Halil Cibran – Hak Erenler Nebi

ÖNSÖZ« Hak Erenler’lenasıl buluştum ? Kudüs ile ona bitişik yerler, zaten Nebi ve Veliler diyarıdır. Ben de geçen yılın Kasım ayında Kudüs’de idim. Niyetim Kısas-ı Enbiyayı ve Süleyman Dedenin mevlid menkıbesini yaşamaktı. Hazret-i Muhammed Mustafa’nın « Enbiya ervahına» İmam olduğu yerde onun gibi iki rek’ at namaz kılmak istemiştim. Pes geçüb mihraba ol hayrül-enam Enbiya ervahına oldu imam iki rek’at kıldı Aksâ‘da namaz Öyle emretmiş idi ol bîniyaz diyen Süleyman Dedenin yarattığı kutlu havayı koklayarak içimi diriltmek emelindeydim. Fakat benim Kudüs’ e vardığım sırada burası büyük siyasî faaliyetlerin sahnesi idi ve ben «Cumhuriyetsin siyasî muharriri sıfatiyle bu faaliyetlerin peşine takılmak zorundaydımHalbuki bu siyasî faaliyetlerinde sonu gelmiyordu. Kudüs’deki altı Arab fırkasının temsilcileri Arab birliği konseyinin bunları birleştirmek için gönderdiği delegelerle gece gündüz düşüp kalkıyor, saatlerce ve saatlerce görüşüyor, bazan görüşmeler gece yanlarına kadar uzayıp gidiyor; fakat neticeye varılamadığı için ertesi gün yeniden çalışılıyordu. Gazetecilik merakı ve deruhde olunan vazifenin gerekleri, beni de bu faaliyetlerin peşine takmıştı. Bahusus bütün bu faaliyetlerin sahnesi, benim de ikamet ettiğim Hazret-i Davud misafirhanesi olduğu, Arab âleminin en belli başlı gazetecileri ve bariz şahsiyetleri burada toplandıkları için, otelden çıkamayacak ve nefes alamayacak derecede bu meselelerin takibine koyulmuştum. Günün birinde, bu sonu gelmeyen çalışmalardan sıkılarak, kendimi bütün hızımla otelin dışına atmış ve Mescid-ı Aksâ sahasına kavuşmak için şehrin sokaklarına dalmıştım. Mescid-i Aksâ‘ya varmak için Kudüs çarşısından geçmek lâzım. Birası bizimkapalı-çarşı gibi bir yer. Fakat onun gibi düz olmadıktan başka yolları onıpı kadar geniş değil. Evvelâ daracık bir dehlizden yokuş aşağı iniyor, iniyor ve İniyorsunuz. Sağınıza, solunuza sapmadan yuvarlanıp duruyorsunuz.


Bir hayli yuvarlandıktan sonra Mescid-i Aksâ‘nın gönüllere ferahlık veren, karanlıktan aydınlığa kavuşturan kutsal bölgeline varıyorsunuz. Fakat bu demin geçtiğimiz yer, bir çarşı değil, üstü kapalı bir şehir. Baştanbaşa alış-veriş faaliyeti île kaynaşan bir âlem. Muhakkak ki bu üstü kapalı şehrin neresinde bir nara kopsa, bütün şehri kaplar, bütün halkını meraklandırır- Ve kimbilir, buralarda ne naralar koptu ve ne müthiş sayhalar çınladı. Herhalde Kısas i Enbiya’nın ve Kitab-ı Mukaddes’in uzun uzadlya anlattıkları eski Nebî‘ler; buna benzer yerlerde dolaşıyor, şehrin halkına ve tacirlerine Allah’ı hatırlatmak istiyor ve bunları alış-veriş uykusundan tevbe ve nedamet uyanıklığına davet ediyorlardı. Çarşıyı, tiksindirici bir duman, ürpertici bir gürültü kaplamıştı. Bu dumanlı gürültü en adi bazirgân- lıkve pazalıkçılık ruhunu, bütün pisliği ile canlandırıyordu. Fakat Mescİd-i Aksâ‘nın özlü ve temiz havasına kavuşmak için böyle bir mezbeleden geçmek, hiç de fena değil. Çünkü çarşının hali, dünyaya düşkünlüğün bütün sefaletini, bütün çirkinliğini, bütün mübalâgasiyle belirtiyordu. Ve buradan geçereV, Mescid-i Aksâ sahasına kavuşmak, bir mi’rac, bir kutsal kurtuluş sayılmağa lâyıktı. Dışı, Türk çinileriyle süslenen Sahre kubbesinin altına girdiğim zaman, hayretimden donakalmıştım, Saııkî birdenbire şahlanmış gibi zeminden kopan bir iri kaya muhteşem bir şebeke içinde, ve dışı çinili, içi son derece musanna’ kubbenin altında idi. Kayanın etrafında dolaştıktan sonra kayanın altındaki boşluğa indimve burada kayanın etrafına örülen duvarı gördüm. Fakat bu duvarlar bu kayayı destekleyebilir mi ? Bu duvarlar örüldü de sonra bu kaya bunların üzerine mi yerleştirildi ? Bunların birine de cevap verecek durumda değilim. Bildiğim birşey, bir rivayettir ve bu rivayete göre bu kayanın mi’rac gecesi, Hazret-i Peygamber’in, Burak’ a binmesini kolaylaştırmak İçin yerinden kalkmış ve muallâkta kalmış olduğudur. Ve benî herşeyden fazla bu rivayet ilgilendiriyor.

Çünkü mi’rac şerefine yükselen bir kaya görüyorumve bunun verdiği dersi düşünürken içime birşeyler doğduğunu hissediyorum. Sanki bu taş bana diyordu ki: « İnsan oğlu! Ben mi’racı hissetmiş ve yaşamış bir kayayım. O duygu ile yerimden sıçramış ve gök yüzüne doğru bir adım atmışım. Fakat o adımı attıktan sonra bir daha geri dönmemişimdir, bir daha alçalma- mışımdır Çünkü gökyüzüne doğru bir adımyükselme zevkini duyan bir taş bile, bir daha geri dönmez ve bir daha alçalmazl» Onun için bu taş parçasının bütün gururumu ezdiğini hissediyorum Ben ki duyar, irade eder, muhakeme eder bir varlığım, bu taşın duyduğu heyecanı duyamıyorum. Ben ki hayvanlıktan insanlık seviyesine sıçramıs bir varlığım, bu mi’racın zevkini bu taş kadar hissetmiyor da hâlâ hayvanlığımı yaşatmak için esfellere yuvarlanıyorum. Neden bu taş kadar mi’racımm zevkini yaşayarak daima iyiye, doğruya; daima güzele ve kutluya doğru yol almıyorum? Neden içimi hayvanlığın yırtıcılığından temizlemeğe savaşmıyorumda yırtıcılığımı tekemmül ettirmek için uğraşıyorum? . Çünkü insanlığımın mi’racını bu taş kadar hisset- memişimdir. Ve ne yazık ki hissedemiyorum. Çünkü kalbimbu taştan daha katı, daha hissiz t Ne yazık ki ben bu kalbi taşıyarak onunla övünüyordum. Fakat bu taşı gördükten sonra bu kalb gözümde küçüldü, küçüldü ve ben onun bir taş parçası değerinde olmadığına inandım. Hattâ bu taş parçası, ondan üstündür. Çünkü kâmil insanın miraç heyecanı karşısında yerinden oynayarak ona binek olmuştur. Senin kalbinse süfli ihtirasların bineğidir ve sen esfellerin esfelinde yaşayan bir varlıksın. Bu taş, â‘lâya doğru bir adım atmış ve o aşk ile bir daha yere dönmemiştir. Bu, hal ve bu ders karşısında utan ve taşları utandır.

Yüreğini temizle de ulviyet ve kudsiyet şahikalarına yönet. Hiç olmazsa bu taş kadar yüksel; ve bu uğurda attığın her adım, kutlu bir mi’rac olsun ! * * Kayanın altında içimden geçenler bunlardı- Ve belki bu yüzden kayanın altında ezilmedim. Bilâkis geniş bir Serinlik duydım. Onun merdivenlerini tırmanarak kubbe altının loşluğuua kavuşurken Süleyman Dedeyi hatırladım : Pes geçüb mihraba ol hayrül-enam Enbiya ervahına oldu imam. Ben de Aksâ‘nın mihrabına geçerek belki Hayrül-e- namın durduğu yerde durdumve derin bir ibadete daldım. Enbiya ervahiyle hembezm olduğumu içimin ferahlığından hissediyordum. Ve bu ferahlık içinde buradan ayrıldım. Benimnaçiz mi’racımbu kadardı. Ben de bu mi’ra- cin zevkini tek başıma yaşamak üzere mukaddes sahadan ayrıldım. Deminki kalabalık ve kapalı şehrin içinden nasıl geçtim ? Pek farkında değilim. İç âlemime o kadar çekilmiştimki gözümbirşey gormüyoıdu. Yalnız kapah şehre veda ettikten ve bir müddet yürüdükten sonra kendimi bir yokuş başında bulmuştum. Yokuşu tırmanmayı göze alamadığım için sağa sola baktım ve bir kitabevinin vitrini beni kendisine çekti. Çok geçmeden bu kitabevinin içinde îdim ve adım adım dolaşa dolaşa bîr ingilizce kitap önünde durdum. Adı : NEBÎ ! îdi.

Kitabı karıştırmadan önce müellifinin adına baktım. Yakınşarklı idi. Kitabın içine baktım- New-York’da basılmıştı- Ve kırk dört kere I Ben de bugün zaten bir Nebî ile hembezm olabilirdim ve başka bir kimse beni doyuramazdı!… Mademki mukadderat bu mi’racdan sonra bu Nebî ile görüşmeyi nasip etmişti. Benim gibi bir yolcu için bir hayli ağırca olan bedelini hediye ederek eseri almış ve Hazret-i Davud misafirhanesindeki hücreme çekilmiştim Nebî ile karşı karşıya idik- Oturduk ve konuştuk. Bu Nebî, sanki, şahlanmış kaya altında benim düşündüklerime tercüman oluyor, benim ruhumun orada aldığı İlhamları anlatıyorduBu, bir keramet mi idi ? Bilmem. Fakat bir vâkıa idi. Nebî‘yi baştanbaşa okuyarak dinledimve sevindim. Çünkü, içimde kalan herşeyi, dışa vuran ve apaçık söyleyen bir kitap bulmuştum. Ve bu kitabın adı « Nebî» idi! * Fakat bu kitabın kahramanı hakikaten bir Nebi mi idi ? Bana öyle gelmedi. Çünkü bu, daha doğrusu bir Veli idi, bir Hak Erenlerdi. Ve kullandığı dil, tamErenler dili idi. Fakat bu dil! ne güzel kullanmıştı. Ve onunla söylemek istediklerini ne güzel söylemişti I Çölün kumları içinde yüzen yolcunun serin serin estiğini hissettiği birer nefesti bu ! Çölün susuzluğu içinde bağrı yanan kervanın, akar sular gibi çağladığını hissettiği sesti bu Dokunduğu her konuda ruhu, bütün saffet ve samimiyeti ile konuşturan, tabiatin dili ile konusunu söyleten bir Erenlerdi bu . Onun ledun kitabı, tabiattı. Herkesin içinde ve dışında yaşayan, tabiat âlemi.

Olan, biten, olacak bitecek herşeyi ihtiva eden; güzeli, doğruyu, iyiyi, kutluyu, ve herşeyi toplayan, Gören göze ve duyan kalbe herşeyi söyleyen, her sırrı (aş eden, Gören göze ve duyan kalbe her derdin dermanını öğreten, her güçlüğün anahtarını ve bütün definelerin tılsımını veren tabiat âlemi. Ledün kitabı odur elbet. Ve o ledün kitabına âşinâ olmak için, gören bir göz ve duyan bir kalb, fakat tamgören ve tamduyan bir göz ve kalb sahibi olmak gerek. Hak Erenler de böyledir. Tabiat ananın öz evlâdıdır ve onun tam tercümanıdır Onun için bu eserde, her örneğini tabiattan almış, her misalini orada bulmuş, ve tabiatın güzelliklerini saya döke onaj uymayı, onu örnek edinmeyi telkin etmiş, bütün bu yaptıklarını çok iyi yapmış, bütün sunduklarını çok güzel sunmuştur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir