Helen Nielsen – Cinayet Dosyası

Adım Markham Grant. 39 yaşındayım. Hiç de pasaportumdaki resmim kadar çirkin sayılmam. Bir kere 1.76 boyunda, 80 kilo ağırlığındayım. Sonra gözlerim yeşil-kahverengi karışımı; son zamanlarda şakaklarıma düşen aklarla daha bir yakışıklı oldum. Evliyim ve üç çocuğum var. Karım Nancy çok hoş bir kadındır. Đyi bir ev kadını, iyi bir annedir. Ne onun ne de benim aşırı sayılabilecek herhangi bir alışkanlığımız, kötü huyumuz yoktur. Her ikimiz de kendi işlerimizle uğraşırız. O eviyle, kadın kuruluşlarıyla, bezik partileriyle oyalanırken, ben de her gün eski arabamıza biner çalıştığım yere giderim. Yıllardır bir yayınevinde çalışıyorum; Harrison House Yayınevi. Savaştan önce de oradaydım. Dönüşte kendi başıma bir iş kurmak istiyordum,«ama ilk çocuğumuz Mark çıkageldi.


Patronum da beni terfi ettireceğini ve maaşıma zam yapacağını söyleyince, kapağı yine Harrison House’a attım. Hâlâ gri flanelden bir takım elbisem yok, ama olsun, ben kahverengiyi daha çok severim. Sakin bir hayatım vardır. Tabiî üç çocuklu bir evde ne kadar sakin bir hayat sürebilirseniz! Ara sıra Nancy eve arkadaşlarını toplar onlara ziyafet çeker. Bazen de ben dışarda müşterilerle yemeğe çıkarım. Đnanın, gerçekten iş yemekleridir bunlar. Zaten farklı şeyler düşünecek zevklerim de kalmadı. Dört kadeh martiniden sonra uyuklamaya başlıyorum. Geçen kıştan beri de vitamin hapları alıyorum. õõõ TEMMUZUN son haftasıydı; sıcak, yapış yapış bir temmuz günü. Yayınevindeki özel odamda pinekliyordum. Birden kapı açıldı, elinde vapur tarifeleriyle patronum Ferguson odaya daldı. Onu görünce sevindiğimi söyleyemem. Üç gecedir evime gidemiyordum. Sonbahara yetiştirmek zorunda olduğumuz bir yazı dizisi vardı, onu hazırlıyordum.

Aslında son zamanlarda evden uzak kalmak için yaratmadığım iş kalmıyordu. Hayat can sıkıcı olmaya başlamıştı. Nancy ile de artık paylaşacağımız pek bir şey kalmamıştı. Çocuklar da bir gece eve dönmeyecek olsam beni özlemeyecek kadar büyümüşlerdi. Birtakım problemlerim vardı. Aslında incir çekindiğini doldurmayacak şeylerdi bunlar, ama beni huzursuz, kuşkulu yapıyordu; bahar yorgunluğu gibi. Ancak artık bahar bitmiş, kavurucu sıcaklar bastırmıştı. Bense bu rahatsızlığımı üzerimden atamıyordum. Bu yüzden şehirde kalabilmek için olmadık işler yaratıyordum. Şehirde kalıp da çılgınca işler yapacak değildim ama, evden uzaklaşmak istiyordum. Sürekli hayâl kuruyordum. Ferguson ise hiç hayâl kurmazdı. Kırçıl saçları, çatık kaslarıyla babam kadar yaşlıydı. Ancak gücü, kuvveti yerindeydi ve istediği zaman tek eliyle beni yere çivileyebilirdi. Öyle aklına estiği zaman da benim odama gelmezdi.

Önemli bir nedeni olurdu bu gelişin ve lâfı döndürüp dolaştırmadan ne söyleyecekse söyler, sonra çıkar giderdi. Bugünkü geliş nedeni işe bir yıldır aldığım vitamin hapları, içtiğim martiniler ve bar köşelerinde kurduğum hayâllerin karışımından çok daha etkili bir şeydi: Tor Holberg hatıralarını yazıyordu. Bu konu hakkında bazı söylentiler duymuştum, ancak şimdi Ferguson söyleyene kadar buna inanmamıştım. Bu heybetli, koca direnişçi, anavatanı olan Norveç’in dağlık bölgelerinde inzivaya çekilmiş, sakin bir hayat yaşıyordu. Kabuğundan çıkıp üstelik de hatıralarını yazmaya karar vermesi, kamuoyunda duyulunca bomba etkisi yapacaktı. Yazacağı kitap da pekâlâ dinamit etkisi yapabilirdi. “Ya da akwavit!* ” dedi. “Arada pek bir fark göremiyorum.” Ya da Holberg!. Bana göre Tor Holberg’le dinamit arasında pek bir fark yoktu. Ferguson söz edince, yıllardır görmediğim Tor Holberg’i yeniden gözümün önüne getirmeye çalışıyordum: Đri, geniş göğüslü, kalın ve tok sesli bir adamdı. Bir diplomattan çok Romalı gladyatöre benzerdi. Asker, devlet adamı ve iyi bir direnişçiydi. Đkinci Dünya Savaşı sırasında ülkesinin bağımsızlık uğruna yaptığı direnişçilerin şefiydi, direniş hareketinin belkemiğiydi. Savaştan sonra da ülkesini uluslararası konularda başarıyla temsil etmiş, on yıl önce her alandan çekilene kadar da bu işi başarıyla yürütmüştü.

Onun hakkında çok şey biliyordum; kişiliğini de yalandan tanıyordum. Birleşmiş Milletlerin ilk kuruluş yıllarında onunla sık sık görüşmüştüm. Demek bizim koca dev yeniden doğrulmaya karar vermişti. Ferguson’un coşkusuna katılmakta gecikmedim. Ferguson: “Bütün ideolojileri ve devlet yönetim sistemlerini çok iyi biliyor!” dedi, “Şu an hayatta olmayan bir çok devlet adamım, siyasetçi ve askeri yalandan tanımıştı. Kimbilir ne önemli sırlara, bilgilere sahiptir. Büyük adam, canım. Bir de bunları kâğıda döktüğünü düşün. Evet, başka bir şey düşünmek enayilik olur. Bu, yüzyılımızın en büyük ve en önemli çıkışı olacaktır. Mark, her şeyi hazırladım. Şimdi beni iyi dinle! Nate Talmadge denen herifi tanır mısın?” Nate Talmadge mi?… Birdenbire kendimi on yaş gençleşmiş hissettim. Günlük vitamin haplarımı bile almamıştım oysa. “Hayatta tanıyabileceğin en büyük serseri! En korkunç savaş muhabiri! “Çok önemli Kişiler” den birinin viskisini aşırmaktan çekinmeyecek tek adam!” Ferguson sırıttı. “Birbirinizi tanıyacağınızı tahmin etmiştim zaten,” dedi.

“Talmadge de şimdi Norveç’te yaşıyor. Oslo’ya yerleşmiş. Üstelik de Holberg’le sıkı fıkı dostmuşlar. Koca dağ kaçağının nerede gizlendiğini biliyor, sık sık da onu görmeye gidiyormuş. Daha da ilginci, koca devi, hatıraları konusunda ona en iyi biçimde yardım edecek, onları en iyi değerlendirecek yayınevinin Harrison House olduğuna inandırmış. Şimdi son bir önemli iş var: Birisi oraya kadar gidip, yayın kontratlarını koca deve imzalatacak, işi bitirecek!” Ferguson sustu. Đçimde kopan fırtınaları gözlüyordu zevkle. “Seni bu sıcaklarda New York’un serin, rahat hayatından uzaklaştırmaktan nefret ediyorum, ama son zamanlarda sinirlerin çok gerginleşti gibi geliyor bana. Deniz yolculuğu iyi gelir sanırım. Öyle aşırı, fazla lüks olmayan cinsinden… Durup dururken aşırı masrafa yol açmanın gereği yok. Şöyle, küçük, mütevazi bir yaz günü yolculuğu… Bana, Norveç’te balıkçılığın çok zevkli olduğunu söylemişlerdi.” Vergilerden sonra elimde bir şey kalacak olursa, Ferguson’u vasiyetnamede yüzde yüz hatırlayacağım. Daha o hareket günümü ve saatimi bildiren kâğıdı cebinden çıkarmadan ben şapkamı kaptığım gibi odadan fırladım… õõõ OSLOFIORD, Bergen Limanına girerken inceden bir yağmur yağıyordu. Dokuz gün boyunca doğru düzgün bir kara parçası görmeden gittikten sonra şöyle esaslı bir toprak parçası görmek herkesi sevindirmiş olacak ki, gemidekiler yağmura aldırmadan güverteye doluşmuşlardı. Çoğu da Bergen’de iniyordu.

Gemi buradan Stavanger, Kopenhag ve son durak olan Oslo’ya gidecekti. Ben de bu yolu izleyecektim. Doğrusunu söylemek gerekirse, hiç de eğlenceli bir vakit geçirmiyordum. Oysa kendimi eğlendirmek için çırpınıyordum. Her yapılan şakaya yüksek sesle ve aptal aptal gülüyor, Iowa’lı, kızıl saçlı güzel öğretmene açıktan açığa kur yapıyordum. Yine de hiç bir şeyden tat alamıyordum. Bu da tabiî bütün sinir sistemimi etkiliyordu. Üç gecedir korkunç baş ağrılarıyla kıvranıp duruyordum. Birdenbire geliyordu bu ağrılar; keskin, kör edici, delici ağrılardı. Güvertede durmuş, gemide geçen günlerimi hatırlamaya çalışıyordum. Çünkü her şey silik bir hâldeydi. Bana bir şeyler oluyordu ama, hatırlayamıyordum. “Günaydın, Bay Grant! Bu sabah nasılsınız?” Yağmurluğumun yakasını iyice kaldırıp döndüm. Kiminle karşılaşacağımı biliyordum: Sundequist. Otto Sundequist Stokholm’lü bir işadamıydı.

Ancak, artık emekli olmuştu. Uzun boylu, yanık tenli, şen görünüşlü, beresinin altından beyazlaşmış saçlar fışkıran, altmış yedi yaşında bir adamdı. Yaşını itiraf ettiği zaman hayranlık duymaktan kendimi alamamıştım. Yemek salonunda o, ben, çok hoş bir kız olan Iowa’lı öğretmen Ruth Atkins ve artık neslinin son örneği olduğu anlaşılan soylu, yaşlı bir hanımefendi olan Bayan Perriman aynı masada otururduk. Sundequist ile daha yola çıkar çıkmaz tanışmıştık. Son derece canlı, yorulmak bilmeyen, tükenmeyen bir enerjiye sahip, yakışıklı bir ihtiyardı. Güverte çevresinde yaptığımız hızlı bir tur sonucunda ben kendimi en yakın şezlonga atarken, o daha yeni ısınmaya başlıyordu. Bir tur daha atmak onun için işten bile değildi. Sanırım onu biraz kıskanıyordum. Şimdi sorduğu soruya içerlemem belki bu yüzdendi, belki de biraz utanmıştım: Üç gecedir üst üste baş ağrım tutmuştu: Biri yemekte, biri sinema salonunda film seyrederken, biri de dün gece güvertede otururken. Sundequist’in hemen yanıbaşında Ruth Atkins duruyordu. Bu pırıl pırıl kızcağız her halde ömründe baş ağrısı nedir tatmamıştır sanırım. “Günaydın!” dedim. “Bu sabah çok iyiyim. Çok iyi!” “Đyi uyuyabildiniz mi?” Bir an duraladım.

Đyi uyumuş muydum? Bir şey vardı… Bir şey vardı, ama, tam olarak hatırlayamıyordum. Rüya gibi bir şeydi. Ruth Atkins herhalde ömründe kötü uyku da uyumamıştır. “Ah! Deliksiz bir uyku çektim!” diye karşılık verdim. Mışıl mışıl uyumuşum. Dün gece içtiğimiz içkide bir şey vardı besbelli; beni çok iyi uyuttu. Sundequist gülümsedi. Hayattaki yerini, ne istediğini bilen, bunların tadını çıkarabilen adamlara özgü, rahat, emin bir gülümsemeydi bu. “Yok canım, Grant,” dedi. “Çok yorgundunuz ondan. Bence fazla dinlenmek yormuştur sizi. Böyle durumları çok gördüm ben. Siz Amerikalı işadamları hep böylesinizdir zaten: Bütün yıl boyunca durup dinlenmeksizin çalışır, sonra birkaç hafta içine sıkıştırdığınız tatilinizde de dinlenmeye çalışırsınız. Eh, sinir sistemleri de bu kadar anî değişiklikleri kaldıramıyor elbette. Çok normal bir tepki bu.

Korkacak bir şey yok!” Sundequist konuşmaya bayılıyordu. Tok, insanın içine işleyen, rahatlatan bir ses tonu vardı. Đngilizcesi de çok iyi ve pürüzsüzdü. Ona gerçeği söylememiştim. Evet, baş ağrım geçmiş, ben de uyumuştum, ama, yine de istediğim, umduğum gibi hissedemiyordum kendimi. Gerçekte hiç de iyi değildim. Doğrusunu söylemek gerekirse, tam olarak bilemediğim bir şeyden korkuyordum. Gözlerimi yeniden limana çevirdim. Beni korkutan bu güzel şehir değildi. Peki ama, neden korkuyordum. Başımı salladım. Sanki o korku düşüncesini kafamdan silkip atmak istiyordum. Ruth Atkins’in her zaman pek tatlı olan yüzü sıkıntılı bir yüz ifadesiyle konuştuğum zaman kuşkulu bir anlam almıştı. Yüz ifadem normale dönünce o da rahatlamıştı. Yabancı bir ülkenin eşiğine gelmiş normal bir Amerikalı turistin gösterebileceği bütün belirtiler görülmeye başlamıştı güzel yüzünde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir