Uğur Mumcu – Kürt Dosyası

Uğur Mumcu’nun elinizdeki bu son çalışması ne yazık ki, tamamlanmış değil. Eğer tamamlanabilmiş olsaydı, Uğur o eşsiz araştırmacılığı, kılı kırk yaran titizliği, insanı hayrete düşüren çalışma gücüyle, ülkemizi kan ve ateşe boğan terör ile ilgili, bize kimbilir daha ne şaşırtıcı ipuçları verecek, günümüz olaylarını daha iyi kavramamız açısından, kimbilir hangi aydınlatıcı gerçekleri günyüzüne çıkaracaktı. Uğur Mumcu mücadeleci bir yazar, demokrasinin, laikliğin, özgürlüğün, bağımsızlığın yılmaz bir savunucusu, eşsiz bir araştırmacı olduğu gibi, aynı zamanda günümüzün terör konusundaki sayılı uluslararası uzmanlarından da biriydi. O, terörün, bir yanı uyuşturucu, öbür yanı silah ticareti ve karaparaya uzanan, koridorlarında gizli servisler ile birbirlerine karşıt oldukları halde, birbirlerinin taşaronlu-ğunu üstlenen örgütlerin kolkola dolaştıkları labirentlerine dalar, oradan bir parça, buradan bir parça toplayarak, tıpkı bir «puzzlen tamamlarcasına, tablonun bütün öğelerini yerli yerine oturturdu. Evet Uğur Mumcu sayılı terör uzmanlarından biriydi. Bu «terör uzmanı» deyimi, Uğur gibi konuyu enine boyuna incelemiş, bu alanda kitapları çok satmış olan, is5 tihbarat kaynaklarının güçlülüğü yüzünden, tıpkı Uğur Mumcu’ya yapıldığı gibi, telefonları ülkenin resmi gizli örgütlerince dinlenen (olay ortaya çıktığında tüm Fransa’yı sarsan öyle bir skandal patlak verdi ki) Fransız gazeteci yazar Edıvy Pienel’in hiç hoşuna gitmiyor. Geçen yılın bahar aylarında kendisiyle, Paris’te, «Le Monde» un Falguiere sokağındaki binasında, yaptığımız konuşmada, bu düşüncesini şöyle açıklıyordu Flanel: — Evet bu deyimden hiç hoşlanmıyorum. Çünkü bazen “uzmanlık,, derken, kendimizi olaya öylesine kaptırıyoruz ki, sonunda terörün aleti oluyor, onun tarafından kullanılıyoruz. Sonra da görüşünü somutlaştıran — Geçenlerde bir terör örgütünü basın çok abarttı. A-deta onun adına kamuya dehşet saldı. Ama sonra teröristler deşifre edildiklerinde gördük ki, gerçekte hiç mi hiç önemli değillermiş. Terörü yazarken, onun sindirici, yıldırıcı şiddetine hayranlık duymak ya da bu tuzağa kişi olarak düşmese bile, dolaylı olarak okuru oraya itmek, yazarın kolay kolay kaçınamayacağı bir yanlış oluyor. Mario Fuzzo, çoksatar olan «Baba» romanını yazarken, sözkonusu tuzağa bilerek düştü, yoksa bilmeden mi? Burası pek önemli değil. Belki de Mafia’nın çirkin yüzünden daha çok, sürükleyici öyküydü Puzzo’yu çeken.


Ama hangi nedenle hareket etmiş olursa olsun, Puzzo yapıtıyla Mafia’ya yardım etmiştir. Çünkü Mafia’yı ayakta tutan, terör örgütüne duyulan hayranlıktır ki, bu da Puzzo’nun da yaptığı gibi bir mistik yiğitlik havasının yaratıl-masıyla sağlanmaktadır. Mafia’yı ayakta tutan, gerçekle ilişkisi olmayan bu söylencedir. 6 Nitekim bir zamanlar Sicilya’da «yoksulların babası» olarak dünya çapında bir ün yapmış olan eşkıya Guillaro da varlığını yıllarca adına uydurulmuş olan bu söylenceye dayandırmıştı. Ama araştırmacı değilse bile, sanatını ciddiye alan bir sinemacı olan Francesco Rosi, Salvatore Guillaro adlı yapıtında bu söylence balonunu söndürmüştür. Rosi diğer yapıtlarında da Mafia’nın da terörün de, hiç de kahramanca yanları bulunmayan adi ve rezil bir dünya olduğunu gözler önüne sermiştir. Terörü yalnızca iyi izlemek, gizli kalmış belgeleri gün-yüzüne çıkarmak ve parçaları biraraya getirmekle yetinmeyip, aynı zamanda bu olguya nasıl yaklaşılması gerektiğini de iyi saptamış olan Uğur Mumcu, elinizdeki tamamlanmamış çalışmasında da, bir kahraman olarak sunulan ve efsaneleştirilmek istenen Apo’nun geçmişine eğilerek, o-nun gerçek yüzünü ortaya seriyor. Uğur Mumcu bu kitabında Apo’nun geçmişiyle ilgili kendi beyanlarının doğru olmadığını belgeleriyle ortaya koyuyor. Kimilerince büyük bir halk kahramanı ve gerilla önderi olarak görülüp, gösterilen Apo’nun özgeçmişini inceleyen Uğur mumcu’nun kitabı, sözü edilen geçmişin ileri sürüldüğü gibi parlak ve kahramanca olmadığını kanıtlıyor. Bu incelemede Apo’nun geçmişinde garip bazı gizli güçlerin onu perde arkasından destekledikleri ve kullandıkları gerçeği ile birlikte, onun çok yakın çevresindeki kişilerin garip ilişkileri de ortaya seriliyor. Gerçekten de bu destekler ve ilişkiler olmaksızın, hiç bir şey Öcalan’ın «12 Mart» in şedit savcısı baki Tuğ’un elinden bu denli ucuz kurtulmasını açıklayamaz. Uğur Mumcu bu çalışmasında bir kez daha bir gerçeği ortaya koymuş bulunuyor: 7 Teför kullanan ile kullanılanın, korkutan ile korkutulanın birbirlerine karıştığı, kahramanlık yanı olmayan, kör ve iğrenç bir mekanizmadır. Teröristin de, karanlık emellerine yönelirken, çevresinde uyandırmak istediği kahraman görüntüsüyle gerçekte hiç bir ilgisi yoktur. * Bu yapıt bu yanıyla bile aynı konuda tamamlanmış bir çok kitabın yapamayacağı büyük bir hizmet yapıyor. Ve sonunda Uğur Mumcu’ya bir kez daha teşekkür borçlu oluyoruz. Teşekkürler Uğur.

8 BİR Birinci sınıf anfisinde kürsüdeki gencin konuşması «Bağımsız Türkiye, Bağımsız Türkiye» ve «Kahrolsun faşistler» sloganları ile kesiliyordu. Neyecan dalgası sınıflardan koridorlara kadar yayılmıştı. Öğrenciler, 1. sınıfın kapısında ve koridorda marş söyleyerek dolaşıyorlardı. «Gün doğdu hep uyandık / siperlere dalandık / uğruna al kanlara boyandık» Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi sınıfları ve koridorları o gün bu sloganlar ve marşla inliyordu. Sayıları on-onbeşi bulan bir kısım öğrenci, bu slogan ve marşlarla sınıflara girip arkadaşlarını boykota çağırmıştı. Günlerden cumaydı. 31 Mart 1972 cuma. Kürsüdeki öğrenci «Kızıldere’de arkadaşlarının öldürüldüğünü, Amerikan emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerine karşı direniş» çağrısı yapıyordu. Direniş, pazartesi gününe kadar boykot demekti. Kürsüde konuşan öğrencinin adı Doğan, soyadı Fırtına’ydı. Doğan Fırtına’n m konuşması 1.sınıfta fırtına yaratmaya yetmişti. Öğrenciler, «kahrolsun faşistler» 9 «bağımsız Türkiye» sloganları ile sınıfı ve okulu ter-kettiler. Boykotçu öğrenciler, ellerindeki bildirileri dağıtmışlardı.

Fakültede, sınıflarda, bahçede ve koridorlarda dağıtılan bildiriler elden ele dolaşıyordu. Bildiri, «Üç yurtsever kardeşimizi kurtarmak için ileri» diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu: «… Faşist generaller çetesi, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan ve Deniz Gezmiş’i katletmeye çalışıyorlar… Amerikan köpeği cellatlar üç yurtsever genci katlederek halkı yıldıracaklarını sanıyorlar… İşçiler, köylüler, gençler, askerler, yurtsever subaylar, demokratlar, ilerici aydınlar, bütün yurtseverler, bütün halkımız, üç yurtsever kardeşimizin katledilmesine karşı dişe diş mücadeleye atılalım… Ağaların topraklarına bir şahin gibi dalalım… Tefecilerin gırtlaklarına sarılalım. Yurtsever kardeşlerimizin katilleri bunlardır…» (1) MİT, Sıkıyönetim Komutanlığı ve Ankara Emniyet Müdürlüğü öğrencile’r arasına görevlilerini yerleştirmişlerdi. Bir gösteri beklenmekteydi. Bir gün önce Niksar’ın Kızıldere Köyünde SBF öğrencisi Mahir Cayan ve 9 arkadaşı güvenlik kuvvetlerince öldürülmüşlerdi. Her an bir kargaşa beklenmekteydi. Polis, akla gelen ilk önlemleri almıştı. İstihbarat da tamdı; ne yapılacağı da kararlaştırılmıştı. Bildiri dağıtılacak, boykot çağrısı yapılacaktı. Polis bundan sonra harekete geçecek ve göstericiler yakalanacaktı. 10 Bildiride adlarından söz edilen «üç yurtsever genç», İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Deniz Gezmiş, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü 2. sınıf öğrencisi Yusuf Arslan ve ODTÜ İdari İlimler 1. sınıfından ayrılma Hüseyin İnan’dı. (2) Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesince ölüm cezasına çarptırılmışlar, karar, Askeri Yargıtay’dan da geçmişti. Hüküm her an infaz edilebilirdi.

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın infazları beklenirken Kızıldere’de Mahir’Çayan ve dokuz arkadaşı güvenlik güçlerince öldürülmüşlerdi. Her iki olay tansiyonu yükseltmişti. Her an bir olay beklenmekteydi. KIZILDERE’DE DOKUZ ÖLÜ SBF öğrencisi Mahir Cayan ve arkadaşları, 26 mart 1972 günü Ünye Radar Üssü’nde çalışan biri Kanadalı, ikisi İngiliz üç teknisyeni kaçırıp Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere köyünde muhtar Emrullah Arslan’ın evinde saklanmışlardı. Tutuklu bulundukları İstanbul Kartal Askeri Cezaevinden tünel kazarak kaçmayı başaran Cayan ve arkadaşları, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesince ölüm cezasına çarptırılan Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan haklarındaki kararın infaz edilmemesini isteyen bir bildiriyi Ünye’de kaçırdıkları İngilizlerin şifreli kasasına bırakmışlardı. 11 Bu bildiri radyoda yayınlanmalıydı. Yoksa rehin alınan teknisyenler öldürüleceklerdi. Kararları kesindi! Cayan ve arkadaşları İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Elrom’u kaçırıp öldürmek ve gizli örgüt kurmak suçlarından yargılanıyorlardı. Teknisyenler 26 Mart günü oturdukları apartıman-dan kaçırılmışlardı. Olay, 27 Mart sabahı İçişleri Bakanlığınca duyulmuştu. Fatsa – Ünye – Niksar ilçelerinde aramalar başladı. Niksar – Ünye karayolunda yapılan bir arama Cayan ve arkadaşlarının izlerini bulmaya yetti. Aramada ele geçen Hasan Yılmaz’ın hemen dili çözüldü. «Bana 100 lira verdiler. Rehberlik yaptım, yol gösterdim.

Hepsi de Kızıldere köyündeler.» Saklandıkları evin sahibi Muhtar Emrullah bulundu. Ve tabii konuşturuldu. İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanı General Vehbi Parlar, Samsun Jandarma Bölge Komutanı Albay Celal Duru-kan, 29 Mart günü Kızıldere köyüne gittiler. (3) Muhtarın evi komando askeri tarafından çevrilmişti. Sabahın beşiydi, gün yeni ağarıyordu. «Teslim olun» çağrılarına karşı Cayan ve arkadaşları «İngilizler, elimizde. Teslim olmayacağız. Çarpışacağız. İngilizler burada ölecek» yanıtını verdiler. 12 Köyü saran askeri birliğin komutanı «İngilizlerin orada olduğuna inanmıyoruz» diye bağırınca biri ka-nadalı ikisi ingiliz, pencereden gösterildi. Kaçırılan ve elleri ve ayakları bağlanan yabancı teknisyenler «ateş etmeyin, ateş ederseniz bizi öldürecekler» diye bağırdılar. Bu konuşmaları uzun süren bir sessizlik izledi. Evin çatısına üç kişi çıkmışlardı: Mahir Cayan, Er-tuğrul Kürkçü ve Teğmen Saffet Alp. Bu sessizlik, saat 14.

10’da başlayan ateş sesleriyle bozuldu. Askerlerin açtığı ateşle ilk vurulan Mahir Cayan oldu. Ve hemen orada öldü. Rehin alınan elleri arkalarından bağlanan teknisyenler de Çayan’ın arkadaşlarınca hemen orada kurşuna dizildiler. Ömer Ayna gözünden, Cihan Alptekin karnından aldıkları yaralarla yerde kıvranıyorlardı. Ateş kesilmişti. Subaylar yeniden «teslim olun» diye megefonla sesleniyorlardı. Ertuğrul Kürkçü, arkadaşlarına sordu: «Teslim olacak mıyız?» Yanıt «hayır» oldu. Teslim olmayacaklardı. Ellerinde üç el bombası kalmıştı. Bombaların pimleri söküldü. Saat 15.30 sularında ev büyük bir gürültü ile sarsıldı. Ardından peş peşe patlamalar duyuldu. Eve havan mermileri atılmıştı.

Eve ilk giren Niksar İlçesi Jandarma Komutanı İsmail Hakkı Topaloğlu ile Niksar Cumhuriyet Savcısı 13 Fahrettin Çankaya ve Hükümet Tabibi Dr. Şehsuvar Savuran oldu. Ev, ceset doluydu. (4) Salonun sağındaki odanın orta kısmı çökmüştü. Dev-Genç Başkanı ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi 4. sınıf öğrencisi Ertuğrul Kürkçü, «yaşayan var mı?» diye sordu. Yanıt alamayınca samanlığa doğru koştu ve samanların altına gizlendi. Komandolar, eve girdiler. Samanlık arandı. Askerlerden biri samanlığa ateş etti. Kurşunlar, Kürkçü’nün dizlerini yalıyarak yere saplandı. Askerler, Ertesi gün yeniden samanlığa geldiler. Ertuğrul Kürkçü’nün babası, cesetler arasında oğlunun cesedini bulamayınca arama yeniden başladı. Ve Ertuğrul Kürkçü samanlıkta yakalandı. (5) SBF DE ŞAFAK BİLDİRİSİ DAĞITILIYOR… Olay kısa sürede duyuldu.

31 Mart 1972 günü Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesindeki gösteriye Sıkıyönetim bu yüzden çok önem veriyordu. Bütün önlemler alınmıştı. Fakültedeki bildiriyi dağıtanlar arasında esmer, zayıf Urfalı bir öğrenci göze çarpıyordu. Bu Urfalı öğrenci, 7 Nisan günü gözaltına alındı ve 27 Nisan günü tutuklandı. Mamak Tutukevindeki 2 Numaralı Cezaevine gö14 türülen Urfalı öğrenci 30 Haziran 1972 günü tahliye dilekçesi verdi: «Olayla ilgili olarak 68 kişinin ifadesine başvurulup 20’ye yakın kişi tutuklandık. 10 kişi de gözaltından serbest bırakıldı. Bu kadar kişiden halen sadece iki kişiden biriyim. Tahliye edilenlerden daha ağır bir fiilin faili olduğumu ispatlayacak sıhhatli bir delil yoktur. Bana isnat olunan suça delil olarak okulda şahsıma karşı kişisel husumeti olan kişilerin ifadesine başvurulduğu, bu ifadelerin sıhhat derecesi kendiliğinden anlaşılacaktır. Eğer tanık olarak rastgele kişiler dinlenseydi hakkımdaki bu isnatların tutarsızlığı anlaşılacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir