Halide Edib Adıvar – Tatarcık

Köyde herkes onu Tatarcık diye anardı. Köy deyince sakın Anadolu sanmayın. Bu küçük yerin ora ile münasebeti sırf Boğaziçi’nin Vatan Semti’nde olmasından ibarettir. Adına da haydi Poyraz Köyü diyelim. Çünkü poyraza nazırdır. Fakat Karadeniz’e bakan harap ve modası geçmiş kıyı köylerinden herhangisi olabilir. Yani yer uydurmadır, hatta hikâyenin kahramanı da. Yalnız Tatarcık denilen kız kendi neslinden olan herhangi Türk kızının ayrı ayrı ve biraz da aykırı cephelerini nefsinde toplamış gene bir mahlûktur. 1 Evvelâ Tatarcık kızın köyünü tarif edelim: Karadeniz’le yüz yüze olduğunu söylemiştik. Hani, Boğaz’ın mavi ve nazlı suları, dolambaçlı, zarif, yeşil sahilleri arasından kıvrıla kıvrıla akar geçer de birdenbire darca bir geçide varır. İki tarafı şahane yüksek kayalı, kendi öbür tarafından karanlık boş bir su sathı görülen açık bir kapı. İşte Poyraz Köyü bu geçitle karşı karşıyadır. Onun için manzarası emsalsizdir. O kadar ki, vaktiyle parasının hesabını bilmeyen İstanbullular orada birer arsa edinmiş, üstüne eski biçim, fakat muazzam yalılar kurmuşlardır. Aklı az, parası çok, zevki olgun insanlar bütün bu zahmet ve külfeti yazın iki, hatta bir ayını geçirmek için ihtiyar etmişlerdir.


2 Çünkü, o devir kibarlarının hepsi İstanbul’da konak, Erenköyü’nde yahut Adalar’da köşk sahibiydiler. Tabiî olarak, o devir gelmiş geçmiştir yahut el değiştirmiştir. Binaenaleyh, 3 Poyraz Köyü’nün yalı sahipleri İstanbul’daki konaklarını, Erenköyü’nde yahut Adalar’daki köşklerini çoktan satmışlardır. Onlar bugün sadece, tıpkı karaya vurmuş antika çarpık meskenleri gibi karaya oturmuş bir sınıfın son bakiyesinden 4 ibarettir. Onlar şimdi bu köhne yurtların bir köşesinde sığınmış yaşar. Kışın tepelerinden damları akar. Döşeme tahtaları yamru yumru, evlerinin temeli denize kaymış, sofalar ve odalar bir tarafa çarpılmıştır. Neden burada yaşarlar? Evvelâ başka yerde yaşamaya kudretleri yoktur. Sonra burada zamanın icabı dans, kokteyl, çay davetleri gibi içtimaî 5 mecburiyetler ya yoktur yahut nadirdir. Hulâsa, 6 masraf edecek yer yoktur. Sonra bura sakinlerinin hepsi rahatsız köhne yalılarını Aksaray’da, Fatih’te üç odalı dar, fakat her rahatı yerinde ve işi az apartmana tercih eder. Çünkü hepsi, öldükten sonra gözü süprüntülükte kalan darbımesel 7 horozuna benzer. Allah kimseyi gördüğünden yâd etmesin. 8 Bu saltanat düşkünü zavallılar sırf falan yahut filan paşa yalısında diye adres vermekle hâlâ kendilerini dünyanın tepesinde, âleme burunlarının ucundan bakacak bir mevkide tahayyül ederler, 9 ve bu sefalet yuvalarında, medrese kovuklarına sığınan eski harikzede 10 yahut Balkan Harbi bakiyesi muhacirlerden farksız yaşadıkları halde hâlâ herkesten başka, içtimaî hayatın ta tepesinde olduklarına dair zihinlerinde bir kanaat vardır. Ve hepsi başkalarına sırf züğürt tesellisi gibi gelen, fakat onların samimiyetle inandıkları birtakım şairane laflarla vaziyetleri süsler, hayatlarının müstesnalığını 11 izah eder.

“Eski kibar, tabiî münzevi yaşar, çünkü onlar fikir sahibidir, kalabalığa uymaz… Hem nedir o efendim, pencerelerinde çocuk bezi asılı, merdivenleri soğan sarmısak kokan izbe apartmanlar! Nedir o efendim, bakkalın, çakkalın, kasabın bile tutabildiği kümes gibi dar, bayağı, pis yerler! Eski de olsa bizim yalıların bir üslubu var, adı sanı var, şahaneliği var… Cami yıkılsa da mihrabı yerinde kalıyor…” Kaş uçları kalkarak, gözler süzülerek, dudaklar bükülerek her yeni şeyin aşağılık, her köhneliğin kibarlık olduğunu size söyleyen bu adamların şuurlarının arkasında yeni şeylere karşı gizli olduğu kadar kudretli bir meyil vardır. Bu meyil, doğrusunu söylemeli daha çok kadınlardadır. İstanbul’a nadir inseler de mutlak arkalarında moda bir manto, başlarında yeni bir şapka görülür. İskarpinlerinin ökçesi birer karış, tırnakları kıpkızıldır. Calibe Hanım’a beş senede bir kostüm ısmarlayabilmek için selâmlığın kiremitlerini, limonluğun enkazını satar, hatta otuz senede bir defa berbere gidebilmek, saçını boyatabilmek için sandıkta sepette ne varsa Bedesten’e yollamıştır. Erkeklerin yaşlı kısmı, ya çoktan ölmüş yahut tekaüt 12 sınıfına girmiştir. Yalnız işten değil hayattan da elini eteğini çekmiş, umumiyetle sefir eskisi, vükela bakiyesi 13 hulâsa müzeye konulmuş tarihten birer heyuladır. 14 Hiçbiri İstanbul’a inmez. Esasen, inseler de, kılık kıyafetleri müsait değildir. Bir kısmı pantolonları yama yama olduğu için kahveye bile çıkmaktan vazgeçmiştir. Tekaüt maaşlarını almaya ya eski bir kalfa yahut karıları iner. Arkalarında güve yemiş birer kürk, içlerinde gecelik entarisi, başlarında takke, çıplak ayaklarında mercan terlik bir köşeye büzülür, divan şairlerini okur ve hava iyi olduğu günler de aşağı pencerelerde oturur, balık tutarlar. Eğer yalılarda halk sırf bu ihtiyarlardan ibaret olsaydı oradan bahsetmeye, ora hakkında hikâye yazmaya vesile bulunmazdı. Kuru kütüklerde bazan filiz sürdüğü, yeşillik belirdiği gibi burada da yeni hayatla münasebeti 15 olan genç bir nesil yetişmektedir. Bu köhne meskenlerin Kandilli Lisesi’ne, üniversiteye, hatta Arnavutköy Koleji’ne giden kızları vardır.

Erkek çocukları nasılsa çok çalışkandır. Her müsabakaya giren ve mutlak Avrupa’ya tahsile gitmeye muvaffak olan bir gençliktir. İnsanlar arasındaki fazla farkı ne yapıp yapıp tesviyeye 16 muvaffak olan gizli bir kuvvet bu düşkün semti gençlerinin omuzlarında kaldırmakla meşgüldür. Birkaç tanesi son zamanlarda oldukça dolgun maaşlara geçmiş, bu sayede birkaç yalıya da azıcık refah girmiştir. Fakat yeni hayatın içten içe buraya nüfuzuna rağmen bu köy kadar göze görünür şekilde eskiliğini muhafaza etmiş bir yer İstanbul’da hemen hemen yok gibidir. Maamafih henüz içten içe tesirini yapan yeni hayatın bir tek haricî alâmeti de son sene meydana çıkmıştır. Bu Bay Sungur Balta’nın yalısıdır. Sungur Balta, Poyraz Köyü’ne hariçten gelen bir tek yalı sahibidir. Eski ismi lâzım değil. Bu adam Millî Mücadele’nin ilk yıllarında nasılsa biraz karışmış, hatta kısa bir müddet için ilk Büyük Millet Meclisi’nde mebus bile olmuştur. Şimdi yeni zenginler sınıfının ileri gelen bir simasıdır. Nasılsa –belki vaktiyle çımacı çocuğu olduğu için– son zamanlarda balığa merak etmiş, burası vapurla geçerken gözüne ilişmiş, yıkık bir yalı arsasını almış, üstüne kübik planını kurdurmuştur. Bu yeni bina hakikat bu kıyıda göz alır ve bazılarına göre göze batar. Eğer böyle ücra ve modası geçmiş, cehennemin bucağında olmasa belki Büyük Harp senelerinde “Bulgur Palas”ın yaptığı dedikoduyu yapardı. Üslubu adından da anlaşılacağı gibi kübiktir.

Acı sarı, acı mor, acı kırmızı, acı yeşil boyalar sıra sıra evin yüzünü kaplar. Münasebetli münasebetsiz kuleler, girintiler, çıkıntılar ve hiç beklenilmeyen yerinde üstü camla kapalı acayip balkonlar vardır. Bakınca insan, mimarın burasını bir sıtma nöbeti arasında düşündüğüne hükmeder. Fakat bahçe çok güzeldir. Yaşları yüzü geçen salkım, çam, meşeler arasında binanın üslubuna uygun yeni bir bahçe meydana çıkmıştır. Mor menekşe kümeleri, sarı papatyalar, kırmızı sardunyalar, hulâsa, 17 her renk çiçek vardır. İşte Poyraz Köyü’nün lebiderya 18 tarafının görünüşü… Yani dış yüzü. Onun bir de iç yüzü vardır ki, o deniz üzerinde değildir, görmek için bu sıra yalıların arkasındaki yolu geçmeli, deniz üstündeki geniş, yıkık rıhtımlı caddeye varmalı ve yüzünü karaya çevirip yeşil yamacın dibine sığınan küçük mahalleyi tetkik etmeli. Yamaç Feridun Paşa’nın korusudur. Fakat onun yarısı öteki kıyı köye ve sahibi Poyraz Köyü’nün dış yüzü halkının sınıfına mensup olduğu için şimdilik ondan bahsetmeyeceğiz. Korunun araba alan sokağına bir kapısı olduğunu söylemek kifayet eder. 19 Sokağın bir taraf evleri Feridun Paşa Korusu duvarının altında, öteki tarafı karşısındadır. Sokak boyu otuz ile kırk binadan ibarettir. Karşı binaların arka pencereleri rıhtıma ve denize bakar. Duvar dibindekiler yalnız karşı evleri görür.

Burada oturanlar ekseriyetle tek atlı araba sürücüleri, birkaç küçük mütekait fukara memur, eski biçim bir iki ihtiyar münevver, 20 birkaç tane şeyh eskisi, bir de esnaf takımıdır. Bakkal aynı zamanda kasaptır da. Çünkü ahali nadir et yer ve bir kasabı geçindirecek kadar alışveriş yoktur. Ondan dolayı dükkânın bir tarafına ayda bir kesilen koyun asılır. Aktar aynı zamanda zerzavatçıdır. Eskici kendi evinde çalışır. Bir de kahve vardır. Daha doğrusu iki kahve. Biri sokağın içinde, öteki kıyıda çınarın altında, yazları beş on iskemle ile, birkaç masa, bir de çardaktan ibarettir. Son zamanlarda Bay Balta’nın burada bir eczane yaptıracağı, haftada bir kere halkı bedava muayene için bir de doktor getireceği söyleniyorsa da, bu şimdilik bir sürü dedikodu ile karışan bir rivayetten ibarettir. Fukara hâlâ hafif hastalıklarını ıhlamur, hatmi, papatya gibi tabiî ilaçlarla ve ağır hastalıklarını boynuz, şişe, sülük, hardal yakısı gibi yöntemlerle tedavi eder. Kesesine güvenen varsa doktor ve ilaç meselelerini İstanbul’dan yahut Üsküdar’dan temin eder. Tatarcık’ın köyünden sonra babasını bilmek lâzımdır. Çünkü bir kısım halk sırf babası Tatar olduğu için ona bu lakabı vermiştir. Mahut, 21 küçük ısırgan böceğe benzettiklerinden dolayı ona Tatarcık denildiği söylenirse de bu henüz tamamen halledilmiş bir mesele değildir.

Bizde “Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al” derler ve bu söz eskiden beri kızların analarına çektiğini ima ederdi. Fakat, bizim Tatarcık öyle pek atalar sözüne uyacak umumi örneklerden değildir. O kadar ki, köy halkı bin yıllık darbımeseli onun için değiştirmiş, “Babasına bak kızını al” demeye başlamıştır. Babası öldüğü zaman Tatarcık on üç yaşında idi, şimdi yirmi yaşındadır. Fakat onun bütün acayipliğinden, halka rahat vermeyen, bütün Poyraz Köyü halkının çenesini yoran hallerinden hâlâ mesul tutulan babasıdır. Köyün Feridun Paşa Korusu’na bitişik yamaçtaki küçük mezarlığında onun taşında “Osman Kaptan” yazılıdır. Fakat köy bu adama sağlığında –tabiî yüzüne değil– Tatar Osman lakabını vermişti. Denizciydi. Ömrünün son yılı müstesna, 22 bütün vakti denizde geçmişti. O kadar ki, Poyraz Köyü kahvesinde ağzından en çok işitilen cümle: “Beni kara tutuyor” cümlesiydi. Buna mukabil de kahve halkı o çıkar çıkmaz aralarında: “Herif nereye girse oradakileri deniz tutuyor,” derlerdi. Ve bu cümle onun komşuları arasındaki mevkisini iyi ifade ederdi. Yani hayatında etrafındakilerde rahatsızlık hissi uyandıran bir adam! Niçin? Bu, izahı kolay olmayan bir meseledir. Şahsiyet sırla dolu bir şeydir. Etrafına yaptığı tesir ne elle tutulur ne gözle görülür ne de lafla anlatılır.

Hulâsa, 23 Osman Kaptan nereye gitse orada soğuk bir hava eserdi. Hatta, mahalle kahvesinde en çok gürültü eden, yaşa hürmeti aptallık addeden 24 gençler bile, o girince seslerini bir perde alçaltırlardı. Gerçi, yeni gençlikten çok bizar olan, 25 genç ne yapsa tenkit eden efendi babalar Osman Kaptan’a bu tesirinden dolayı minnet duymaları lâzımdı. Fakat Poyraz Köyü’nde yaşlılarla gençlerin bir tek birleştiği mesele, Osman Kaptan’ın etrafına yaptığı bu soğuk ve rahatsız hava idi. Kaptan karada geçirdiği günlerde, arkasında el örmesi sarı ve kırmızı yollu bir fanila gömlek, kollar sıvalı, bacağında yelken bezinden bol paçalı bir pantolon, çıplak ayaklarında bir çift şıpıdık terlik dolaşırdı. Bu terlikler, çınarın altında oturup ayaklarını bir iskemleye koyduğu zaman çıkarılır atılırdı. Halkın en çok zıddına giden şeylerden biri de belki bu çıplak ayaklardı. Kısa, yassı, ökçelileri dar, parmakları iki yelpaze gibi açılan iki ayak, durmadan oynayan on parmak! Osman Kaptan’ın parmakları kımıldanmaya başlar başlamaz etrafı susar, ister istemez herkesin gözü onlara dalar. Nihayet herkes birer birer içinden “Allah müstahakını versin,” diyerek ayrılır gider. Yüzü hem çirkin, hem sevimsizdi. Çiçekbozuğu, fena sürülmüş bir tarlaya benzeyen koskocaman bir surat. Yanaklar şiş, burun inadına küçük, dudaklar kalın ve iki tarafından, eski Tatar minyatürlerini hatırlatan, çeneden uçları aşağı sarkan uzun sarı bıyıklar. Gözleri, belki bu bir ölü kadar hareketsiz ve cansız duran yüzde en çok etrafını rahatsız eden şeydi. Şiş kapaklar arasında tehlike işareti gibi ışıldayan iki sarı ışık. Kaptan’ın gövdesi enli, hatta heybetli, fakat bacakları kısa ve biraz çarpıktı.

Başı daima öne doğru eğili, vücudu iki yana yalpa vura vura ilerlerdi. Bir gorilinki kadar uzun kolları dizlerinden aşağı sarkar, vücuduna göre fazla büyük olan elleri etrafındakilerin içine garip bir korku salardı. Tahsilini vaktiyle Heybeli’de yapmış olan Osman, şüphesiz iyi bir kaptandı. Fazla olarak muhitine 26 göre okumuş bir adamdı. Bilhassa, iyi İngilizce bildiği söylenirdi. Evinde oturduğu zaman onu hep pencerede elinde bir kitapla görürler ve ekseriya kızını da karşısına alır, ona okuduğu kitaptan bir şeyler anlatırdı. Bütün bu tahsile ve otuz yıla yakın, İstanbul’da yaşamış olmasına rağmen, telaffuzu hâlâ Tatar olduğunu belli ederdi. “Kef” ve “kaf”ları çatlatmaktan bir an hâli kalmamıştı. 27 Nereden gelmişti? Soyu sopu nereliydi? Buna dair malumat pek mahduttu. 28 Yalnız bir defa ailesinin Kırımlı olduğunu, babasının sabık 29 Rus Çarı’nın yatında kamarot olduğunu söylemişti. Bütün sevimsizliğine karşın köyde ahlak modeli olabilecek kadar hareketinde, münasebetinde düzgün ve mazbuttu. Evvelâ, başka gemiciler gibi sövmezdi, kimseye küfür etmezdi. Karada oldukça bir tek cuma namazını kaçırmazdı. Mahalle heyeti ihtiyariyesine, 30 fukaraya kışlık kömür alınsın diye kimse müracaat etmeksizin ianet 31 getiren bir o vardı. Sürücü İbrahim’in bacağı kırıldığı, eskici Sami’nin romatizmadan yattığı zaman en çok arayan, yardım eden o olmuştu.

Fakat bu insani, yahut dinî fazilet bile onu komşularının gözüne sokmazdı. O daima bir yabancı durumunda kaldı, ne kimse ona hususi hayatı hakkında bir şey söyledi ne de o kimseye içini dökecek kadar teklifsizlik gösterdi. Bütün mânasıyla yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Belki Kaptan’ın bu vaziyetine köyün münevveri, tarih meraklısı Hacı Abdülgaffar Efendi’nin ilk zamanlarda biraz etkisi oldu. Çünkü o, mütemadiyen 32 el yazısı kalın kitaplar okur, halka Tatar’ın Allah’ın gazabı ve bastığı yerde ot bitmeyen bir millet olduğunu telkine çalışırdı. Hatta, Türkocağı’na yazılan bir iki ateşli genç Tatar denilen şeyin sırf şimal 33 Türk’ü olduğunu, Cengiz Han’ın ırk tarihimizde en şanlı bir dünya kahramanı olduğunu söylemeye başladıktan sonra bile Hacı Abdülgaffar Efendi iddiasından vazgeçmedi. Maamafih, halkın Kaptan’ı yadırgamasının, ona ısınamamasının sebebini en ziyade onun telaffuzunda aramak lâzımdı. Çünkü, İstanbullu her şeye lâkayt kalabilir, fakat güzel şivesini bozan kim olursa olsun ona yabancı gibi bakar. Bunun ne taassupla ne de şuurlu bir millîcilikle ilgisi vardır. Bu, bir zevk meselesidir. En hakirinden 34 en yüksek içtimaî sınıfına mensup ferdine kadar bilerek bilmeyerek bu lisan gururu vardır. İstanbul artık Türkiye’nin payitahtı 35 olmadığını söylerseniz aldırmaz. Fakat İstanbul’da Türk dilinin, şivesinin ezelî hükmü olmadığını iddia ederseniz fena halde kızar. Onun için ortaoyununda bozuk şiveler taklidini yalnız tuhaf bulduğu için değil, İstanbul’un tefevvukunu 36 gösterdiği için o kadar alâka ile dinler. Tatar Osman, köye yirmi sekiz sene evvel yüzbaşı üniformasıyla ilk defa olarak geldi.

Eskicinin üç odasından birini kiraladı. O zaman İmparatorluk’un rahat durmayan uzak sahillerine asker, yahut sürgün taşıyan resmî bir geminin süvarisiydi. Gerçi, aylık az ve her ay çıkmazdı, fakat, açıkgöz olmak şartıyla, her süvari ya tayfanın erzakından çalmak yahut kaçakçılık etmek yoluyla kendisine biraz dünyalık edinebilirdi. Tatar Osman bunların hiçbirini yapmadı. Yalnız namuslu değil, en titiz ve dar mânasıyla çevresine kendi ahlak kıymetlerini kabul ettirmeye çalışırdı. Bunun için muhitini 37 hakikat 38 sıkacak, hatta isyan ettirecek kadar dürüst davranırdı. Değil hesap memuru, ikinci kaptan vesair arkadaşları, tayfalar bile onu sevemedi. İnzibatçıydı. 39 Fakat onu ne dayak ne küfürle ne de fazla sözle temin ederdi. Korkunç ellerini sallaya sallaya bir köşede toplu gördüğü tayfanın üzerine bir gidişi, kirpiksiz şiş kapakları arasından parlayan sarı gözlerinin öyle bir bakışı vardı ki, en yırtık yüzlü, asi tayfayı bile sindirirdi. Fazla olarak hiç teklifsizliğe müsaade etmezdi. Ne kendi içer ne de gemiye bir damla ispirto girmesine müsaade eder, ne kendi kaçakçılık eder ne de gemi halkından bir ferdin kaçakçılığına göz yumardı. Herhalde sebep göstermeksizin istifa eder etmez hem idare hem de süvarisi olduğu gemi halkı rahat nefes aldı. Bundan sonra Şirket vapurlarından birine kaptan oldu. Aylık hem muntazam hem de oldukça dolgundu.

İki yıl sonra sahildeki en son ve küçük yalıyı satın aldı ve aynı yıl evlendi. Karısını nerede bulmuştu? Bunu ne kimse biliyor ne de sormaya cesaret ediyordu. Osman Kaptan, Şirket’ten de çekildi. Çünkü nerede olsa muhitini ıslaha kalkması amirlerini ve maiyetini o kadar izaç ederdi 40 ki, ne yapıp yapıp onu istifaya mecbur ederlerdi. Buna rağmen hiçbir zaman işsiz kalmıyordu. Çünkü hiçbir deniz vasıtası yoktur ki, en iptidai yelkenliden en yeni makineliye kadar onu kabiliyetle idare etmesin. Hatta, kısa bir müddet için bir Mısır milyonerinin yatına bile kaptanlık etti. Fakat en çabuk oradan çekildi. Gerçi orada tayfa ve memurlara pek kusur bulamadı, fakat sabık 41 bir sinema yıldızını bir kış Akdeniz’de dolaştıran ve onu eğlendirmek için kendine Firavun devrini ihya eden 42 eğlenceler icat eden milyoner Mısırlı’ya, bir kelime söylemeksizin, tavrıyla bu çılgınlıkların nasıl kepaze, nasıl aşağılık olduğunu ihsas etti. Hulâsa, ne kendisi rahat eden ne de halka huzur veren bu acayip adam oradan da, hatta kendisini kovmak fırsatını yat sahibine vermeden pılısını pırtısını topladı, çıktı gitti. Son vazifesi Karadeniz’e odun ve çimento taşıyan bir taka ile Anadolu mücadelesine cephane ve silah kaçırmak oldu. Halk: “Bu sefer, Tatar vurdu!” dedi. Fakat o Anadolu seferinden bir keçi ile döndü. Siyah, kıvırcık tüylü bir Ankara keçisi, daha doğrusu bir oğlakçık. Kızının tek oyun arkadaşı olan bu hayvancık komşular arasında bir şaka, bir alay vesilesi oldu.

Bundan sonra Osman Kaptan köye demir attı… Etrafında değişiklik yapmadan içi rahat etmeyen bu adam evvelâ küçük yalısının ikinci katına geniş bir balkon ilâve etti. Birinci derecede marangoz olduğunu ispat eden bu geniş ve denize doğru çıkan balkona baktıkça balıkçı Kör İsmail tek gözünü kırpar: “Herif karada bile kaptan köprüsü yapıp üstüne kurulmadan içi rahat etmiyor,” derdi. Bu bitince yalının arkasında, yani sokağa nazır küçük bahçesinde sebze yetiştirmeye başladı. Bütün bu işleri arasında eski hantal kayığıyla Karadeniz ağzına balığa çıkmayı ihmal etmez ve ekseriyetle kızını da beraber götürürdü. Fakat anlaşılan çocuk eğlensin diye değil, yardım etsin ve sanat öğrensin diye. Herhalde hayatı, saatine kadar tespit edilmiş bir intizam içinde geçiyordu. Hayret verecek kadar basit ve akla sığmayacak kadar idare ile yaşayan bir insandı. Köy esnafından, yağdan, tuzdan başka aldığı şey nadirdi. Anadolu zaferi olur olmaz komşular bir aralık etrafını aldılar, silah kaçırma maceralarını söyletmeye çalıştılar. Fakat beyhude. Kimse ona bir kelime söyletemedi. Halbuki, o günlerde Anadolu’ya kazara uğramış, hatta Üsküdar toprağına ayak basmış, oradan –muhayyel olmasa bile bin defa büyütülmüş– bir hizmeti dokunmuş irili ufaklı bir sürü kahramanlar türemişti. Bunların bir ikisi Poyraz Köyü kahvesine bile gelmişler, Köroğlu efsanesini yanında sönük bırakacak parlak sergüzeştler 43 nakletmişlerdi. 44 Pratik kafalı Kör İsmail’e: “Ulan, mantar atıyor,” dedirtecek kadar aykırı görünenleri bile Tatar Osman, kıl[ını] kıpırdatmadan köşesinden dinler, kısa boynu geniş omuzlarına gömüldükçe gömülür, piposunu çeker dururdu. Kahve halkını heyecana getiren bu parlak sözlere bir tek lâkayt görünen Tatar Osman olduğu için bu kabadaylardan biri âdeta ondan şüpheye bile düşmüş: “Herif galiba Ferit Paşa taraftarlarından olacak,” diye Kör İsmail’e fısıldamış, sonra omuzlarını ileriye sürüp gözlerini küçülterek: “Bundan sonra mücadeleye muhalif olanlara bu toprakta ekmek yok!” diye haykırmıştı.

Ve o gün ilk, hatta son defa köy halkının zihninde hiç sevmedikleri Osman’la iftihar ettiklerini Kör İsmail söylemişti. — Bana bak ağabey, demişti, sen bizim köyü ufak tefek gördün de soğan, sarmısak sepeti mi sandın? Aramızda en sünepe, en suratsızı bile aslan gibi gâvura göğüs gerdi. Nuh gemisi teknelerle İngiliz donanmasının burnunun dibinde Anadolu’ya silah kaçırdı. Çok geçmeden Osman Kaptan’a Ankara’dan maaş bağlanması, Osman’ı köyün tarihî bir abidesi haline soktu. Büyük Millet Meclisi’nde onun adı bile geçtiği söylendi. Bu vak’aya sebep olan şey şu idi: Cephane sandıkları arasında Tatar Osman, Anadolu’ya bir adamcağız da kaçırmıştı. Ve bu adam nasılsa mebus olmuş ve dava kazanılır kazanılmaz, Meclis’te Osman Kaptan’ın hizmetleri hakkında tumturaklı bir nutuk çekmişti. Öyle ya, memleketin kurtuluş zaferine yardım eden bir adam unutulacak değildi ya! Bunun üzerine ona vatan hizmeti tertibinden bin kuruş maaş bağlanmıştı. Şurasını da söyleyelim ki bu umulmayan ve köye çok tesir yapan aylık da, Kaptan’ın hayat tarzında bir değişiklik yapmadı. Kızının sırtında yine o eski kostüm, her sene yenleri ve etekleri biraz uzanıyor, ötesi berisi onarılıyor, işte o kadar. Alışveriş yine tuzla yağdan ibaret, adı gazeteye geçtiği gün bile her zaman ısmarladığı acı kahveye lokum ilâve etmek, konuya komşuya bir gazoz ısmarlamak hatırına gelmemişti. Tatar Osman sağ oldukça evinde yaşayanlarla, yani çoluğu çocuğuyla kimse meşgul olmadı. Karısı Lâlezar adını taşıyan sırık gibi uzun ve ince, kul cinsi 45 bir hatundu. Rüzgârda sallanan bir saz gibi yürürdü. Derisi kamelya gibi beyaz, ağzı kızıl bir gül goncası gibi renkli, saçları bir yığın altın gibi parlak, gözleri ela ve süzgündü.

Maamafih, şahsiyeti öyle silik bir mahlûktu ki, bütün bu güzelliğine karşın kocası yaşadıkça o gölgede kaldı. Hem de her resmî toplantıda kendini gösterdiği halde… Düğün, mevlüd, cenaze – bilhassa cenaze– nerede cemaat hayatına taallûk eden 46 bir hâdise olursa en evvel Lâlezar Hanım giderdi. Feridun Paşa Korusu solunda, yamacın dibinde köye küsmüş gibi arkasını çeviren tahta minareli mescitte teravih kaçırmayan beş on kadın arasında daima Lâlezar görünürdü. Fakat konuşmaktan çekinir, ahbap edinmekten son derece kaçınırdı. Bu yerlerde biri yanına yaklaşsa, yorgun ela gözlerini kapar, biri bir söz söylese ya işitmemezliğe gelir yahut “Evet efem”le geçiştirirdi. Kimsenin evine geldiğini istemediği besbelliydi. Kimi, o nekes herifin karısı bir fincan kahve ikramından kaçınıyor, kimi zavallı çetrefil 47 onun için görüşmek istemiyor, derdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir