Halil Cibran – Gavur Halil & Deli

Şeyh Abbas’a, Kuzey Lübnan’ın ücra bir köyünün insanları padişah gözüyle bakardı. Malikanesi, yoksul köylülerin kulübeleri ortasında, cılız cücelerin arasında dikilmekte olan iri yarı bir dev gibi dururdu. Zavallılar karın tokluğuna yaşayıp giderlerken, o refahın tadını çıkarırdı. Ona karşı boyunları kıldan inceydi ve konuştuğunda, önünde saygıyla eğilirlerdi. Sanki aklın gücü onu resmen yorumcusu ve sözcüsü olarak atamıştı. Öfkesi karşısında, sert rüzgarlar önünde kuru yapraklar gibi korkudan titrer, çil yavrusu gibi dağılırlardı. Birinin suratına bir şamar attığında, tokadı yiyenin kafasını kaldırması veya kıpırdatması ya da neden vurduğunu anlamak için en ufak bir girişimde bulunması, kendi açısından dini inanışlara karşı bir başkaldırı olarak özümsenirdi. İçlerinden birine gülümsediğinde, köylüler onun en şanslı kişi olarak onurlandırıldığını düşünürlerdi. İnsanların Şeyh Abbas’a karşı duydukları bu korku ve teslimiyet hissi zayıflıklarından ileri gel­ miyordu; pek yoksullardı ve şeyhin eline bakıyorlardı. Çünkü ekip biçtikleri tarlalar, virane kulübeler hep onun malıydı. Bu varlığı ona atalarından miras kalmıştı. Tıpkı sefalet ve yoksulluğun zavallı köylülere atalarından miras kaldığı gibi! Köylüler Şeyh Abbas’ın yönetimi altında toprağı sürer, eker, biçerler ve işin sonunda da ellerinde ancak karın tokluğunda yaşayabilecekleri kadar ürün kalırdı, onca ter dökmelerine ve emeklerine karşılık. Uzun kış günleri daha geçip gitmeden çoğu bir dilim ekmeği arar olur, birbiri ardına şeyhin yanına giderek bir dinar ya da bir ölçek buğday için göz yaşları içinde yalvar yakar olup merhamet dilenirlerdi. Şeyh Abbas buna pek sevinirdi. Çünkü bilirdi ki yaz gelince verdiği bir dinar iki dinar, harman zamanı da bir ölçek buğday iki ölçek olacaktı.


İşte bu zavallılar Şeyh Abbas’a olan borçlarının altında inim inim inleyerek onun eline bakmanın zoruyla kendilerini zincirliyor, şeyhin öfkesinden korkup hoşnutluğu ümidiyle yaşayıp gidiyorlardı. n Kara kış geldi çattı. Tarlalarda ve ovalarda ötüşen kargalar ve çıplak ağaçlardan başka bir şey kalmadı. Köyde yaşayanlar ürünleriyle Şeyh Abbas’ın kilerini, üzüm suyuyla da küplerini doldurduktan sonra işsiz güçsüz bir halde barakalarına kapandılar. Geçmiş kuşakların anılarını yadederek, gece gündüz demeden birbirlerine hikâyeler anlatarak sobalarının yanı başında yaşamlarını tüketiyorlardı. Aralık ayı geçmiş, bir önceki yıl duman rengi bir ortamda son nefesini vermişti. Zamanın başına taç taktığı ve varlık tahtına oturttuğu yeni yılın ilk gecesi gelip çatmıştı. Gün tamamen sönmüş, ovalara ve vadilere karanlık çökmüş tipi halinde kar başlamıştı. Fırtına uğulduyor ve ıslıklar çalarak dağların tepesinden üfurerek taşıdığı karlarla düzlükleri derin bir çukura gömmek için alçaklara doğru hızla koşuyordu. Ağaçlar korkudan tir tir titriyor, toprak fırtınanın önünde homurdanıyor, esen yel gündüz yağan karlarla gece yağmış olanları birbirine harman ediyordu. Tarlalar, kalıntılar ve geçitler ölümün üzerine belli belirsiz yazılar yazıp sildiği beyaz bir sayfaya dönüşmüştü adeta. Sis, vadinin iki yamacına serpilmiş köyleri birbirinden ayırmıştı. Evlerin ve sefil barakaların pencerelerinden yayılan ölgün ışıklar sönüp gitmişti. Çiftçilerin içini bir korku kaplamıştı. Hayvanlar damlarında bir köşeye çekilmiş, köpekler bir yerlere sinmişti.

Yüksek dağların tepelerinden aşağı süzülen rüzgar, mağaraların vc inlerin kulaklarına uğulduyarak haykırıyor, bazen korkunç sesini vadinin derinliklerinden yükseltiyor, bazen de yaşlı yılın ölümüne kızmış da barakalara gizlenmiş yaşamlardan öc alırcasına dışarıda dondurucu ve sert soğuğuyla yaşama karşı savaş veriyordu. Bu korkunç gece de, yaşamdan intikam alan bu havada yirmi iki yaşında bir genç, Kuzehayya manastırından Şeyh Abbas’ın köyüne doğru çıkan yolda ağır ağır ilerliyordu. Soğuk, iliklerine işlemiş, açlık ve korku bütün gücünü tüketmişti. Siyah giysisi, diri diri gömülüyormuş gibi karlarla bembeyaz kaplanmıştı. İleri doğru bir adım atıyor, ama rüzgarlar onu yaşam sahibi insanların evlerinde görmek istemiyormuşcasına engelleyip geri itiyordu. Engebeli yol ayaklarını tutarak onu düşürüyordu. Genç, ayağa kalkarak olabildiğince gür sesiyle yardım için bağırıyordu. Ama soğuk onun soluğunu kesiyor. Ümitsizlikle derin üzüntü ara­ sında kalmış cılız bir umut gibi, çatışan duygular içinde, ya da nehre düşen öfkeli akıntının derinliklere doğru sürüklediği kanadı kırık bir serçe gibi sessizce titreyerek ayakta duruyordu. Genç, gücü tükenip umudu kesilinceye ve damarlarındaki kan donuncaya kadar yürümeye, ölüm de onun arkasından gitmeye devam etti. Sonunda karların üzerine yığıldı. Bedeninde kalan son bir gayretle ölümün hayaletiyle yüzyüze gelmiş ve korkuya kapılmış biri gibi bağırdı. Karanlığın kahrettiği, fırtınanın dipsiz bir uçuruma atmak için pençesine aldığı, umutsuzca can çekişen biri gibi inledi. Yokluğun boşluğunda varlığı yeğleyen biri gibi korkunç bir sesle haykırdı. m Bu köyün kuzeyinde tarlalar arasında tek başına kalmış küçük bir kulübe vardı.

Rahil adında bir kadın henüz on sekizine basmamış Meryem isimli kızıyla birlikte bu kulübede yaşıyordu. Bu kadın bundan beş yıl önce kırlarda ölü bulunan ve henüz katili saptanamayan Sem’ân Rûmi’nin dul karısıydı. Rahil, bütün yoksul dul kadınlar gibi ölüm ve yokluk korkusuyla çalışıp didinerek yaşamını sürdürüyordu. Hasat mevsiminde tarlalara çıkarak toplanmamış başakları sonbaharda ise bahçelerde bırakılmış fazlalık meyveleri topluyordu. Kışın ise birkaç kuruş, ya da bir ölçekten daha az bir buğday karşılığında büyük bir sabır ve özenle yün eğiriyor, dikiş dikiyordu. Sessiz ve güzel bir genç kız olan Meryem, annesinin sıkıntılarını paylaşıyor, ev işlerinde ona yardım ediyordu. Anlatmış olduğumuz o korkunç gecede Rahil ve kızı közlerin küllenmeye başladığı, sönmeye yüz tutmuş ocağın yanında oturuyorlardı. Başlarının üzerinde yanan zayıf bir kandil, yoksul ve gönlü kırık bir kimsenin yüreğindeki karaltıyı dağıtmaya yarayan dualar gibi, cılız sarı ışığıyla karanlığın kalbini aydınlatıyordu. İki kadın dışarıdaki rüzgarın uğultusunu dinleyerek otururken gece yarısı olmuştu. Genç kız arasıra duruyor küçük pencereyi aralayarak karanlık gökyüzüne bakıyor ardından da havanın öfkesinden korkarak sıkıntı içinde tekrar yerine dönüyordu. Genç kız o anda birden derin bir uykudan uyanmışçasına titreyerek annesine doğru atıldı ve, “Duydun mu anneciğim? Bağıran ve yardım isteyen biri var dışarıda,” dedi Annesi başını kaldırarak bir süre dikkat kesildi. Sonra da, ‘‘Hayır kızım, rüzgarın uğultusundan başka bir ses duymadım,” diye cevap verdi. Kız, “Rüzgarın çıkardığı gürültüden daha yoğun fırtanın uğultusundan daha acı bir ses duydum,” dedi Sözünü bitirir bitirmez ayağa kalktı. Küçük pencereyi açarak bir dakika kadar dikkatle dışarıyı dinledi ve, “Aynı iniltiyi gene duydum anneciğim,” dedi. Ürpererek pencereye koşan anne kızına, “Ben de duydum.

Gel kapıya çıkıp bakalım. Pencereyi sıkıca kapat ki rüzgar kandili söndürmesin,” diye yanıt verdi. Sözünü bitirir bitirmez üzerine uzun bir paltu alarak kapıyı açtı, adımlarını sağlam basarak dışarıya çıktı. Rüzgarın saç örgüleriyle oynaştığı meryem kapıda dikili kalmıştı. Rahil, ayaklarıyla karları yararak birkaç adım attı ve durdu. “O bağıran kim? İmdat isteyen, neredesin?” diye seslendi. Yanıt veren çıkmadı. İkinci ve üçüncü kez sorusunu tekrarladı ancak fırtınanın gürültüsünden başka bir ses duyamadı. Yürekli bir şekilde rüzgarın sert dalgalarından yüzünü koruyarak ve gözleriyle etrafı kolaçan ederek biraz daha ileri gitti. Bir ok atımı kadar yürümüştü ki karların üzerine rüzgarın yok etmek üzere olduğu ayak izlerini gördü. Endişeyle ve hızla izleri takip etti. Kısa bir süre sonra hemen önünde beyaz bir elbise üzerindeki kapkara yama gibi karlar üzerine yığılmış bir ceset gördü. İlerleyerek cesedin üzerindeki karlan silkeledi. Cesedin başını dizlerine koyarak elini göğsüne attığında ansızın zayıflamış kalp atışlarını hissetti. Kulübeye doğru döndü ve, “Hadi Meryem! Yardıma koş, onu buldum.

” diye bağırdı. Meryem dışarı çıktı annesinin ayak izlerinden giderek soğuk ve korkudan titrer bir halde oraya doğru ilerledi. Yanlarına varıp da karlar üzerinde hareketsiz yatan genci gördüğünde bir çığlık attı, sonra da acı ve üzüntüyle inledi. Elleriyle genci koltuk altından kavrayan annesi, “Korkma, ölmemiş. Haydi elbiselerinden tut da onu eve taşıyalım,” dedi. Deli gibi esen rüzgar onları engeller, karlan ayaklarına dolandırırken kadınlar genci yüklendiler. Eve varınca onu ocağın yanına yatırdılar genç kız eteğinin kenarıyla gencin ıslak saçlarını ve buz gibi parmaklarını kurularken, annesi de gencin neredeyse donmuş bedenini ovalamaya başladı. Birkaç dakika bile geçmeden genç hafifçe kıpırdandı, yaşama geri dönmüştü! Gözkapaklannı kırpıştırarak derin bir iç çekince şefkatli kadınların yüreğinde onun kurtulacağı­ na dair bir umut belirdi. Meryem gencin kördüğüm olmuş ayakkabı bağlarını çözdü. İslak hırkasını çıkardıktan sonra annesine, “Bak anneciğim! Elbiselerine bak. Rahip elbiselerine benziyor,” dedi. Rahil, ocağa bir kucak dolusu kuru çalı çırpı attıktan sonra döndü ve şaşkın bir ifadeyle, “Böyle korkunç bir gecede rahipler manastırdan asla dışarı çıkmazlar. Bu zavallı acaba yaşamını neden tehlikeye attı acaba?” dedi. Genç kız, “Ama anneciğim! Henüz sakalı bıyığı çıkmamış bunun, oysa rahiplerin gür sakalları olur,” dedi. Annesi gözlerinde ana şefkati dolu bir halde genci süzdü.

Derin bir iç çekerek, “Kızım onun ayaklarını iyi kurula; ister rahip olsun, isterse bir suçlu.” Rahil tahta dolabı açarak oradan şarap dolu küçük bir testi çıkardı. Bir kaseye şarap doldururken kızına, “Meryem şu zavallının bedeninin tekrar ısınması ve canlanması için kafasını biraz kaldır da ona şarap içirelim,” dedi. Rahil kasenin kenarını gencin dudaklarına yaklaştırdı ve ona bir kaç yudum içirdi. Genç birden iri gözlerini açtı ve ilk defa kurtarıcılarına hoşnut ve süzgün bir bakış attı. Bu bakışa yanaklarından süzülerek akan ve yapılan iyiliğin değerini bilen teşekkür gözyaşları karışıyordu! ölümün pençesine düştükten sonra yaşamın dokunuşunu hisseden bir insanın bakışıydı bu! Ümitsizliğin ardından gelen umudun bakışıydı bu! Sonra boynunu çevirdi ve titreyen dudaklarından şu kelimeler döküldü, “Tanrı sizden razı olsun!” Rahil, elini gencin omzuna koyarak, “Kardeşim konuşarak kendini yorma. Kendini tama­ men toparlayana kadar sessiz kal,” dedi. Meryem de, “Kardeşim ocağa biraz daha yaklaş da şu yastığa yaslan,” dedi. Genç, inleyerek sırtını yastığa dayadı. Rahil, bir süre sonra kaseye tekrar şarap doldurdu ve gence içirdi. Sonra kızına dönerek, “Paltosunu ateşin yanına koy da kurusun,” dedi. Meryem söyleneni yaparak oturdu. Şevkat ve acıma yüklü bakışlarla onun zayıf bedenini ısıtmak ve güçlendirmek istercesine gence bakıyordu. Bu sırada Rahil, iki somun ekmek, bir tas dolusu pekmez ve kurutulmuş meyvelerle dolu bir tabak getirdi. Yanı başına oturarak bir annenin çocuğunu beslediği gibi, yiyecekleri küçük lokmalar halinde ona yedirdi.

Genç, kamı doyunca ve biraz daha dinçleştiğini hissedince halının üstüne oturdu. Sararmış yüzüne ateşin gül renkli ışıkları yansıdı. Üzgün gözleri parladı ve başına sessizce sallayarak şöyle dedi, “Rahmet ve zulüm, tıpkı bu karanlık gecenin boşluğunda berbat havanın yaşamla savaşması gibi insanın yüreğinde birbirleriyle boğuşuyorlar. Ancak rahmet zulme galip gelecek, gecenin korkuları da gündüzün gelişiyle geçip gidecektir.” Genç bir süre sessiz kaldıktan sonra zor duyulacak kadar kısık bir sesle konuşmaya devam etti. “İnsanlığın baskısı beni yok etmeye çabalarken, beni yine insanlığın uzattığı el kurtardı. İnsanın zulmü ne şiddetli ve merhameti ne boldur! Rahil, ara sıra söze girerek anne sevecenliğinin doğurduğu bir huzurun yoğunca hissedildiği ses tonuyla, “Kurtların bile korkarak inlerine kapandıkları, kartalla­ rın kayalıklar arasına gizlendiği bu gecede nasıl cesaret edip de manastırı terk ettin?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir