Halil Kocagoz – Uzaya Kacis

Sun, sevgiyle ışıyan gözlerle, Tan’ı yeraltı evlerinden uğurlarken, gün ışığı aktarmasıyla aydınlatılmış tünel sokakta, bir süre karşıya geçişini izledi. Tan, özeksel hava basıncıyla büyük tüp borular içinde kayan, yeraltı treninin durağına vardığı zaman, içi bir hoş oldu… Sun, ona bir kez daha, sevecenlik ve mutluluk dolu sesiyle: – Başarılar sevgili Tan!. diye mırıldandıktan sonra, cam-taşlıktaki sera—çiçekliğini bir süre gözden geçirdi. Su püskürmesiyle renk renk ışıyan çiçeklerinin, ısı, ışın ve sıvı gübre ayarlamalannı yeniden düzenledi. Ellerini küçük fışkırgaça tuttuktan sonra içeri girdi. Girince de evlerinin kapısı kendiliğinden kapanıverdi. Gerçi, işe giderken, her gün, birlikte yola çıkarlardı, ama, bugün, Tan’a, uzay ortam çağrıgörün’ünden ivedi bir ulaştın gelmişti; uzay tasarımının uygulanması öne alınıyordu!. Bu nedenle kahvaltı etmemişler, Tan’la birlikte birer ‘Erk’-enerji hapı- almayı yeğlemişlerdi. Eşi, sorumluluklarını bilen, çağına göre oldukça duygulu, iyi yürekli bir kişiydi. Bilgisayar uzmanı olması nedeniyle de, olaylara ussal ve soğukkanlı bir gözle bakma yeteneğini kazanmıştı. Ama yine de bir ozansı yanı vardı işte. Bu nedenle, tasımlama uygulamasının öne alınma olasılığı, onları birden bir yürek çırpıntısına itivermişti işte… Sun da, işe gitmeye hazırlanırken, bu konu boyuna kafasını kurcalıyor, şaşkın, yan bilinçsiz devinimlerle, ortalığı toplamaya çalışıyordu. Bir yandan da; – Sakın Tan’m başına bir iş açmasınlar? diye mırıldanıp duruyordu… Sun da sanki Tan’ın şu ozansı yanının yansıması gibi gökçeleri andıran bir güzellik içinde olurdu hep… Gözlerinin içinde sanki binlerce yıldız uçuşur, uzaycıl gizem pınarlarından akan bir sesle konuşurdu.


Sanırdınız ki evrensel bir bilinç, bir düş ülkesindeymiş gibi onun derinliklerine iner, sonra oradan, ağır ağır, içli içli, ama güven verdirici bir sevecenlikle, dudaklarından dökülürdü. En soyut düşünceler bile, ağzında öylesine bir ballanırdı ki, herkes büyülenmiş gibi onu dinler, o konuşurken, somut, kuştüyü bir yastığa başlarını koymuşçasına, onun bu güzel görüntüsüne dalıp giderlerdi… Ama Sun, düşünceleriyle bu sesi öylesine bir yoğurmayı bilirdi ki, yaşam bütün gerçekleriyle, sanki arkasından sürüklenir, gelirdi. İşte yine öyle oldu, bomboş evi dolduran mırıltısı, onu, daha bir canlandırdı. Bir süre, çeşitli iklim bölmeli akvaryumun önünde dolaştı. Sonra, yarı saydam, açık mavi sabahlığının içinde -yürek çırpıntısının ölçüsünü anlayabilmek için- üç boyutlu ışın aynasının önünde durdu. Aynanın düğmesini çıtlatınca, orada bütün boyutlarıyla görüntüsü belirİvermişti: Kendinden kumral saçlarını, elleriyle okşadı. ‘Doğrusu, yapay ilaç almadan, kimsenin saçı, bunca tatlı ve pırıltılı olamaz…’ demişti Tan. Bunu düşününce, bilinçsizce oynadığı, saçlarındaki elleri, sanki Tan’m elleriymiş gibi geldi ona. İçi tatlı tatlı ürperdi… Sedef parıltılı, tel tel, incecik saçları, klimanın hafif esintisiyle savrulurken, sanki Tan’ın tinselleşmiş elleri, yüzyıllardır onları okşuyormuş gibi geldi ona. Sanki Tan’ın, çağlardır birikmiş duygulardan titreyen dudakları, teninin sonsuz yumuşaklığında gezinip duruyor, güzelliğini ölümsüzleştirmek için çırpınıyordu, bu görüntüde… Sun birdenbire irkildi. Sonra işine yetişmek İçin giysi odasına koştu. Saydam mavi sabahlığını üstünden attı. Ter emici iç çamaşırlarını, süt beyazlığındaki göğüslerine ve kalçasına geçirdi. Yan saySONUMUT’ UZAY KENTİ dam iş giysilerini de kuşanınca, o kendine özgü sesiyle; – Oh, sevgili Tan, diye mırıldandı, bakalım bu işi nasıl başaracağız! Bakalım başımıza neler gelecek?. Çünkü, uzay gemileri baş danışmanı Andur ‘la birlikte, onu ne diye ivedi çağırsınlar? Koskoca uzay kenti başkanı, ne diye onlarla bağlantı kursun?. Şimdi iki ayağımız bir pabuca girecek işte… Oysa, Tania evlendiklerinden bu yana, sessiz, durgun, ama mutlu bir yaşam içinde günleri akıp geçiyordu. Düğünleri yapılalı daha üç ay olmamıştı bile… Belki dört ay… Bilemiyordu.

Ama baş döndürücü güzel günler, iş uğraş, eğlence derken, yatağını bulmuş bir ırmak gibi, öylesine akıp geçiyordu ki… Her gün birlikte, tatlı tatlı konuşarak, kahvaltı etme olanağını buluyorlar, gün batımlanndan önce, yeşil alanlarda, yapay kırlarda dolaşıp eve dönebiliyorlardı. Geceleri, eksik olmayan konuklarıyla yemeklerini yiyorlar, sonra yalnız kalınca bin yıllık arkadaş gibi el ele, teleekranda, yeryüzünü, eğlence alanlarını, ‘Sonumut’ yıldızındaki olayları, uzay gemilerini izleyip duruyorlardı… Çoğunlukla da her gün -haftalık üç tatil günü dışında- uzay ortam alanına değin, birlikte işe gidiyorlardı… Sun, bütün bunları düşünürken, dayanılmaz bir sevgi ürpertisi, tepeden tırnağa kendisini sarıverdi. Sonra bunu, karın boşluğundaki, tatlı bir kıpırdanma izleyiverdi: – Hey gidi Sun, diye mırıldandı kendi kendine, belki de bir bebek bu… Tan’ın sevgisini çevrenler boyu büyütecek bir bebek bu…. İnsanlığı yaşatacak, bilinci sonsuzlaştıracak, bir değer artışı, bir yaşam çoğalması… Gerçeğe şimdiden tekmesini atmaya başladı bile… Bu gece Tan ’a bunu muştulamalıyım… Hem çağrı-görün ’le de bu muştuyu ileteceğimi söylemeliyim ona… Bunu der demez, sevinçle, plak arşiv katalogunun düğmesine bastı. Yüzlerce yıl öncesinin ünlü bir ezgisini bularak, sete şifresini verdi. Hava basıncı yastıktı koltuğunu açarak bir süre yerleşti. Şimdi işe gidinceye değin, geriye kalan kısa bir süre içinde, bir yandan, iklim bölmeli akvaryumunda, tek hücrelilerden, amiplerden, ta insan’a değin, bilinci gittikçe güçlendiren, doğanın gizemli evrimini izlemeye koyulurken, bir yandan da çok eski ünlü bestecilerden Beethoven’in, dokuzuncu koral senfonisinden bir bölümü, dalgın bir mutlulukla dinlemeye koyulmuştu: ‘Bu yel bizi mutluluğun kucağına götürecek, Gözyaşlarımız dinecek, yaşam neş’elenecek… ’ • •• Tan, yeraltı treninden sonra bindiği, hava yastıklı uçakla, Uzay Dağılım Alant’na gelmiş, arkadaşı Andur’u şaşkınlık içinde bulmuştu. Az sonra, sayısız görevlileri taşımaya başlayacak, yürüyen bantlı koridorlara girmişlerdi bile. Bereket robot ‘Yo’, kimlik denetimini onları durdurmadan yapmıştı. Heyecandan, yandaki giysiliğe uğramadan, üstlerindeki çeli-kon tulumu hışırdatarak, koşar adımlarla giriş holünü geçtiler. Andur gözü seyrer gibi tikleriyle boyuna: – Ne olacak şimdi, kardeşim Tan, ne olacak? diye söylenip duruyordu. Tan: – Sabırlı ol, sabırlı ol… Bunu az sonra anlayacağız… diye kısaca yanıt verdi. Bir yandan da, cebinden çıkardığı minicik telsizle, sekre-taryaya geldiklerini duyuran Andur’un, çocuk gibi heyecanlı davranışlarını izlerken, düşünüyor, düşünürken de, arada bir yüzünü ekşitiyor, arada bir gülümsemek zorunda kalıyordu: – Niye sakal bırakıyor bu adam, diye mırıldanıyordu kendi kendine, daha genç, hem de bekar… Üstelik aldığı ‘saçboy’ilacıyla, saçı sakalı da mavi çıkıyor. Bir özenti bu… Bir yapaylık… Bir kendine özgülük sağlamak için çağın garip bulgularına hemen uymak mı gerekir? Tersine bir çeşit robotlaşma değil mi bu? Doğrusu bizi çağlar önceki insanlar görebilseydi, şu çelikon giysilerimizin içinde, gülünç bir biyonik adama benzetebil irlerdi… Bölüm ortayına geldiklerinde, Andur, Tan’a, göz atar gibi bir gösteri çaktı. Öyle ki Tan bunun, bir tik mi ya da bir belirleme gösterisi mi olduğunu güçlükle anlayabilmişti.

Az kaldı, ışıklı tele-tabloyu geçip gideceklerdi çünkü. Tan, durumu anlayınca, yandaki duran kaldırıma atladılar. Işıklı tablodan, başkanlık salonu asansörünün makas şifresini alarak, devinim kolunun düğmelerine verdiler. Kolu çekerek yandaki banta atladıklarında, bant önce düşmemeleri için yavaş, sonra da baş döndürücü bir hızla yol almaya başladı. Artık sağa, sola, çeşitli makaslardan geçerek, çeşitli koridorlara dönüyorlar, esinti oluşturabilen bir hızda ilerliyorlardı. Yürüyen yol arada bir merdivenleşerek, kavşakların üstünden aşıyor, yükselip alçalarak çeşitli yönlere doğru akıyordu. Karşı bantlardan akıp geçen çoğunluk ise, kapalı alan giysileri içindeydi. Görevlerine göre renk renk giysiler içinde bir kalabalık, ışıltılı bir ırmağın üstüne düşmüş yapraklar, çiçekler gibi, yanlanndan döne dolana akıp geçiyordu durmadan… Kimi tüy gibi giysilerini uçuştururken, esintilere karşı direnir gibi dikiliyor, yarı saydam mayolu, eteklikli kızlar kadınlar, renk renk pelerinlerini uçuşturarak birbirine değmeyen çeşitli bantların üstünden kayıp gidiyorlardı… Kimi durmaktan, devinimsizlikten, kaslarının uyuşmaması için yürüyen bantlarda havaya sıçrayarak, koşar gibi dizlerini bükerek oynatıyor, kimi de cambazlar gibi iki ayağını önlü arkalı açarak, gövdesini esneterek, parmak uçlarına doğru eğilmeye çalışıyordu… Yandaki durağan kaldırımlarda arada bir devinen ayakçı robotlar görünüyordu… On sekiz kat yerin dibinden gelen, yedi yüz yirmi iki katta gökyüzüne tırmanan asansöre geldiklerinde, yürüyen bant durdu. Kapılar kendiliğinden açıldı. Ayaklarını, kollarını serbestçe oynatabilecekleri askılı koltuklara yerleşir yerleşmez, ikisi de asansörün hızından, derin derin iç çekmek zorunda kaldılar. Andur, yumuşak meşin tabanlı, file çoraplı pabuçlarını havaya doğru kaldırıp, çelikon giysilerini hışırdatarak, bir iki göz kırpar gibi davranıştan sonra; -Kardeşim Tan, dedi, artık öte-evrene göç zamanı yaklaştı. Bana öyle geliyor ki, son günleri ipe dizmeye başladık. Demek isterdim ki, yeryüzünün, bir daha kolay kolay bulamayacağımız tadını çıkarmaya çalışalım… Ama sanırım bunda geç kalıyoruz… – Ağzını hayra aç… diye kısaca yanıtladı Tan. Şakaklarını oynatıp, yüzünü ekşitti. – Çok zamanımız olmasa gerek, dedi Andur,yoksa başkanın bizim gibi iki genç uzmanı doğrudan çağırması başka bir yorum gerektirir j ı mi? Hemen BİS ’terimizde, yani şu küçük bilgisayarlarımızda bunu araştırmalıyız… İvedilikle! Tan da, doğrusu bu olağanüstü çağrıya bir anlam vermeye çalışırken, garip garip davranışlarda bulunmaya başlamıştı.

Parmağını yiyecekmişçesine ısırarak düşüncesini zorluyor, gözlerini yumuyor, askılı koltukta fır dönerek kendini iki yakaya savuruyordu. Derken, şaşkınlıkla, us yardımcısı BİS’in düğmesine basacağı yerde, çelikon giysinin sağ cebine yerleştirilmiş, anılar yardımcısı araca basıverdi. Hem de ayarlama yapmadığı için, başka yaşamlarla özdeşleştiği, yıllar öncesi zamanlara gidiverdi böylece. Daha önce yaptığı deneylerde, anılar makinesini bu frekans ortamında bıraktığı için, önce kendine kızacak oldu. Sonra, görüntünün ve olayların ilginçliği, bu düşünceyi de usundan siliverdi. Şimdi gözlerine ansızın kapanan, küçük tele-ekranlı gözlüklerinden, ta on iki bin yıl önce yaşanmış olaylar akmaya başlamıştı… Bir yandan bunlan izlerken, bir yandan da kendini toparlamaya çalışarak düşünüyordu: – Evet evet, diye mırıldanıyordu, atomun parçalanmasının, daha yeni bulunduğu bir çağdı bu… Bilinçaltı yaşamım işte bu zamanı görüntülüyor. O zaman, Köken adlı bir ozanın tininde var olmuştum, ben… Sevgili Sun da, bilinçlerimizin ilk kesiştiği bu çağda, ‘Sevi’ adını taşıyan eşimin, varlığıyla özdeşleşmişti… Yıllar sonra, bu sevdiğim tine, bir kez daha, sevgili ‘Sunda kavuşacağımı nereden bilebilirdim ki? İşte: ‘Cankuşum…’ diye seslenen bu ses… Hangisinin sesi?. Çöz çözebilirsen… O işte… İyiliğin, güzelliğin ölmez esini… İnsanlık değerinin örnek gökçesi!. Bir gün evdeki teleekrana da bunu yansıtabilirsem, kimbilir Sun, nasıl şaşıracak. Mutlanacak belki de… İşte günlük güneşlik bir gök… İşte, görüyorum, onun renk renk çiçeklerle donattığı bahçe bu… Ardında bizim o bereketli tarlamız, mor çiçekli pamukları, iri, sem başaklı buğdayları, bu masmavi göğün altında bir yöreşen gibi uzanıyor. Tertemiz, saydam bir havada cıvıl cıvıl öten serçeler, çatalkuyruklu kırlangıçlar… Yemyeşil okaliptüsler altında işte o küçük çiftlik evi… Onun o günler içinde diktiği yaseminler, sarmaşık gülleri, petek petek kırmızı tuğlalardan örülmüş, balkonuna uzanmış… Oradan mı bakıyor o? Oralarda mı geziniyor? – Şimdi görev sırasında, anı gözlüklerini kapatıp, eskiyi düşünmenin bir yararını anlayamıyorum, diye seslendi Andur, yüksek sesle. Başkan Biltekin’in bizi çağırma nedenlerini BİSleyerek araştırmamız gerekiyor. Yoksa, soracaklarının yanıtlarına hazırlıklı olamazsak, zaman yitirmek zorunda kalırız… Tan, Andur’un bu uyarısıyla toparlanarak, aracı durduran düğmeye basıp, teleekranlı gözlüklerini açtı. – Çok garip bir şey oldu, dedi. Bir bilsen, ilk kez böylesine bir bilinç altı yolculuğunu bulmuş oluyorum.

Zamanımız olursa, büyük tele-ekranda bunu sana da canlandırmak isterdim… Tan anılar makinesinin, bilinçaltı makinesiyle birleşerek, çok eski yaşantılara ulaşmasından öylesine etkilenmişti ki, Andur bu kez daha heyecanlı, Tan’ın kolunu sarsarak çekmek zorunda kaldı; – İşte yaklaştık, diye ünledi, bunca soğukkanlı oluşuna şaşıyorum. Bunca önemli olaylar içinde, anılar makinesine kapılmanın yeri mi şimdi? Eğer, uzaya göç tasarımız gerçekleşemezse, sonsuza dek var olması gereken insanın ne anıları kalır, ne de o güzelim bilinci! – Haklısın Andur, dedi Tan bu kez, bu son fırsat… Bunu kaçırırsak, güneşin antienerji durumuna geçerek, kendi gezegenlerini bile yutmaya başlamasıyla, bu korkunç burgacın içinde kalabiliriz. Daha ona kalmadan, atomcul patlamalarını, ultralavlarıyla birlikte yeryüzüne ulaştırdı mı sen seyreyle gümbürtüyü!. İşte o zaman, insanlık selinin ağışmasıyla, doğanın o en güçlü bilincinin de yok olması, ilkelin ilkeline dönüş olmaz mı? Kendi kuyruğundan başlayarak, kendini yutmaya çalışan bir dev gibi, evren nasıl olur da böyle bir dönüşüme girebilir? Us evrenim bir türlü bunu kavrayamıyor… – Elbet, işte bunun için çalışıyoruz ama, dedi Andur, tarihin bu en ağır görevini, ne diye bizim sırtımıza yüklemişler? Ya başaramazsak… Sorumluluğumuzun ağırlığını bir düşünsene!. Bu sırada asansör birden durdu. Koltuk bağlarını çözüp inerlerken Tan: – Bu bir birikim, dedi, sonuna biz vardık. Ya da her son, yeni bir başlangıç olduğuna göre… Olguların ortasında didiniyoruz işte. Ama elden de uygarlık bayrağını, bizim kuşağımıza değin taşıyan elleri de unutursak haksızlık etmiş oluruz… Bunlan dinlerken, Andur, anılar ekranındaki takvimi yakıp söndürerek: – Elbet, bu da bir değerbilirlik, diye mırıldandı, bu birikimler, birlikte aynı şeyleri düşünmemizi de sağlıyor. Haklısın… On dört bin yılının şu en sıcak temmuzunda, bizden önceki insanların, bizi buraya getiren çabalarını bir düşünsek, insanlık yaşamını korumamızın gereğini, çok daha iyi anlayabileceğimizi sanırım… ‘Dünya yine de dönüyor’ diyen ve asılmak için yargılanan Galile ‘den, radyumu bulmak için ellerini yakan Curie ’den, ‘Göreceliği’ bulan Einstein ‘dan, bilinci beşinci boyut olarak öneren Köken Ozan ‘dan ve deha nicelerinden bize gelen düşünce ve buluşlar olmasaydı, şimdi hangi düzeyde olurduk? -Ve bu gün diye sözü ağzından aldı Tan, göçü gerektiren şu sırada yeryüzüne çakılı kalmış son altın çivi gibi, güneşin ultralavlarıyla eriyip giderdik işte, dedi. Onların onuru şimdi bizim olmuşsa, insanlık dediğimiz o canlı varlıkta özdeşleşmiş olmamız gerçek yaşamı ve giderek doğayı sonsuzlaştırıyor. Ve bu olgu, her özdeğin bir tini olduğu gibi, evrenin de, böyle büyük bir tinle birlikte var oluşunu kanıtlamıyor mu? -Ama işte bu daha kanıtlanmış değil, dedi Andur. Büyük göç’ü başaramazsak, bunun kanıtı şöyle dursun, gerçeğin anlamını bile yitirmiş olabiliriz. – Bu konunun en doğru yorumuna yaklaştığımızı sanıyorum… dedi Tan. ‘18 + 722’ yazısı, ışıklı göstergede belirince, kapılar açıldı. Bir düğmeye basarak, çelikon giysilerini oksijenle biraz şişirdiler ve yakalıklarını indirip kendilerine bir çekidüzen verdiler.

Bekleme odasının koridoru, sonsuz bir pencere gibi ışınlan geçiren ama içerideki sıcaklığı dışanya vermeyen özel bir camla örtülmüştü. Katı yeryüzünü saran bulutların düzeyinde olduğu için, camlarda su tozanlan bırakıp geçen bir sis tabakası, çevrenin görünmesini engellemekteydi. Camlann üstündeki sızıntılar, ortalığa hem bir gariplik veriyor, hem de geniş salonun güçlü ışıklarıyla yer yer umut pırıltıları gibi şimşeklenerek çakıyordu. Karşıdaki başkanlık bölümünün girişi, büyük kapının üzerinde yer alan yapay bir gökkuşağıyla aydınlatılmıştı. Dirsek keyfine göre ayarlanmış, hava basınçlı uzun koltuklara bile uzanmadılar. Beklemenin uzun olabileceği düşünülerek, çeşitli gereksinimlere göre ayarlanmış bir oturma yerinin ucuna ilişerek, yerleştiler. İşte tam bu sırada başkanlık sekretaryasma geldiklerini belirten duyuru da kendiliğinden yapılmış oldu. İç salondaki ışık belli belirsiz renk değiştirdi; sürekli derinlerden duyulan bir ince ezgiyi gonk sesleri uyumlu olarak fonlandırdı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir