Hasan Izzettin Dinamo – Kutsal Isyan

iri yarı Talât Paşa ila ince uzun boylu İhsan Namık bey, karşıdan rüzgârın yüzlerine çarptığı soğuk Kasım yağmurunun etkisiyle sırtları kamburlaşarak iri adımlarla yürüyorlardı. Talât Paşanın sırtında kül rengi bir pardösü vardı; alaca karanlıkta daha koyu görünen bu pardösünün içinde kocaman gövdenin attığı adımlar pek kararlı ve umutlu değildi. Bebek yolunun sağında boğazın suları, coşkun bir ırmak gibi Marmara’ya doğru akıyordu. Bebek, uyuyordu. Konuşan, kımıldayan, yalnız tabiatın vahşi güçleriydi. 1918 yılı Kasımının Cumayı Cumartesiye bağlayan bu sıkıntılı gecesinde saat yirmi üç sularında Talât Paşa, sonsuz kaçışının henüz başlangıcında bulunuyordu. Bir ara durdu, gözleriyle çevresini araştırdı, gerek deniz kıyısında, gerekse duvar diplerinde hiç kimse görünmüyordu. Issız korularda rüzgârın ve güz yağmurunun gürültü ve hışıltısından başka bir şey duyulmuyordu, ihsan Namık bey’e: — Hani, burada buluşmayacak mıydık? diye sordu, acaba Enver nerede kaldı? Sonra şapkasından yüzüne süzülerek kalın, kara ve düşük bıyıklarının ucundan akan yağmur sularını kocaman elinin iri parmaklariyle silmeğe çalıştı. Arkadaşı: Daha ileride buluşacaktık, paşaml Şu burnu dönelim, dedi. Yeniden yürümeğe başladılar. Sağ yanlarından büyük bir gürültü ile akıp giden deniz, büsbütün hırçınlaşmıştı. Boğaz yağmuru bu iki umutsuz yüzü daha insafsızca doğuyordu. En sonra burnu döndüler. Burada boğaz rüzgârından birisi fesini, öbürü de şapkasını kurtarabilmek için her iki yolcu da ellerini başlarına götürmek zorunda kaldı. Talât Paşa, şapkalıydı.


Talât Paşa : — Ne de berbat güne rastladı, dedi, insan bir kere düşmeye görsün, artık, ona tabiat da acımaz olur. Biraz ilerde güzel bir yalı yükseliyordu. Şahnişini hırçın suların üzerine doğru uzanmıştı. İhsan Namık bey : — İşte, oradalar) Dedi. Gerçekten de yalının geniş saçağı altında iki gölge seçiliyordu. Yaklaştıklarında bunlardan birinin Enver Paşa, öbürünün de kız kardeşi Mediha hanım olduğunu gördüler. İmparatorluğun Başkumandan vekilini son yolculuğunclcı uğurlayan biricik kara gün dostu bu idi. Dört kişi birbirine sokulmuştu. Hepsinin de gözleri denizin uzaklarında idi. Yağmur boğazın iki yakası arasında koyu kül rengi bir perde gerdiğinden Anadolu yakası büsbütün yitip gitmiş gibiydi. İstanbul’dan Karadeniz’e, Karadeniz’den İstanbul’a geçen vapur ve takaların fenerleri bu perde arasında daha çok kızarıyor ve eriyordu. Bunlar arasında bekledikleri ışık yoktu. En sonra karşıdan bir projektör parladı, ışıkları gittikçe büyüyüp güçlenerek yaklaştı, biraz sonra da yalının rıhtımına yanaştı. Bu, torpidodan gelen bekledikleri motordu. Motor homurtularla rıhtıma yanaşınca içinden iki sarışın Alman denizcisi karaya atladı; motoru karaya yanaştırdılar: Herein bitte! dediler.

Enver Paşa, kız kardeşi Mediha ile sarılmış öpüşüyordu : — Yolun açık olsun. İnşallah, yine alnın açık dönersin, ağabey! — Hiç merak etme, Medlha, yine döneceğim, döneceğiz; beni bekleyin. Size her zaman haber göndereceğim. Alman denizcilerden biri : — Schnell, bitte! Diye bağırdı. Ve bu anda kolundan tuttuğu Talât Paşa’yı motora bindirdi. Enver Paşa da kızkardeşinden ayrılarak denizcilerin yardımına aidırış etmeden motora atladı, ve küçük kamaraya girdi. Motor hemen yola çıktı. Rıhtım üzerinde, iki hareketsiz gölge, Mediha hanımla İhsan Namık bey dikilmiş duruyor ve manyetize olmuş gibi uzaklaşan motora bakıyorlardı. Motor, yağmurun karanlık perdesi altında gözden uzaklaşınca Mediha hanımın bir hıçkırığı denizin gürültüsü arasında yitip gitti. Boğazın altın, gümüş ve masmavi yakamozlar yapan koyu lâcivert suları, Akdeniz’e doğru akıp gidiyordu. Motorun aydınlık kamarasında yolcular ilk kez birbirlerinin yüzlerini iyice gördüler. Talât Paşa, ilkin Enver Paşa’nın yüzüne baktı. Bu yüzde büyük bir üzüntü ile büyük bir hırçınlığın ve kararlılığın izlerini de gördü. Onda, yemekte olduğu güzel bir yemeğin başından zorla kaldırılmış bir adam hali vardı. Wilhelm benzeri küçük, uçları kalkık ve dik bıyıkları, sinirli, enerjik ve iradeli görünüşünden bir şey yitirmemişti.

Yağmurla ıslanmış uzun kirpikleri onu ağlamışa benzetiyordu. İri elâ gözlerinin bakışları bilinmeze atılan İnsanların ne denli kararlı da olsa huzursuz, tedirgin ruh halini gösteriyordu, yanakları yine pespembe, yüzü yine bir erkek güzelininkinin tıpkısıydı. Artık üzerinde Başkumandanlık üniformasından eser yoktu. Rastgele bir Avrupalı kılığına bürünmüş, başına da Talât Paşa gibi bir şapka geçirmişti. Ruhundaki enerji denizi henüz tükenmemişti; hiç de partiyi yitirmişe benzemiyordu. Fakat Talât Paşa, iç dünyası daha derin bir adamdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun korkunç çöküntüsünü hem iri gövdesinin üzerindeki geniş omuzlarında, hem de ruhun- da duyuyordu, içinde, ömründe hiç duymadığı bir acı kabarıyordu. Bu acıyı hiç bir şeye benzetemiyordu. Enver Paşada gördüğü yeni bir serüvene atılan insan hali ve kararlılığı, onda yoktu. Enver, en sonra bir idealist ve askerdi. Fakat, Talat Paşa daha realistti ve omuzlarında duyduğu sorumluluk yükü, hiç bir idealin kanatlarının kaldıramıyacağı ağırlıktaydı. Çok sevdiği aziz yurdundan hesap vermeden bir cânl gibi kaçıyordu. Yarın payitahtta bir bomba gibi patlayacak olan kaçış haberinin korkunç gürültüsünü şimdiden kulaklarında duyuyor gibiydi: «Ne bahtiyar çocuk şu Enverl» diye düşündü: «O, şu anda Kafkas ordularının başına geçip şu ters talihin üzerine yürüyeceğini ve dört yıldır en güçlü Alman ve Türk ordularıylu birlikte yenemediği dünya ordularını bu bir avuç Kafkas ordusu ile yeneceğini sanıyor, fakat zarar yok, varsın öyle sansın.» İttihat ve Terakki’nln son sadrazamı, Enver Paşa’nın da kendisini süzmekte olduğunu sezdi: Sakalları uzamıştı, bu, yüz on beş kiloluk adamdaki çöküntü ve zayıflama, kendisini tanıyanların gözlerinden kaçmayacak gibi İdi. Avurtları çökmüş, esmer yüzü daha çok gölgelenmiş ve kararmış gibiydi.

Gözlerinin altı mosmordu. Yağmurun iyice ıslattığı şapkasından yüzüne sular sızıyordu. Palabıyıklarının hafifçe kalkık uçları düşmüştü. İri siyah gözlerinin bakışları ruhundaki uçuruma doğru derinleşerek kararıyordu. Motor boğazın kuytu bir yerinde koyu kül rengi silueti İle kararan bir torpidoya yaklaşmıştı. Bu torpido. Birinci Dünya Savaşı içinde Ruslardan alınan birbirinin benzeri üç torpidodan biriydi. Savaş kabinesinin düşeceği günlerde Kasımpaşa’daki öbür iki torpidonun yanından alınarak Alman denizcilerinin emrine verilmişti. Vahidettin’in bir kahpeliği karşısında, henüz Alman ordusunun işgalinde bulunan Ukrayna’nın büyük kıyı şehri Odesa’ya doğru yola çıkacaklardı. İşte. şimdi, o gün gelip çatmıştı. Eski esir Rus torpidosu feleğin bu yeni esirlerini almış Rusya’­ nın esir bir şehrine götürecekti. Talât Paşa ile Enver Paşa, Alman deniz erlerinin yardımlyle torpidoya bindiler; 8 yağmur hâlâ sisle karışık yağıyordu; yüzlerinden, üstlerinden başlarından sular süzülerek kamaraya indiler, içerinin sıcak havası birdenbire yüzlerine çarptı. Ve uzun günlerdir İlk kez kendilerini güven içinde buldular. Artık sonsuz yolculuğun ilk basamağına adımlarını atmışlardı.

Arkalarında kocaman dev gibi düşman ve sevgili bir şehir yükseliyordu; her yenilenin ardında dosttan çok düşman bulunurdu. Elirkaç kara gün dostu devede kulak kalırdı. Artık, yarından tezi yok, herkes, omuzların kaldıramiyacağı ağırlıktaki yenilme yükünü yükleyecek güçlü omuzlar aramaya başlayacaktı. Bu omuzlar da olsa olsa Sadrazam Talât Paşa ile Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın omuzları olabilirdi. Alman denizcileri Osmanlı İmparatorluğunun bu en büyük iki adamına garip duygular içinde şaşkın – şaşkın bakıyorlardı; ne düşündüklerini söylemek biraz zordu, fakat, yine de bu iki yenilmiş adamda kendi büyüklerinin ve kendilerinin de sonlarını görüyorlardı. Biraz sonra boğazın başka bir yanından sakalından yağmur suları süzülen Bahriye nazırı Cemâl Paşa ile birkaç İttihat ve Terakki büyüğü daha gelmişti. Bunlar Cemâl Paşa, Doktor Nazım ve Bahaettln Şâkir beylerdi ve hepsi de şapkalıydı. Torpidonun makineleri çalışmağa başlamıştı. Gemi ahenkli bir biçimde titriyor ve sarsılıyordu. Geminin kaptanı bu büyük kaçakları: Gute Nacht! Diye selâmlıyarak çekildi. Biraz sonra kaçak savaş gemisi boğazın karanlık sularını yararak yol almağa başladı. Bütün hızı ile Karadeniz’e doğru ilerliyordu, çünkü, yarın gün doğunca bir tehlike çanı çalabilir, İzzet Paşa’nın bütün iyi niyetleri bir yana atılarak Vahidettin’in göndereceği süratli bir harp gemisi onları yakalayıp geri getirebilirdi. Artık kaderin karanlık güçleriyle bir ölüm-dirim savaşı başlıyordu. Gemi, boğazdan çıkarken sarsılmağa başlamıştı, artık Karadeniz’i görmeyen yolcular, onun çalkantılı ve hırçın varlığını duyuyorlardı. Talât Paşa, Enver Paşa’ya: 9 — Odesa’ya ne kadar zamanda varabiliriz acaba?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir