Hasan Cemal – Kürtler

Anlatmaya başladı: “Hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, dağa çıkardım.” Dinledikçe içim acıdı. “Adım, Felat Cemiloğlu. 1928 Diyarbakır doğumluyum. 1982 yılında Diyarbakır E Tipi Askerî Cezaevi’nin 33 No’lu koğuşunda yaşadıklarım cehennemdi. Ben sekiz yaşındayken, 1936’da bütün Cemiloğlu ailesi ve damatları, İskân Kanunu uyarınca değişik illere, Ordu’ya, Giresun’a, Samsun’a, Kastamonu’ya, Sinop’a, Lüleburgaz’a, Kırklareli’ne, Edirne’ye, Konya’ya, Denizli’ye sürülmüşler. Bizim aileye Ordu düşmüş. Ben ilk ve ortaokulu Ordu’da okudum. Lise olmadığı için 1944’te İstanbul’a, Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı gönderildim. Ordu’ya sürgün gidince bizim aileye bir ev ile bir fındık bahçesi verilmiş borçlandırma karşılığında… Diyarbakır’ın en köklü ailelerinden biridir Cemiloğulları. Yetmiş köyü varmış. Bazı köylerimizin isimlerini anımsıyorum: Karabaş, Köprübaşı, Ambar, Tavuklu, Şernami-Yeni Evler. Sonra kaza olan Bismil de bir zamanlar Cemiloğlu ailesinin köyüymüş. Biz Diyarbakır’dan Ordu’ya sürgün edildikten sonra bizim topraklara, köylere Bulgaristan’dan gelen muhacirler yerleştirilmeye başlanmış… Savaş sonrası 1948’de Amerikan Marshall Yardımı’yla birlikte sürgün kararı kalktı. Evinize dönebilirsiniz dediler.


Ya da isteyen Ordu’da ve diğer vilayetlerde kalabilir dendi. Herhalde Amerikan yardımının bir önkoşulu olarak İskân Kanunu kaldırılmış oldu. Diyarbakır’a dönmeye karar verdi ailem. Topraklarımızın bir kısmına Bulgar muhacirler konmuştu. Ancak tapuya tescil ettirmeyenlerden, sıcak ve hastalık nedeniyle kaçıp gidenlerden topraklarımızı, sekiz on köyü geri aldık. Buralarda şimdi hâlâ Bulgar muhaciri Türkler yaşar. Öteden beri daha çok resmî devlet dairelerinde kapıcı, odacı, memur olarak çalışırlar. 1948’de ben de İstanbul’dan Diyarbakır’a geri döndüm. Lise son sınıfı okumaya başladım. Lise bitti, tekrar İstanbul’a gittim. Sultanahmet’teki Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’nu bitirdim. Diyarbakır’da Belediye İktisat müdürlüğü, Millî Koruma müdürlüğü, Ticaret ve Sanayi Odası genel sekreterliği, başkanlığı, 1992’de ise Güneydoğu’dan ilk üye olarak TOBB Yönetim Kurulu üyeliği yaptım. İskenderun’da askerlik hizmetimi yedek subay olarak yerine getirdim. 27 Mayıs oldu. Sekiz ay kadar Belediye reis vekilliği görevinde bulundum.

O zaman Diyarbakır valisi Namık Kemal Şentürk’tü. Abim Nejat Cemiloğlu 1963’te İsmet İnönü’nün CHP’sinden Belediye reisi seçildi ve 1974’e kadar iki dönem yaptı bu görevi. 1977’de Demirel’in AP’sinden Belediye başkan adayı oldum. Mehdi Zana bağımsız olarak kazandı. 1989’da da Özal’ın ANAP’ından başkan adayı oldum. Rahmetli beni özel bir kamuoyu yoklamasıyla bulmuştu. Ordu’dan döndükten sonra abimle birlikte 12 bin dönüm araziyi işlemeye başladık. Bu arada ben on iki yıl Şirnak Kömürleri Vilayet mutemetliği yaptım. Ne miydi bu? Kömür tevzii. Şirnak kömürlerinin Şirnak-Kurtalan arası nakliyesi. Günde 1 000 ton kömür çekerdik. 100 kamyon demekti her gün. Kurtalan’dan trenle 18 vilayete dağıtılırdı. 1982’de Diyarbakır Ticaret Odası’nda yöneticilik de yapıyordum. Elli dört yaşındayken, 21 mayıs 1982’de gözaltına alındım.

Önce evim ve bürom arandı. Evden ayrılırken eşime, hadisenin Kurtalan’la alakası olabileceğini ve Bedii Tan ile Aziz İpekçi’ye her şeyin doğrusunu anlatmalarını söylemesini tembih ettim. Diyarbakır Orduevi’nin arkasında YSE’ye ait bir otobüse bindirildim. Otobüste bir üsteğmen, bir başçavuş ile on kadar asker vardı. Sabaha karşı Siirt’e ulaştık. Merkez Komutanlığı’na geldikten sonra üsteğmen bir yere telefon ederek ‘Emaneti getirdik!’ dedi. Ömer isminde bir askeri çağırdılar. Uykudan yeni uyanmış olarak geldi. Ceketimin ensesinden yakalayarak ve sert şekilde iterek bir büroya götürdü, köşede bir odaya soktu. Hayatımda ilk olarak böyle bir muamele gördüğüm için çok ağırıma gitti. Odada arkası olmayan bir sandalye ile yerde manyetolu bir telefon ve duvarda ‘İstiklal Marşı’nın on kıtasına ihtiva eden bir serlevha vardı. Uygunsuz davrandığım takdirde bana dayak atacağını söyleyerek gitti. Sabaha kadar sigara içerek ve sandalyede pinekleyerek vakit geçirdim. Sabahleyin çatal, çorba ve ekmek verdiler. Ekmekten çok ağır bir küf kokusu geliyordu.

Kusacak gibi oluyordum. Böylece iki gün yemek yiyemedim. Yemek getiren askerlerden biri, alışacağımı, bunu da arayıp bulamayacağımı söylerken, hadiseler bana rüya gibi gelmekte ve her an çağrılıp ifadem alındıktan sonra serbest bırakılacağımı düşünüyordum. 22 mayıs 1982 Cuma sabahı üç dört kişilik sivil ekip, gardiyan Ömer, parama ve eşyama ait bir zabıt tuttular. (Evden alındığım sırada bozuk paralarımın haricinde yanıma 50 bin lira almıştım.) Bu arada beş altı paket Maltepe sigaramı da aldılar. Bundan böyle sigara içmemin de yasak olduğunu söylediler. 23 mayıs 1982 Cumartesi gününü de işkence odası olduğunu öğrendiğim odada, gardiyan tembihiyle ‘İstiklal Marşı’nı ezberlemekle, sandalye üzerinde veya beton zeminde ceketimi alta sererek geçirdim. Pazar günü akşama doğru gardiyan beni bölük komutanının yanına götürdü. Bölük Komutanı Mustafa Samur, bana buranın ‘soruşturma’ olduğunu, her türlü işkenceyi görebileceğimi, sakat kalsam, ölsem dahi kimsenin kendilerinden bir şey soramayacağını, bu sebeple sorduklarına doğru cevap vermemi ve kendisine ne söylersem sonradan değiştirme veya inkâr yoluna sapmamamı tavsiye etti. Müteakiben, buraya yasadışı bir örgüte yardım mevzuunda getirildiğimi, bu hususta bildiklerimi anlatmamı söyledi. Ben de Dicle İnşaat ve Ticaret Limited Şirketi’nin müdürü ve ortaklarından olduğumu, Şirnak’taki kömür ocaklarından Kurtalan’a 150 bin ton kömür ihalesiyle, bu kömürleri vagonlara yükleme işi yaptığımızı ve ayrıca Diyarbakır Vilayeti’nin mutemedi olarak kömürlerini temin ettiğimizi, Şirnak-Kurtalan arasındaki ihaleyi değişik senelerde 1976’dan beri üç defa şirketimizin aldığını ve günde 800 ton kömür taşıma mecburiyetinde olduğumuzu ve Şirnak-Kurtalan nakliye işinin şirket tarafından vazifelendirilen Aziz İpekçi’nin idaresinde yapıldığını söyledim. Ancak ihalenin aksamaya başladığını, günde 100 kamyonluk nakliye yapılması icap ederken, son zamanlarda günde 2 kamyona kadar düştüğünü, kamyonların yollarda, hatta Midyat civarında yol güzergâhındaki karakolların yanında soyulduklarını, soyulan kamyon şoförleriyle bu hususta devamlı tutulan zabıtların Türkiye Kömür İşletmeleri’ne ve Siirt Sıkıyönetim Komutanlığı Yardımcılığı’na gönderildiğini, bu arada kimsenin mevzuyla alakadar olmadığını söyledim. Bu arada işi yapamadığımız, teminatımızın irat kaydedileceği, işin yeniden ihaleye çıkarılacağı, cezaî şartların uygulanacağı, telgraf ve yazıyla ihbar ediliyordu. 1980 yılı temmuz ayı sonları olmalı.

Kurtalan’daki işleri idare eden Aziz İpekçi Diyarbakır’a geldi. Benimle yalnız görüşmek istedi. Telaşlı ve korkmuş bir hali vardı. On sekiz-yirmi yaşlarında bir gencin yazıhaneye geldiğini, Apo örgütünden olduğunu, 5 ağustos tarihine kadar şirketimizin 2 milyon lira ödemesine örgütün karar verdiğini, kamyonlarımızı kendilerinin soyduğunu, bu para verilmediği takdirde kamyonların geçişine müsaade etmeyecekleri gibi, yükleme işinde çalışan loderimizin de dinamitleneceğini söylediğini anlattı. Son sene şirkete ortak yaptığımız Bedii Tan’ı da çağırarak ne yapabileceğimizi tartıştık. Aziz İpekçi bu iş halledilmediği takdirde işin ucunda ölüm olabileceğini, kendisinin çoluk çocuğunun olduğunu, hayatını tehlikeye atamayacağını söyledi. Ertesi sabah Aziz İpekçi ile Bedii Tan Batman ve Kurtalan’a gittiler. Bedii Tan yaptığı tahkikat sonu paranın ödenmesinin icap ettiğini, loder dinamitlendiğinde, loder operatörü Hikmet’in ölmesi halinde herkesin, ‘Felat Cemiloğlu para için adamın ölümüne sebep oldu’ diyeceğini, devletin bize sahip çıkmaması sebebiyle parayı ödemekten başka çaremizin olmadığı görüşünü savundu. Bunun üzerine istenilen parayı örgüte verme mecburiyetinde olduğumu anladım. Loderin yedek motorunu 1 milyon 600 bin liraya satarak, 400 bin lira daha ilavesiyle Bedii Tan ile Aziz İpekçi’yi Kurtalan’a gönderdim. Dönüşlerinde fazla izahat istemeden, verdiklerini öğrenmekle iktifa ettim ve bu meselenin bir daha konuşulmamasını tembih ettim. Bu hadiseden 1 ay 7 gün sonra 12 Eylül 1980 oldu. Bütün Türkiye’de olduğu gibi Kurtalan mıntıkasında da anarşiyle alakalı olanlar toplanıp tutuklanıyordu. Kendi aramızda bu hadiseyi kapattığımızı, yalnız iş ortaya çıktığında hadiseyi doğru olarak anlatmaya karar verdiğimizi yüzbaşıya söyledim. Sonradan öğrenmiştim.

Bizden para alan çocuk, daha önce 1981’de yakalanıp sorgulanmış. Bizden para aldığını itiraf etmiş. O zaman beni yakından tanıyan 7. Kolordu Komutanı Korgeneral Kemal Yamak ve Vali Erdoğan Şahinoğlu, ‘Cemiloğlu isteyerek vermemiştir’ düşüncesiyle soruşturmayı engellemişler. 12 Eylül’den hemen sonra 7. Kolordu İstihbarat subayı Binbaşı Çetin Bey bana gelip Diyarbakır Belediye başkanlığı konusunda nabzımı tuttu, kolordu komutanı adına. Ben kabul etmemiştim. Havadis şehirde yayılmıştı. O zaman Belediye başkanlığına bakan albay, bu havadisten rahatsız olmuş olacak ki, Siirt Sıkıyönetim kurmay başkanından hakkımızda iddiada bulunan gencin ihbarını öğrenmiş. İşte 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan ihbarcı tekrar Siirt’e getirilip yeniden ifadesi komutanlığın istediği gibi alınmış. O geceyi aynı odada geçirdim. Sabahleyin dokuz sularında bir yarbay geldi. İfademi doğru vermemi tembih etti. Bir müddet sonra gardiyan Ömer, yerdeki çok kirli bir çaputla gözlerimi bağladıktan sonra ite kaka yüzbaşının odasına götürdü. Gözüm kapalı olduğu için odada kaç kişinin olduğunu görmemekle beraber, çok kişinin olduğu inancına kapıldım.

Bu arada bana soru soran birinin sesinden sabah uğrayan yarbay olduğunu anladım. Daha sonra bu yarbayın Siirt Sıkıyönetim kurmay başkanı olduğunu öğrendim. Kolordu Komutanı Korgeneral Kemal Yamak’la, valiyle, hükûmetle olan münasebetlerimi, kaç dönüm arazim olduğunu, ne kadar hazine arazisi kullandığımı, kömürleri neden ucuza ve veresiye verdiğimi, bundaki maksadımın ne olduğunu suçlayıcı şekilde sordu. Ben de cevaplarımı doğru olarak verdim. Sonra bana, ‘Senin akrabaların bu devletin temeline dinamit koymaya çalışırken senin bizle kol kola gezmenin faydası yok, onlar yapmış sen çekeceksin, sen yaparsan torunların çekecek’ dedi. Ben de, ‘Akrabalarımın Suriye’ye ben doğmadan gittiklerini, değerlendirmeyi böyle yapıyorsanız, boşuna yasadışı örgüte isteyerek yardım yapıp yapmadığımı sorup niye kendinizi yoruyorsunuz, zaptınızı ve kanaatinizi bildiğiniz gibi yapacağınız anlaşılıyor, benden artık bir şey sormanıza lüzum var mı?’ diye cevaplandırdım. Beni tekrar gözüm kapalı olarak hücreme geri gönderdiler. 26 mayıs 1982 Salı gününe kadar hücrede tek başıma bırakıldım. Günde birkaç kere, en az üç defa bütün hücrelerin kapılarını açıp, içeride kapıya doğru esas duruşta durdurup, tek tek ‘İstiklal Marşı’, ‘Türk Gençliğine Hitabe’, ‘Andımız’ söyletiliyordu. Bu arada söyleyemeyenler, yanlış söyleyenler, az bağıranlara gardiyan Ömer’in vurduğu cop ve tokat sesleri geliyordu. İlk kaldığım hücrede, yerde, köşede manyetolu bir telefon vardı. Daha evvel bu odanın bir yazıhane olduğunu düşündüm. Daha sonra, zannediyorum 26 mayıs 1982 günü gözümü bağlayarak koridora çıkardılar, yüzümü duvara döndürdüler, bir müddet sonra benim kaldığım hücreden bir gencin feryatları gelmeye başladı. Manyetolu telefonun elektrik verilmede kullanıldığını böylece öğrenmiş oldum. Bana da, ‘Doğru konuşmadığın takdirde olacağın budur’ dediler.

Bir müddet sonra beni koridorun ortasındaki bir odaya koydular. Daha bir müddet işkenceden dolayı feryatlar duydum. Yanıma bir iki saat sonra işkence yaptıkları kişiyi (Kadri…) getirdiler. Perişan vaziyetteydi. Odada yalnız iki adet demir karyola vardı. Şilte falan yoktu. Öylece, demirlerin üstünde yatıyorduk. İki üç gün sonra gözlerim bağlanmadan, bölük komutanının odasına götürüldüm. Orada sivil bir başkomiser, iki sivil polis beni sandalyeye oturtarak ifademi aldılar. Yüzbaşı ben ifademi verirken girip çıkıyordu. Sigara ikram ettiler. Yasak olduğunu söyledim. Gardiyan Ömer’den sordular, doğruladı. Günde üç paket sigara içmeme rağmen sigara içmek için bir arzu duymadım. İfademi hep anlattığım gibi söyledim ve imzaladım.

Ertesi gün gardiyan tıraş olmamı söyledi. Biraz sonra da beni yüzbaşının odasına götürürken, tuğgeneralin beni görmek istediğini ekledi. Tuğgeneral beni karşısına oturttu. Yüzbaşıya da sandalyeye oturmasını söyledikten sonra askere ‘Üç çay’ dedi. Paşa, Diyarbakır’da sevilen ve sayılan bir kişi olduğumu duyduğunu, hayatta bu gibi şeylerin olabileceğini, bir ihtiyacım olup olmadığını, ihtiyacım olursa yüzbaşıya çekinmeden söyleyebileceğimi, arabanın da bir an önce hazırlanarak Diyarbakır’a sevkimin yapılmasını yüzbaşıya emretti. Yüzbaşı çayını içmedi. Komutan gittikten sonra bana karşı eskisinden daha sert davranmaya başladı. Sıkıntıların birkaç güne kadar Diyarbakır’a gider gitmez biteceği ümidiyle olanları fazla mühimsemiyordum. Bu haksızlığın hep devam etmeyeceğini düşünüyor, teselli buluyordum. Siirt’e gelişimin on ikinci günü sabahı herkesi koğuşun önüne çıkardılar. Kör bir tıraş makinesiyle koyun kırpar gibi tıraş etmeye başladılar. Gardiyana, yüzbaşıyla görüşmek istediğimi söyledim. Götürdü. Diyarbakır’da tevkif edilmeme ihtimalim olduğunu düşünerek yüzbaşıya, toplantılarım olduğunu, bu yüzden saçımın kesilmemesini rica ettim. Epey kızdı.

Ben de kızmasına lüzum olmadığını söyledim. Geri geldim ve bir asker tarafından tıraş makinesiyle yol yol tıraş edildi kafam… Sonra YSE’nin otobüsüne bindirildik. İkişer ikişer kelepçelediler. Bana sıra gelinceye kadar kelepçe kalmadı. Böylelikle Diyarbakır’a kadar ötekilerine göre birkaçımız daha rahat geldik. İhbarcımız Kâzım Türkkan da bizimle aynı otobüste Diyarbakır’a döndü. Yol boyunca otobüste ayağa kalkarak, ihbarcımızın tek tek söylediği ve hepimizin tekrar ettiği ‘İstiklal Marşı’, ‘Ey Türk Gençliği’, ‘Andımız’ gibi marşlar söyledik. Otobüste bir grup, on dört-on beş kişi kadar da Nurcu vardı. Üsteğmen Fahrettin bazen Nurcularla tartışarak, bazen de hakaret ederek konuşuyordu. Bana da verdiğimiz paradan dolayı bir şey olmayacağını söyledi. Diyarbakır’a gelince bizi ‘gözaltı’ denilen yere koymak için sıraya dizdiler. Üsteğmen, başçavuşa benimle Bedii Tan ve Aziz İpekçi’yi aynı yere koymaması için gizlice bir şeyler söyledi. Gözaltında kaldığım on gün zarfında, buranın soruşturması bitenlerin mahkemelerini bekleme yeri olduğunu, soruşturmadan gelenlerin bir nevi tedavi yeri olduğunu öğrendim. Burada kaldığım on gün içinde tevkif edileceğime hiç ihtimal vermedim. Devamlı olarak 5 No’lu diye adlandırılan askerî cezaevinde yapılan işkenceleri dinledim.

Nihayet büyük bir ümitle gittiğimiz mahkemede savcıya ifade verdikten sonra mahkeme huzuruna çıktık. Orada da ifadelerimiz alındıktan sonra, savcılık ve komutanlığın tevkif taleplerini hâkim okuyup, kendisi de buna iştirak edince öyle bir şok geçirdim ki, biraz sonra sandalye üzerinde beni ayıltmaya çalıştıklarını gördüm. Yirmiyirmi iki günlük stresin neticesi nihayet kendini baygınlıkla göstermiş oldu. Benimle Bedii Tan hakkında tevkif kararı verildi. Aziz İpek serbest bırakıldı. 5 No’lu hapishaneye gitmek için ertesi günü bekledik. Son geceyi başımıza nelerin gelebileceğini düşünerek geçirdik. Bütün anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Öğleye doğru 5 No’lu hapishaneye gönderilmek üzere dört kişi dışarıya çıkarıldık. Vazifeli başçavuş yemek yiyip yemediğimizi sordu. ‘Yemek yesinler öyle gönderelim, zira yedi sekiz gün yemek yemeyecekler’ dedi. Buna inanmak mümkün değildi. Kapalı kamyonete Bedii Tan’la birlikte beş kişi bindirilip sevk edildik. Yolda Bedii Bey’le ilk defa yan yana oturduk. Benim kulağıma Birol Binbaşı’nın hapishane müdürü olduğunu, kendisini tanıdığını ve rahat edeceğimizi söyledi.

Hapishaneye teslim anımızdan ölünceye kadar Bedii Bey’in gözü hep kapıda oldu. Binbaşı Birol’u bekledi. Ama maalesef onu görmeden öldü. Sonradan, mahkûmlardan sorumlu güvenlik amirinin Yüzbaşı Esat Oktayyıldıran olduğunu, Birol Binbaşı’nın güvenlikle alakası olmadığını öğrendik. Asayişle ilgili her hususta olduğu gibi, diğer hususlarda da hep Yüzbaşı Esat Oktayyıldıran’dı tutukluların muhatabı. Ve yüzbaşı kendi deyimiyle ‘5 No’lu’nun Allahı”ydı. Bizi hapishanede bir teğmenle ona yakın asker karşıladı. Tamamen soyunmamız emredildi. Eşyalarımızı kontrol ederken benim tıraş köpüğümü aldılar, herhalde daha evvel görmedikleri için bunun ne olduğunu sordular. Üst kapağa basınca köpüğün fışkırdığını görünce çok zevklendiler ve köpükleri hepimizin yüzüne, kafasına ve vücutlarımıza fışkırtarak, köpüklü yüzümüze tokat atmaya başladılar. Tokatladıkça köpük üstlerine ve etrafa sıçramakta, onlar da bundan büyük bir zevk almakta ve tekrarlamaktaydılar. Bir müddet sonra nizamî olarak ‘Geriye dön!’ emri verildi. Ben biraz muntazam dönmüş olacağım ki, ‘İbneye bak, nizamî dönüyor’ diye hem alay ettiler, hem mükâfat olarak çıplak sırtıma birkaç darbe vurdular. Sonra, makatlarımızın içine de baktılar. Eşyalarımızın kuşak, kravat gibileri haricindekileri torbalarımıza koyarak giyinmemizi söylediler.

Ve sonradan öğrendiğimiz 35 No’lu koğuşa, içinde hücreler bulunan koğuşa bizi götürüp 1 No’lu hücreye sokarak, ‘Soyunun!’ dediler. Bedii Bey, Hilvanlı Hamdoş dedikleri elli yaşlarında Hamit Gerger ve on beş-on altı yaşlarında bir çocukla aynı yerdeydik. 35 No’lu koğuş üç katlı, yan yana sıralı hücrelerden ibaretti. En alttaki hücrelerin önünde genişçe bir kısım vardı. Girişte, yandaki merdivenlerle ikinci ve üçüncü katlara çıkılıyordu. Üst kattaki hücreler de bu boşluğa bakıyor, önünde dar bir koridor bulunuyordu. Hücrede bir yatak alacak şekilde betondan yüksek bir sedirle, yanında bir o kadar boşluk ve arkada kapısı olmayan bir tuvalet vardı. Eşyalarımızı hücreye bırakmamız ve külot üstümüzde kalacak şekilde soyunmamız söylendi. Koridora çıkarıldık. Diğer hücredekilere arkalarını dönmeleri ve yere çökmeleri emredildi. Bize de birer süpürgeyle ortalardaki bir hücredeki suyun koridora çıkarılması emredildi. Hücre içindeki tuvaletin tıkalı olduğunu ve içeride bir karış kadar suyun içinde pisliklerin yüzdüğünü gördük. Su ve pislikleri hücrelerin önündeki geniş koridora yaydıktan sonra, daha gerideki bir hücreye tekrar toplanmamız istendi. Bunları yaparken bir taraftan coplanıyor, bir taraftan da ‘Son sayı üç!’ deyip, sayıncaya kadar bitirmemiz isteniyordu. Bu ‘Son sayı üç’ emrinin sonradan her işte kullanıldığını gördük.

‘Son sayı üç’ dedikten sonra hemen ‘Bir… İki…’ deyip arkasından ‘İki on beş… İki otuz…’ diye yavaş yavaş sayıyorlardı. Her seferinde yapılacak iş daha bitmeden ‘İki kırk beş… Üç…’ deyip saymayı bitiriyorlardı. Tabiî emri zamanında yerine getiremediğin için de ceza hemen geliyordu. Bu ‘Son sayı üç’ emrinin tatbik edilmediği hiçbir anımız yoktu. İçtimada, yemekte, tuvalette, bulaşıkta, velhasıl her yerde bu emirle iş yapıyorduk. Pis suyu, içinde yüzen boklarla birlikte istedikleri hücreye doldurduktan sonra, bu hücrenin eşiği yüksekliğinde bir göl meydana geldi. Bu suyla yıkanmamız emredildi. Pislikle birlikte avuçlayarak başımızdan itibaren bu suyla yıkandık. Müteakiben hepimiz koridorda diz çökerek başlarımızı birbirimize yaklaştırdıktan sonra üstümüze bir iki bidon su döktüler. Böylelikle sözde temizlenmiş olduk ve 1 No’lu hücremize konulduk. 1 No’lu hücre koğuş kapısının girişindeydi. İçeriye her komutan (gardiyanlara komutan denirdi) girişinde, tekmil vermemiz emredilmişti. ‘Birinci kat, 1 No’lu hücre …… mevcuduyla emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!’ demek lazımdı. Komutan diğer hücrelerin önünden geçerken de her hücre numarasına göre aynı tekmili verirdi. Hemen hemen her tekmilden sonra, ya geç tekmil vermekten, ya yanlış ya da yüksek sesle verilmediği için ceza almak muhakkaktı.

Hücredeki cezada, parmaklıktan eller dışarı çıkartılır, cop, haydar veya ‘kuzu’yla vurulurdu. ‘Haydar’, Haydar isimli bir teğmenin adından kaynaklanan bir sopaydı ve bir başka adı da ‘beşeonkalas’tı. Kuzu ise yuvarlak kavak ağacından yapma bir sopaydı. Copla dövülürsen şanslıydın, zira az acıtırdı. ‘Dayak vaziyeti al!’ diye bağırıldı mı, iki elinin avuçlarını açar öne uzatırdın.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir