Hayatımda hayaller hiç eksik olmadı. Nâzım Hikmet’in dediği gibi umutsuz yaşanmıyor. Ama yıkılıp giden hayallerim için ağlamadım. Bazıları aslında rüyaydı, uyandım. Bazen hayalle hakikat arasındaki çizgiyi şaşırdım. Kimileri gerçekleşti. Tabii bir daha hiç yakalayamayacağım düşler de gördüm. Hayatta yıllar geçti, suskunluğun yorucu olduğunu anladım. Hatta zamanla taşınması zor bir yüke dönüştüğünü hissettim suskunluğun. Doğrusu, hafifleyip yola öyle devam etmek dedim. Onun için karar verdim: Borges’in deyişiyle kendimi yazıya dökmeye… Yani bir süre, kaybolup giden zamanın peşinden koşmak istedim. Maziye hüzünlü bir yolculuk iyi gelir diye düşünmüş olabilirim. Ya da Shakespeare’in sözü: “Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.” Neyse… Bu satırları bir sabah vakti Paris’te, St. Germain-Des-Prés’deki Les Deux Magots kahvesinde yazmaya koyuldum. Belki bir şeylere özendim ama neye, bilmiyorum. Tam karşımda Hemingway’in köşesi. Pirinçten bir plakete ismini yazmışlar. Duvarda asker üniformalı bir fotoğrafı var. Paris’in nazi işgalinden kurtulduğu günlerde çekilmiş olmalı. Ernest Hemingway… Özellikle Batı’daki gazeteci milletinde bir Hemingway hayranlığına rastlanır. Hatta kimileri için o bir ilahtır. Dünyanın dört bir yanında haber kovalamış, sıcak olayların, savaşların orta yerinde pişmiş bir gazeteci… Bir yazar… Genç yaşta gelen para ve şöhret.. Yaşanan büyük aşklar… Nobel Edebiyat Ödülü… Ve 62 yaşında intihar… Gazeteciler açısından hayranlık ve haset karışımı duygulara kaynaklık eden heyecan verici bir hayat çizgisidir bu. 1988 yılı olmalı. O zamanlar devlet tekelinde tek kanal olan televizyonda Hemingway’le ilgili bir oyun izlemiştim. Üç oyuncusu vardı. Üçü de Hemingway’di. Biri genç, biri orta yaşlı, biri ihtiyar. Hemingway’in gençlik, olgunluk ve yaşlılık yıllarını iç içe izlemek yalnız ilgimi çekmekle kalmadı. Aynı zamanda bu kitabın esin kaynağı oldu. Ama bu kitap üç değil iki boyutlu. Bir diyalog: genç Hasan Cemal’le orta yaşlı Hasan Cemal arasında… Ama sınırları zaman zaman kaybolan, birbirinin içine geçen bir diyalog bu. Arada bir nerede kimin konuştuğu belirsizleşen bu diyalogda başkaları da sık sık alıntılarla devreye giriyor. Bu sayede hem beslendiğim kaynakların altını çiziyorum, hem de kendimi daha iyi ifade edebiliyorum. Böylece bu alıntılar benim kendi iç diyaloğumun bir parçası haline geliyor. İki Hasan Cemal arasındaki bu hesaplaşmaya, siyasal bir özyaşamöyküsü ya da bir iç muhasebe demek de mümkün. Genç Hasan Cemal kendini, kendi siyasal tarihini anlatıyor. Düşüncelerini, yaptıklarını özetliyor, savunmaya çalışıyor. Orta yaşlı Hasan Cemal daha çok eleştiriyor. Yanlışları, yanılgıları sergiliyor. Düşünce ve eylem çizgisinin zaman içindeki değişimine eleştirel bir gözle bakıyor. Peki ama orta yaşlı Hasan Cemal kendi haklılığından nasıl bu kadar emin? Değil ki! İnsanın yanılan bir varlık olduğunu bildiği içindir ki bu kitabı yazabiliyor. Kendi kendisiyle çelişmekten, kendisi hakkında kuşku duymaktan çekinmediği için kendini böyle yazıya dökebiliyor. Ömrü yeterse, günün birinde bu kitap üç boyutlu yazılacak. Yani genç ve orta yaşlının yanına bu kez yaşlı Hasan Cemal’in katılmasıyla. O zamanda orta yaşlı Hasan Cemal’in yanlışları ve yanılgıları sergilenmeye başlanacak. Onun için bu kitap bir başlangıç… Şöyle diyebilirim: Yirminci Yüzyıl’ın bütün iniş çıkışlarını ben de kendi tarihimde yaşadım. Yirminci Yüzyıl’ın bir yanı nasıl ki insanlık için büyük acılarla dopdolu geçtiyse, ben de bir yerde o acılardan bir nebze de olsa payımı aldım. Yirminci Yüzyıl nasıl ki demokrasiyle totalitarizm arasında, yani özgürlükle faşizm, nazizm, komünizm arasında büyük mücadelelerle geçtiyse, ben de bu mücadeleleri kıyısından köşesinden yaşadım. Hem kendi benliğimde, iç dünyamda, hem de bu güzel topraklarda… Yirminci Yüzyıl’da nasıl ki dünya kocaman bir duvar tarafından acımasızca ikiye bölündüyse, bizler de bölündük düşman kamplara. Aramızda yüksek duvarlar, kafalarımızda setler oluştu. Sonra o duvar yıkıldı, 1989’da. Demokrasi kazandı! Ama ben o duvarı, o setleri kendi kafamın içinde daha 1970’lerde yıkmaya başlamıştım. İşte bu kitapla bunu izleyecek olan bazı kitaplarım bütün bunların öyküsü. Kendi siyasal tarihimi, kendi siyasal kişiliğimin oluşumunu kendi kendimle dürüst kalarak, artılarıyla eksileriyle yazmaya çalışıyorum. Bilmem, belki de aynı zamanda hem kendi kuşağımın hem de Yirminci Yüzyıl’ın serüvenine kendi çapımda bir ışık tutmuş oluyorum. Belki de daha güzel bir yüzyıla mütevazı bir katkıda bulunmayı umut ederek yazıyorum. Onun için kararlıyım. “Bıktım yanılgılardan” diyene kadar yazacağım. Hruşçev anılarında şöyle yakınır: “O kadar yorgunum ki… Benim zamanım geçti. Öyle bir yaşa geldim ki, önümde geçmişimden başka hiçbir şey yok.”[1] Henüz bu yaşa gelmedim. Belki de hiç gelmeyeceğim. “En büyük öğretmen zamandır” sözündeki gerçek payını hayat çok iyi öğretiyor insana. Çünkü hayatta sorular hiç bitmiyor. Bütün cevapları bulduğunu sanırken, bir bakıyorsun yeni sorular çıkmış önüne, cevap bekleyen. Bu, akıp giden zamanın acımasızlığı belki de… Arthur Koestler demiş ki: “Anılarımız geçmişi bir yerde romantize eder.” Kitabı yazarken bu eğilime kapılmaktan sakındım. İnsanın kendi siyasal geçmişini özeleştirel bir gözle sergilemeye kalkışması kolay olmuyormuş. Bu açıdan Mümtaz Soysal’ın şu sözleri ilginç: “İnsanın kendi kendisiyle hesaplaşması sanıldığı kadar kolay değil. Vakit ister, sükûnet ister, dürüstlük ister, hırstan ve tutkudan arınmışlık ister. Benliğin derinliklerine ışıklı aynalar indirip Bergson titizliğiyle kendi kendini gözleyebilmek, gözleyişlerin en zoru olsa gerek.”[2] Zor olanı yapmaya gayret ettim. Belki geçmişin izinde geleceği yakalamanın nafile gayreti içinde oldum, kim bilir… Hasan Cemal, 29 kasım 1998 [1]“Anılar”, Nikita Hruşçev, Time dergisi, 1 ekim 1990, s. 42. [2]Mümtaz Soysal, Milliyet gazetesi, 8 nisan 1986, s. 2. Birinci bölüm İki bomba… Belleğin ürkütücü olan yanı, unutulmuşluğa terk edilenleri hatırlatmasıdır. Devrimi çok sevmiştik! Ama önce darbe yapacaktınız. Evet, askeri kullanarak… İki bomba, Sıhhiye’deki Ankara Orduevi’nin önünde patlayacaktı. İki bombanın ikisi de meydanın birer ucundan toplum polisinin üstüne fırlatılacaktı. Büyük gümbürtü, devrimci gençler miting sonrası orduevine doğru yürüdüklerinde kopacaktı. Bomba sesleriyle ortalık ana baba gününe dönerken sloganlar haykırılacaktı: “Ordu gençlik el ele, milli cephede! Ordu gençlik el ele, milli cephede!” Nerden geldi aklına? Belleğin acımasızlığı belki de. “Belleğin ürkütücü olan yanı, unutulmuşluğa terk edilenleri hatırlatmasıdır.”[1] Bilmem, belki de uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde bazen hissettiğim o yalnızlık yüzünden… Yapayalnızlık, kocaman bir sessizlik! Bazen ıstırap veren, bazen sonsuza kadar sürmesini istediğim bir sessizlik… O harikulade sessizlikte terk edilmişlik, kimsesizlik duygusu uç verir. Öyle anlar olur ki insan kendini tarifsiz bir kedere kaptırır. Kimi zaman o şahane yalnızlığın içinde eski bir dünya tarafından kuşatılıyorum. Anılar dipsiz bir kuyu gibi kendine doğru çekmeye başlıyor beni. Daha o kadar yaşlanmadın. Orta yaş! Politikayla dolu geçen bir yaşantı. Siyasal Bilgiler’de okuduğum 1960’lı yılların Ankarası… Mülkiye’nin siyaset kokan loş koridorlarında kulaklara çalınan o sloganı hatırladın mı? “Bugün Mülkiye’de, yarın Türkiye’de!” Sonra bir ağızdan keyifle söylenen o tekerleme: “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi, Sosyalist olacak Türk’ün ülkesi!” Başkaldırı zamanı! Devrim fikrini sevmiştim o zamanlar. Genç insanların ütopyası… Bundan daha doğal başka ne olabilirdi ki? Herkes ütopyasına sımsıkı sarılmıştı. Hepimizin kendince bir devrimi vardı. Ama devrim fikri seni körleştirmeye başlamıştı. “Halkın afyonu din değil devrimdir!”[2] Devrim düşüncesi zamanla seni afyon yutmuşa çevirdi. Beynini uyuşturdu. Kaç yıl başka şey düşünemez hale geldin. Kurulu düzene isyan! Hepimizin ortak davasıydı. Var olan düzenin adaletsizliğine, eşitsizliğine, hoşgörüsüzlüğüne başkaldırıydı hepimizin çıkış noktası. Yeni bir düzen arıyordum. Adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ve devlet düzeni… Gözün politikaya 27 Mayıs’la açılmıştı. Tarihin yürüyüşü olağanüstü hızlanmıştı 27 Mayıs 1960’la. Ya da öyle sanmıştık. Siyaset sahnesinde özgürlük ve demokrasi rüzgârları esiyordu. Sol radikalizm yükseliyordu. Yakın siyasal tarihimizin altüst oluş yıllarıydı. Tarihsel bir kaynama, bir kaos dönemi. Her şeyin birbirine girdiği, yerleşik değerlerin sarsıldığı bir değişim dönemi. Asıl 1950’lerde başlar. Kapitalistleşme, kentleşme tekerleği döndükçe, sarsılır her şey. Toplum, gelir dağılımında adaletsizliklere yol aça aça zenginleşir, farklılaşır. Çelişkiler gitgide keskinleşir. Çatışmaların tohumları ekilir. Askeri darbeler… İdamlar… Siyaset yasakları… Şiddet ve terör… Dünyaya daha çok sloganların penceresinden baktığın heyecan dolu 1960’lar. Ya da aklını sloganlara teslim ettiğin yıllar… Beynine sloganlar hükmetmiyor muydu? Sloganlarla düşünmeyi marifet sanıyordun. Bırakıyordun, başkaları senin için düşünsün diye… Olabilir. Ama meydan okuma sırası bizdeydi. İç dünyamızda fırtınalar kopuyordu. Meydanlar bizimdi! Kahramanlık kokan delifişek sloganları avazımız çıktığı kadar bağırarak her türlü kötülüğün kaynağı saydığımız bozuk düzeni bugünden yarına değiştirecek olan bizlerdik. Ne kadar naifmişsin! Ve de cahil! Fakat öyle inanıyordum. “Mülkiye’de gelişen fikir sosyalizmdi. Önce Çetin Altan’ın İsveç ve Kibutz Sosyalizmi, sonra Mehmet Ali Aybar’ın Türkiye Sosyalizmi derken… Bunların en hakikisinin Karl Marx’ın sosyalizmi olduğunu keşfettik. Benim gibi yabancı dil bilen, okumaya meraklı gençler için sıra, yasak olan (bunun için de çok cazip olan) sosyalist literatürü keşfetmeye geldi. Lenin’i okumak bambaşka bir olaydı. Devlet ve İhtilal’i okuyup bitirdiğimde kendimi artık gerçek sosyalist sayıyordum. ‘Yeryüzünde cennetin anahtarı’nı bulmuştum. Tam bu sıralarda Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin salvoları Türkiye’den de duyulmuş, sıra Mao’nun keşfine gelmişti. Bazı arkadaşlar milliyetçilikle Marksizm’in yerli sentezlerini, kimileri Castro’yu, Che Guevara’yı, Fokoculuğu, Tupamaros’u keşfetmişlerdi.”[3] İnancın din gibiydi. En ufak bir kuşku duymak yoktu defterimde. Gerçeği tekelime almıştım. Her şeyi bilirdim. Fanatiktim ama farkında değildim. Coca Cola dahi içmezdin!
Hasan Cemal – Kimse Kizmasin, Kendimi Yazdim
PDF Kitap İndir |