Halil Cibran – Kaçık

King Üniversitesi Tıp Araştırmaları Bölümü’nün bodrum katının koridorları gündüz vakti bile karanlıktı. Geceleriyse tıpkı bir mezardı. Duvarlarında buz gibi rutubet damlaları biriken koridorlarda fareler dolaşırdı. Gömülü odaların serinliği hem örneklerin çürümesini engellerdi, hem de elbisemin yıpranmış katlarından içime işleyip tenimi uyuştururdu. Tıp öğrencileri evlerine gidip sıcak yataklarına girdikten sonra o odaları temizlerken, sert kıllı temizlik fırçamın sesi ameliyat odasında, kıvrılarak ilerleyen koridorlarda, kâbuslara layık şeylerin muhafaza edildiği depolarda yankılanırdı. Başkalarının kâbuslarından söz ediyorum. Ölü bedenler ve bilenmiş neşterler beni rahatsız etmezdi. Ne de olsa babamın kızıydım. Benim kâbuslarım çok daha karanlıktı. Koridordan o tanıdık sesin geldiğini duyunca, fırçam havada kalakaldı: Dr. Hastings’in o saate kadar kaldığına işaret eden tak-tak-tak diye çınlayan uğursuz ayak sesleri. Fırçamı daha da sert bir biçimde ve öfkeyle hareket ettirdim ama kan fayansların arasına öyle bir sızmıştı ki saatlerce temizlik yapsam da lekeleri çıkaramazdım. Ayak sesleri tam arkamda durana dek yaklaştı. “Nasıl gidiyor?” Doktorun ılık nefesini ensemde hissedebiliyordum. Gözlerini sakın kaldırma, dedim içimden ellerim kanayana dek kare biçimli fayansları ovalarken.


“İyi gidiyor doktor.” Onun gideceğini umarak, kısa bir yanıt vermiştim ama gitmedi. Tavandaki ampuller çıtırdayıp klik sesi çıkardı. Doktorun ayakkabılarının, kelleşen kafasını ve beni izleyen buğulu gözlerini yansıtacak kadar cilalanmış gümüş renkli burunlarına baktım. Geç saatlere kadar çalışan ya da temizlik yaparken eğildiğimde arkama bakan tek profesör o değildi. Ama giysilerime sinen çamaşır suyu ve diğer kimyasalların kokusu, diğerlerini caydırırdı. Dr. Hastings’se bu kokuya bayılıyor gibiydi. Solgun parmaklarıyla bileğimi kavradı. Fırçayı yere düşürdüm. “Ellerin kanıyor,” dedi beni ayağa kaldırarak. “Burası soğuk. Cildim çatlıyor.” Ellerimi arkama gizlemeye çalıştım ama doktor bileğimi hâlâ sıkı sıkı tutuyordu. “Önemli değil.

” Bakışları muslin elbisemin yakasından, lekeli önlüğüme ve yıpranmış etek ucuma kaydı; bu elbiseyi babamın en yoksul hizmetçileri bile giymezdi. Ama bu, çok uzun süre önce, Belg-rave Meydam’nda yaşarkendi. Annem bir önceki sezonun giysilerini kirli banyo suyu gibi fırlatıp atardı. Evimiz bir-iki kere giydiğim kürklerle, ipeklerle ve yumuşacık dantelli giysilerle doluydu o zamanlar. Skandaidan önceydi. Artık erkekler nadiren uzun uzun elbiselerime bakıyorlardı. Bir kız gözden düşecek olsun, erkekler onun lime lime olmuş etekleriyle değil, altındakiyle daha çok ilgilenmeye başlarlardı ve Dr. Hastings de farklı değildi. Bakışlarını suratıma dikti. Arkadaşım Lucy bana Brixton’daki kadın başrol oyuncusuna benzediğimi söylerdi; kadın çıkık elmacık kemikleri, karanlıkta daha da solgun gözüken kemik beyazı bir teni ve düz saçlarını İsveç tarzı bir topuzla toplayan bir Fransızdı. Ben saçımı sade bir biçimde örerdim ama birkaç tutam hep örgülerden fırlamayı başarırdı. Dr. Hastings topuzumdan fırlayan açlarımı kulağımın arkasına sıkıştırmak için elini uzatınca, parmakları şakağımda kaim bir kâğıt sürtülmüş hissi bıraktı. İçimden irkildim ama istifimi bozmadım. Onu daha fazlasını yapmaya teşvik etmemek için hiçbir tepki vermemek daha iyiydi.

Ama titreyen ellerim beni ele verdi. Dr. Hastings hafifçe gülümsedi. Dilinin ucu bir yılan gibi dudaklarının arasında belirdi. Birdenbire gıcırdayan menteşeler onu irkiltti. Kaçmak için elime bir fırsat geçtiğini düşününce, kalbim gümbür gümbür atmaya başladı. Baş hizmetçi Bayan Bell ağarmış saçlarla dolu başını aralık duran kapıdan içeri uzattı. Pörtlek gözleri benimle profesör arasında gelip giderken, dudakları her zamanki gibi kıvrıldı ve gülümsedi. Kadının kırış kırış suratını gördüğüme hiç o kadar sevinmemiştim. “Juliet dışarı çık,” diye bağırdı. “Mary gitti, bu arada bir lamba kırıldı ve birisine daha ihtiyacımız var.” Rahatlık hissiyle her yanım buz gibi ter içinde kalırken, Dr. Hastings’den uzaklaştım. Koridora çıkarken, bir an için Bayan Bell’le göz göze geldim. O bakışı biliyordum.

Sürekli olarak beni kollayamazdı. Gün gelecek, beni kurtarmak için müdahale etmek üzere yanımda olmayacaktı. Karanlık koridorlardan kurtulduğum anda, ay Londra’nın üstünü kaplarken kendimi sokağa atıp Covent Garden’a yönel dim. Bir arabanın geçmesini beklerken, şiddetli rüzgâr yün çoraplarla kaplı baldırlarımı ısırıyordu. Sokağın karşısındaki kocaman ahşap sahnenin korunaklı tarafında birisinin durduğunu gördüm. “Seni zalim yaratık,” dedi Lucy gölgelerin arasından çıkıp. Kürk mantosunun yakasını uzun boynunu örtecek şekilde çekiştirdi. Suratına belli belirsiz sürdüğü Fransız pudrası, kızaran yanaklarını ve burnunu gizleyemiyordu. “Bir saattir bekliyorum.” “Özür dilerim.” Eğilip, yanağımı onunkine dayadım. Annesiyle babası benimle buluşmak için dışarı çıktığını bilseler dehşete kapılırlardı. Babam Londra’nın en tanınmış cerrahlarından biri olduğu zamanlarda arkadaşlığımızı onaylarlardı ama işini kaybedişinin ardından derhal beni görmesini yasaklamışlardı. Lucy onlara karşı çıkmayı sevdiği için şanslıydım. “Tüm hafta geç saatlere kadar açık duran eski odalarda çalıştırdılar beni,” dedim.

“Şimdi günlerce saçlarıma dolanan örümcek ağlarını temizleyeceğim.” Lucy saçlarımın arasından iğrenç bir şey almış gibi yapıp suratını ekşitti. İkimiz de gülmeye başladık. “Farelerin, böceklerin ve Tanrı bilir daha nelerin arasında, o işe nasıl tahammül ettiğini gerçekten anlamıyorum.” Mavi gözleri muzip bir ifadeyle parıldadı. “Neyse, haydi gel. Çocuklar bizi bekliyorlar.” Elimi kaptı, ikimiz birlikte avlunun diğer tarafındaki taş merdivenli, kırmızı renkli tuğla binaya doğru telaşla ilerledik. Lucy kapının at başı biçimli tokmağını iki kere çaldı. Kapı açıldı ve kestane renkli gür saçlı ve şık takım elbiseli genç bir adam karşımızda belirdi. Teni Lucy gibi açık ve gözleri birbirinden ayrıktı, dolayısıyla bana Lucy’nin sözünü ettiği kuzeni olmalıydı. Çekingen bir tavırla geniş alnını, biçimli kulaklarını inceledim. Yakışıklı olduğuna karar verdim. O da sessizce dirsekleri aşınmış ve saten uçları lime lime olmuş üçüncü el mantomu inceledi; Lucy’nin şık, özel yapım mantosunun yanında tuhaf duruyor olmalıydı. Ama hakkını vermeliyim, gülümsemesi bir an için bile silinmedi.

Lucy bir sokak çocuğunu ziyarete getireceğini ve kabalık etmemesini tembihlemiş olmalıydı. “Bizi içeri alsana Adam,” dedi Lucy kuzeninin yanından geçip içeri girerken. “Ayaklarım yere değdikçe donuyor.” Peşinden ben de içeri girdim. Lucy mantosunu omuzlarını silkerek çıkarttı ve “Adam, sözünü ettiğim arkadaşım bu,” dedi. “Bir kuruşu bile yok, yemek pişirmeyi bilmez ama Tanrım, ona bir baksana.” Suratım kıpkırmızı kesildi ve Lucy’ye haşin bir bakış fırlattım ama Adam gülümsemekle yetindi. “Lucy gerçekten de açık sözlüdür,” dedi. “Endişelenme, buna alışkınım. Ağzından çok daha kötü şeyler çıktığını da duydum. Ama Lucy en azından söylediğinin son kısmında haklı.” Başımı alaycı bir tavırla sırıttığını düşünerek ona çevirdim. Ama suratındaki ifadenin samimi olduğunu görünce, ne diyeceğimi daha da bilemez hale düştüm. “Neredeler?” diye sordu Lucy bizi umursamadan. Arka odadan gür bir ses geldiğini duyunca, Lucy sırıtıp sese yöneldi.

Adam’ın da peşinden gideceğini düşündüm. Ama bakışlarını benden ayırmadı. Yine gülümsedi. Şaşkınlık içinde gereğinden fazla suskun kaldım. Bu, yeni bir şeydi. Kabaca göz kırpmalar, göğsüme bakmalar yoktu. Ama sanki bunu bir sır gibi saklayacakmışım gibi içime derin bir nefes çektim. İyilikle değil, zalimlikle baş etmem gerektiğini biliyordum. “Mantonu alabilir miyim?” diye sordu. Evin içini saran tatlı bir ılıklık olduğu halde, kollarımı göğsümde sıkı sıkı kavuşturduğumu fark ettim. Kollarımı zorla birbirinden ayırıp mantomu çıkardım. “Teşekkür ederim.” Sesim neredeyse duyulmayacak kadar cılız çıkmıştı. Lucy’nin peşinden koridora çıkıp, deri koltuklara oturmuş, kadehlerinden bal renkli bir içkiyi yudumlayan bir grup sırık gibi tıp öğrencisinin bulunduğu oturma odasına girdik. Kış sınavları daha yeni sona ermişti ve belli ki öğrenciler bunu kutluyorlardı.

Lucy bu tür şeylere bayılırdı; bir erkekler kulübünün toplantısını basmaktan, cin içmekten, kâğıt oyunu oynamaktan ve öğrencilerin şok içindeki suratlarına bakmaktan büyük keyif alırdı. Kuzenini ziyaret etme bahanesiyle evden dışarı çıkabilmişti ama o sırada bulunduğu yer kuzeniyle buluşması gereken yaşlı teyzesinin salonundan bir hayli uzaktı. Adam birisinin söylediği bir söze gülerek, kalabalığa karıştı. Tanımadığım bu insanlar arasında rahat davranmaya çalışırken, eski püskü elbisemi ve çatlamış ellerimi düşünmeden edemiyordum. Gülümse, diye fısıldardı annem olsa. Bir zamanlar sen de bu insanlardan biriydin. Ama öncelikle herkesin ne kadar sarhoş olduğunu, odanın planını ve kimlerin eski giysilerime gülme olasılığı bulunduğunu anlamalıydım. Her daim her şeyi incelerdim; karşımdaki durumun her ayrıntısını bilmeden kendimi güvende hissedemezdim. Annem başkalarının yanında hep kendisine güvenir, her zaman o sabahki kilise vaazından ya da artan kahve fiyatlarından söz edebilirdi. Sosyal buluşmalarda, babama çekmiştim. Ne yapacağımı bilemezdim. Utangaçtım. Kalabalığa karışmak-tansa, olan biteni sosyal bir deneymiş gibi izlerdim. Lucy koltuğa geçip, sarışın bir gençle suratı elma gibi kızarmış bir gencin arasına oturmuştu. Zarif parmaklarından yarısı ıo boş bir rom şişesi sarkıyordu.

Kapıda dikildiğimi görünce, ayağa kalkıp salma salma yanıma geldi. “Ne kadar çabuk bir koca bulursan, yerleri ovmaktan da o kadar çabuk kurtulursun,” dedi şakacı bir tavırla. “Bu yüzden, buradakilerden birini seç ve zarif bir sözler söyle.” Yutkundum. Bakışlarım Adam’a kaydı. “Lucy, buradaki gibi erkekler benim gibi kızlarla evlenmezler.” “Erkeklerin ne istediğine dair en ufak bir fikrin yok. Tüm gün boyunca, dikiş nakış işiyle uğraşan, ekşimik suratlı ukala bir kadın görmek istemezler.” “Evet ama ben bir hizmetçiyim.” “Geçici bir durum bu.” Lucy sanki son birkaç senedir iki büklüm çalışmam önemli değilmiş gibi elini salladı. Sonra, kaburgalarımı dürtükledi. “Sen parlak bir hayattan geliyorsun. Bir zamanlar havalıydın. Bunu azıcık göstersene.

” Şişeyi bana uzattı. Şişeden rom içmenin pek de havalı bir davranış olmadığını söyleyecektim ki, bunun sadece bir dirsek daha yememe neden olacağını fark ettim. Adam’a baktım. İnsanların neler düşündüğünü anlamakta asla becerikli olamamıştım. Bunu anlayabilmek için tepkilerini gözlemlemek zorunda kalırdım. Bu durumdaysa, Lucy’nin ısrarla söylediklerinin aksine, odadaki erkeklerin istediği kadın olmadığımı anlamam uzun sürmedi. Belki de öyleymiş gibi rol yapabilirdim. Tereddütle romdan bir yudum aldım. Sarışın genç Lucy’yi yine koltuğa doğru çekip yanma oturttu. “Bir tartışmayı sonlandırmamıza yardımcı olmalısınız Bayan Radcliffe. Cecil insan bedeninde iki yüz on kemik olduğunu iddia ediyor, bense iki yüz on bir kemik olduğunu söylüyorum.” Lucy güzel kirpiklerini kırpıştırdı. “Kesinlikle söyleyebilirim ki yanıtını ben bilmiyorum.” İçimi çekip kapı eşiğine yaslandım. Genç adam eliyle Lucy’nin çenesini tuttu.

“Hiç kıpırdaman durabilirseniz, kemikleri sayarım, böylece yanıtı bulmuş oluruz.” Parmağıyla Lucy’nin alnına dokundu. “Bir.” Genç adam parmağını daha aşağıya, Lucy’nin omuzlarına alçaltınca gözlerimi devirdim. “İki. Ve üç.” Parmağını onu baştan çıkarmak istermiş gibi ağır ağır kürek kemiğinin üstünde gezdirdi. “Dört.” Sonra, parmağını daha da aşağıya, göğsünü kaplayan ince derinin altındaki göğüs kemiğine kadar indirdi. Öylesine ağır bir biçimde “Beş,” dedi ki nefesindeki rom kokusunu ben bile hissettim. Hafifçe öksürdüm. Diğerleri genç adamın parmağının Lucy’nin boynundan daha da aşağıya inişini büyülenmiş bir biçimde izliyorlardı. Neden numara yapmayı kesip, göğsünü avuçlamıyordu ki? Lucy bundan keyif alıyormuş gibi kıkırdarken, onlardan farklı bir görüntü çizmiyordu. Sinirle gencin böreği andıran eline vurarak Lucy’nin göğsünden uzaklaştırdım. Tüm oda aniden sus pus kesildi.

Genç adam “Sıranı bekle tatlım,” deyince, herkes güldü. Sonra, tekrar Lucy’ye dönüp, salak parmağını havaya kaldırdı. “İki yüz altı,” dedim. İşte, bu dikkatlerini çekmişti. Lucy bıkkınlıkla içini çekip, deri koltuğa sırtını yasladı. “Affedersiniz?” dedi genç adam. “İki yüz altı,” dedim yanaklarımın kızardığını hissederek. “İnsan bedeninde iki yüz altı kemik bulunur. Bir tıp öğrencisi olarak bunu bileceğinizi düşünürdüm.” Lucy umutsuz halime başını salladı ama yine de dudakları bir gülümsemeyle kıvrıldı. Sarışın gencin ağzı açık kalmıştı. Genç söyleyecek bir söz düşünmeye fırsat bulamadan yanıt verdim. “Bana inanmıyorsanız, insan elinde kaç kemik olduğunu söyleyin.” Gençler sözlerime alınmadılar. Tam aksine, verdiğim yanıttan etkilenmiş gibiydiler.

Belki de istedikleri türden bir kızdım, kim bilir. Lucy olan biteni sadece rom şişesini bana uzatarak onayladığını gösterdi. “Bahsi ben kabul ediyorum,” diye araya girdi Adam muhteşem yeşil renkli gözlerini bana dikerek. Lucy ayağa fırlayıp, kollarını boynuma doladı. “Ay, harika! Bahis ödülü ne olacak peki? Juliet’in itibarını bir öpücükten daha azı için tehlikeye atmasına göz yumamam.” Suratım bir anda kızardı ama Adam sırıtmakla yetindi. “Bahsi kazanırsam, ödülüm bir öpücük olacak. Ama kaybedersem…” “Kaybedecek olursanız…” diye araya girdim ne yapacağımı bilemeyerek; Lucy’nin elindeki rom şişesini alıp ağzıma dayadım ve ılık içkiyi kafama dikerek güvensizliğimi bastırmaya çalıştım. “… Bir kadın şapkası takarak beni görmeye geleceksiniz.” Adam koltuğa doğru yürüyüp elimdeki şişeyi aldı. Adımlarındaki özgüven bana bahsi kaybetmeye niyetli olmadığını gösterdi. Şişeyi fiskos masasına koydu ve başparmağını kışkırtıcı bir tavırla elimin üstündeki narin kemiklerin üstünde gezdirdi. Dudaklarımı aralayıp, elimi geri çekmemek için ayak parmaklarımı sıktım. Karşımdaki Dr. Hastings değil, dedim içimden.

Adam elini boynumdan aşağı da götürmüyordu. Bu, sadece masum bir dokunuştu. “Yirmi dört,” dedi. İçimde zafer kazanmış gibi bir coşku hissettim. “Yanlış. Yirmi yedi.” Lucy bacağıma bir içimdik atınca, gülümsemem gerektiğini hatırladım. Bahsin kur yapmayla ilgili olması gerekiyordu. Eğlenceli olmalıydı. Adam’ın gözlerinde muzip bir parıltı belirdi. “Bir kız bu tür bilgileri nereden bilebilir ki?” Sırtımı dikleştirdim. “Bir şey bilip bilmememin cinsiyetimle hiçbir ilgisi yok.” Duraksadım. “Hem doğru yanıtı biliyorum.” Adam alaycı bir tavırla gülümsedi.

“Kızlar bilim eğitimi almazlar ki.” Güvenim o anda kırılır gibi oldu. İnsan elinde kaç kemik olduğunu biliyordum, çünkü babamın kızıydım. Ben daha çocukken, babam küçük uşağımız Montgomery’ye psikoloji dersleri verir, alt sınıfların öğrenmeye karşı kabiliyeti olmadığı düşüncesini kmardı. Ancak, kadınların tabiatları gereği yetersiz olduğunu düşündüğünden, dersler sırasında dolaba gizlenirdim, Montgomery de çalışabilmem için bana gizli gizli kitaplarını verirdi. Ama bu genç adamlara bunların hiçbirini anlatamazdım. Bütün tıp öğrencileri Moreau ismini bilirdi. Skandali da hatırlardı. Lucy imdadıma yetişti. “Juliet hepinizden daha bilgilidir. Tıp binasında çalışıyor. Kadavraların başında sizin gibi nazik-ruhlardan daha fazla vakit geçirmiştir.” Dişlerimi sıkıp, keşke bunu onlara söylemeseydi diye düşündüm. Bir hizmetçi olmak ayrı bir durumdu. Tıp öğrencilerinin acemice yapılmış ameliyatlarından sonra laboratuvarı temizlemek ayrıydı.

Ama Adam merakla kaşını havaya kaldırdı. “Öyle mi? O halde, size başka bir bahis teklif ediyorum hanımefendi.” Gözlerindeki parıltı bir öpücükten de tehlikeli gözüküyordu. “Üniversite binasının anahtarlarından biri bende, siz de binayı iyi tanıyor olmalısınız. Binadaki iskeletlerden birini bulalım da kemikleri kendimiz sayalım.” Diğer gençler bir ateşten yayılan kıvılcımlar gibi birbirlerine baktılar. Birbirlerini dürtüklediler, tıp binasının ta derinlerine gizli kapaklı inecekleri fikrine karşı cesaretlenmeye çalıştılar. Lucy haylaz bir çocuk gibi omuzlarını silkti. “Neden olmasın?” Bu konuda tereddütlüydüm. O küflü koridorlarda yeterince vakit geçirmiştim. Orada, kemiklerimin arasındaki boşluklara nüfuz eden bir karanlık vardı. Koridorlara tıpkı babamın gölgesi gibi, formaldehit ve o çok sevdiği kayısı reçeli kokusu sinmiş bir karanlık çökmüştü. O gece karanlıktan kaçmakla ilgili olmalıydı; hani, müstakbel bir eşin kollarında olmasa bile, insanın keyif alacağı birkaç andan ibaret olmalıydı. Hayır anlamında başımı salladım. Ama gençler kararlarını çoktan vermişlerdi ve onları aksine ikna etmenin de bir yolu yoktu.

“Bir öpücükten kaçmaya mı çalışıyorsunuz yoksa?” dedi Adam alaycı bir tavırla. Yanıt vermedim. Flört etme isteğim üniversitenin bodrum katından laf açıldığından beri kaybolmuştu. Ama Lucy bir iskelet görmekten çekinmiyorsa, ben de bundan çekinemezdim. Her gece gıcırdayan kemiklerin üstünü kaplayan örümcek ağlarını siliyordum ne de olsa. Peki, beni engelleyen neydi? Lucy öne eğilip kulağıma fısıldadı: “Seni şapşal, Adam ne kadar cesur olduğunu göstererek seni etkilemeye çalışıyor. İskeleti gördüğün zaman bayılıyormuş gibi yap ve kollarına düş. Erkekler bu tür şeylere bayılırlar.” Midemin gerildiğini hissettim. Tanrım, normal kızlar böyle mi yapıyorlardı? Zayıfmış gibi mi davranıyorlardı? Katı ahlaki kurallara sahip annemin bir bahis yüzünden girilmesi yasak koridorlara gizlice girdiğini hayal bile edemiyordum. Ama babam… İşte, o asla tereddüt etmezdi. Hatta herkesi cesaretlendirmeye çalışan da kendisi olurdu. Yap şu işi. Rom şişesini alıp, son birkaç yudumu da başıma diktim. Gençler tezahürat ettiler.

Midemdeki nahoş hissi duymamaya çalıştım. Bu his rom yüzünden değil, az sonra gireceğimiz karanlık koridorlar yüzündendi. Paltolarımıza sarınıp soğuk geceye daldık, Kordon’dan üniversitenin üst kemerli yolundan geçtik. O kadar geç saatte sadece üst pencerelerdeki birkaç fener yanıyordu. Gençler ders saatlerinden sonra okulda oldukları için hafifçe kıkırdayarak, elden ele bir şişe geçirdiler. Lucy’nin koluna girip, neşeli ortama katılmaya çalıştım ama o ılık his gülümsememin ötesine yayılmadı. Gençler içinse, ufak bir skandala karışma hissi iç gıdıklayıcı gibiydi. Gerçek bir skandalin ne olduğunu ya da bir insanı ne kadar yerle bir edebildiğinden haber değillerdi. Adam bizi çalılıkların arasından binanın yan tarafındaki, o güne dek belki bir-iki kez kullandığım siyah renkli ufak bir kapıya götürdü. Kapının kilidini açıp itti. Tereddüt ayaklarımı adeta yere mıhlamıştı ama Lucy beni hafifçe çekiştirince kendimi içeride buldum. Kapı kapandı ve bizi sadece yüksekteki pencerelerden içeri sızan ışıkla aydınlanan karanlığa itti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir