleri çocuğun çektiği eziyeti gördükten sonra Nikolaki Efendi, onu Üsküdar Koleji’ne 26 bulaşık yıkamak ve sair 27 işleri görmek karşılığında parasız yazdırdı. Çocuk bu devrede on bir yaşındaydı.

Eve hafta sonları geliyor, babasının yanına oturuyordu. Fakat Selim Bey hemen hemen bütün şuurunu 28 kaybetmiş gibiydi. Küçük Mediha bütün gece onun bazan Mestinaz, bazan Çaresaz, bazan da Emine diye feryadını dinler gözlerinden yaşlar akardı. Anlaşılan Mestinaz ile Çaresaz belki vaktiyle seviştiği iki saraylının adıydı. Babasını son olarak görmeye gittiği zaman, adamcağız çok fena bir vaziyetteydi. Hatta bir aralık: — Anne, sen geldin mi? Bana meme ver, diye bağırınca, bir çocuktan umulmayan bir zekâ ile gidip parmağını babasının ağzına koydu. O da parmağını eme eme uyuyakaldı. Bir ikinci tatilde geldiği zaman babası ölmüştü. Mediha Kolej’i on yedi yaşında bitirdi. Nikolakiler de son dostluklarını yaptılar. Tanıdıkları hatırlı insanlar vasıtasıyla onu Erenköy’de bir ilkokula öğretmen tayin ettirdiler ve Hoşkadem Bacı’nın bir odasını kiraladılar. Odadaki eşyaları ve kitapları da Nikolakiler ona hediye etmişlerdi. Aynı yıl, Nikolakiler Yıldız’daki evi satarak İstanbul’dan ayrıldıkları zaman Mediha yapayalnız kalmıştı. İşte o zaman burada çalışırken içindeki “dertlilere deva, hastalara şifa” insiyakı 29 arttı. Size başta sözünü ettiğimiz Mediha bu devirde komşuları tarafından Çaresaz ismini alacak kadar etrafıyla meşgul olmaya başladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir