Henning Mankell – Olumun Karanlik Yuzu

Unuttuğu bir şeyler vardı, uyandığı an anlamıştı bunu. O gece rüyasında görmüş olduğu… Hatırlaması gereken bir şey. Hatırlamaya çalıştı. Ama uyku kara bir delikti. İçinde ne olduğu hakkında hiçbir ipucu vermeyen dipsiz bir kuyu gibi. Oysa rüyamda boğalarla mı boğuştum sanki diye düşündü. Öyle olsa, gece ateşlenmiş gibi ter içinde kalmış olmam gerekirdi. Bu gece boğalar beynimi rahat bıraktı. Karanlıkta kıpırdamadan yatarak etrafı dinledi. Yanında yatan karısının soluğu neredeyse duyamayacağı kadar sessizdi. Bir sabah yanımda ölmüş olacak, hem de ben hiç fark etmeden, diye düşündü. Ya da ben ölmüş olacağım. Birimiz diğerinden önce. Kimbilir hangi sabahın ilk ışıkları, ikimizden birinin geride yapayalnız kaldığını bildirecek. Yatağın yanındaki masada duran saate göz attı.


Saatin göstergeleri parlıyor, dört kırk beşi gösteriyordu. Neden uyandım ki, diye düşündü. Hep beş buçuğa kadar uyurum. Bu kırk yıldır böyleydi. Neden şimdi uyandım? Karanlığı dinledi. Birden tüm uykusu kaçtı. Olağandışı bir şeyler vardı. Sanki bir şey artık şimdiye dek olduğu gibi değildi. Karısının yüzüne ulaşana dek bir eliyle etrafını dikkatle yokladı. Parmak uçlarıyla karısının sıcaklığını hissetti. Ölmemişti demek. Henüz hiçbiri yalnız kalmamıştı. Karanlığı dinledi. At, diye geçti hızla aklından. Kişnemiyor.

Bu yüzden uyandım. Aslında bu kısrak geceleri hep kişner. Onu hep duyarım, beni uyandırmasa da duyarım. Farkında olmadan uyumaya devam edebileceğimi hissederim. Gıcırdayan yataktan dikkatlice kalktı. Bu yatak kırk yıldır vardı. Evlenirlerken satın aldıkları tek mobilyaydı. Ve yaşamları boyunca sahip oldukları tek yataktı. Ahşap zeminde pencereye ilerlerken sol dizindeki acıyı hissetti. Yaşlı bir adamım, diye düşündü. Yaşlı ve tükenmiş bir adam. Her sabah yetmiş yaşıma yeniden şaşıyorum. Dışardaki kış gecesine baktı. Günlerden 8 Ocak 1990’dı ve bu kış Schonen’e henüz kar yağmamıştı. Mutfak kapısının dışında asılı lambanın ışığı bahçeye düşüyor, yapraksız kalmış kestane ağaçlarını ve bunların ardında uzanan düzlükleri aydınlatıyordu.

Gözlerini kısarak komşuları Lövgren’lerin çiftliğine baktı. Beyaz ve basık, uzunlamasına yayılan bina karanlıkta kalıyordu. Evin sağ kanadındaki ahırın siyah kapısının üzerinde etrafa loş ışık veren bir lamba asılıydı. Kısrak işte oradaki bölümünde durur ve gecenin içinden birden huzursuz kişnemesi duyulurdu. Karanlığı dinledi. Arkasındaki yatak gıcırdadı. “Ne yapıyorsun?” diye mırıldandı karısı. “Uyumaya devam et,” diye karşılık verdi. “Sadece biraz bacaklarımı açayım dedim.” “Ağrın mı var?” “Yok.” “O halde uyumana devam et. Orada öyle durma, üşüteceksin.” Karısının diğer yana döndüğünü duydu. Bir zamanlar birbirimizi severdik, diye düşündü. Ama kendi düşüncesine karşı koydu.

Sevmek fazlasıyla kibar bir sözcüktü. Bizim gibi insanlara göre değil. Kırk yılı aşkın süredir çiftçilikle uğraşan, Schonen’in ağır çamurlu toprağında yıllardır belini bükmüş biri, karısından söz ederken “sevmek” sözcüğünü ağzına almaz. Bizim yaşamımızda sevgi hep başka bir anlam taşımıştır… Komşu evi inceledi. Gözlerini kısarak, kış gecesinin karanlığını yenmeye çalıştı. Kişne, diye düşündü. Kişne ki; her şeyin eskisi gibi olduğunu bileyim. Böylece de bir süre daha yorganımın altına girebileyim. Emekli olmuş, ağrılara bürünmüş bu çiftçinin zaten yeterince uzun ve acımasız bir yaşamı var. Birden komşu evin mutfak penceresini fark etti. Bir şey değişmişti. Yıllardır komşusunun pencerelerine göz atardı. Şimdi ise gözüne değişik görünen bir şey vardı. Yoksa aklını karıştıran tek şey, karanlık mıydı? Gözlerini yumdu ve dinlendirmek için yirmiye kadar saydı. Sonra tekrar pencereye baktı, şimdi bu pencerenin açık olduğundan emindi.

Geceleri hep kapalı duran pencere, birden açık bırakılmıştı. Ve kısrak kişnememişti… Kısrak kişnememişti, çünkü yaşlı Lövgren, prostatı tuttuğunda onu sıcak yatağından kaldıran o ağrıyla her zamanki gibi ahıra uzanan gece yolculuğunu bu kez yapmamıştı… Bunların hepsi kuruntu, dedi kendi kendine. Gözlerim eskisi gibi iyi görmüyor da ondan. Her şey hep olduğu gibi. Burada ne olabilir ki zaten? Kadesee Gölü’nün az yukarsında, güzel Krageholmsee Gölü’ne giden yolun kıyısındaki, Schonen’in tam ortasında yer alan küçük Lenarp kasabasında ne olabilir? Burada hiçbir şey olmaz. Bu küçük kasabada zaman durmuş gibidir, güçsüz ve isteksiz öylesine akıp duran bir derenin yaşamı gibi. Burada topraklarını başkalarına satmış ya da kiralamış birkaç çiftçi yaşar. Burada biz yaşarız ve kaçınılması mümkün olmayanı bekler dururuz… Mutfak penceresine bir daha baktı ve ne Maria, ne de Johannes Lövgren’in bu pencereyi kapatmayı unutmayacaklarını düşündü. Yaşlanmayla birlikte sinsi bir korku yaklaşır, kilit üzerine kilit vurulur ve hiç kimse gece bastırmadan penceresini kapatmayı unutmazdı. Yaşlanmak demek, insanın içinin korku dolması demekti. Çocukken sahip olunan korkular, yaşlanınca yeniden ortaya çıkıyordu… Giyinip dışarı çıkabilirim, diye düşündü. Buz gibi rüzgârı yüzümde hisseder, arazilerimizi birbirinden ayıran çite kadar yürürüm. Her şeyin bir kuruntudan ibaret olduğunu kendi gözlerimle görmüş olurum böylece. Ama beklemeye karar verdi. Çok geçmeden Johannes yataktan kalkar, kahve pişirirdi.

Önce tuvaletin ışığını yakar, sonra da mutfağınkini. Her şey hep nasılsa öyle olacak… Pencerede durdu ve üşüdüğünü fark etti. Bu yaşlılık üşümesiydi, en sıcak yerlerde bile sinsice sokulan bir üşüme. Maria’yı ve Johannes’i düşündü. Onlarla da evliydik, diye geçirdi aklından. Komşu olarak, çiftçi olarak. Birbirimize yardım ettik, emeklerimizi ve kötü geçen yıllarımızı paylaştık. Ama güzel anlarımızı da birlikte tattık. Birlikte yaz bayramlarını ve Noel’leri kutladık. Çocuklarımız iki çiftliğin avlusunda oradan oraya koşuşturdular, birbirimizin çocuklarıymışçasına. Şimdi de yaşlılığın uzun ve bitmek bilmez dönemini paylaşıyoruz… Nedenini bilmeden pencereyi açtı, karısını uyandırmamaya dikkat etti. Pencerenin kolunu, soğuk, kuvvetli rüzgâr elinden kapmasın diye sıkıca kavradı. Oysa hava dingindi. Radyoda Schonen bölgesinde kötü havaya dair hiçbir şey duymadığını şimdi hatırlıyordu. Gökyüzü berrak, yıldızlar ışıl ışıldı, hava çok soğuktu.

Pencereyi tekrar kapatmak üzereyken, bir ses duyar gibi oldu. Durdu ve sol kulağını dışarıya doğru uzattı. Bu onun sağ kulağına oranla, dar ve gürültülü traktörler üzerindeki tüm zamanlardan zarar görmeden kurtulmuş olanıydı. Bir kuştu, diye geçti aklından yıldırım hızıyla. Bir gece kuşunun çığlığı. Sonra korku bastırdı. Hiçten doğan ve insanın içini kaplayan bir korku. Bu bir insan çığlığını andırıyordu. Başkalarına sesini duyurma endişesini taşıyan. Kalın taş duvarları aşıp, komşularını uyarma çabasında bir ses… Sadece bana öyle geliyor, diye düşündü. Seslenen kimse yok. Kim olabilirdi ki zaten? Bir hamleyle pencereyi kapatırken saksılardan biri sallanınca Hanna uyandı. “Ne yapıyorsun?” diye soran Hanna’nın sesinden huzursuzlandığını anladı. Cevap vermek üzereydi ki; neler olup bittiğine emin oldu. Korkusu yersiz bir korku değildi.

“Kısrak kişnemiyor,” diyerek yatağın kenarına oturdu. “Ve Lövgren’lerin penceresi açık. Ve sanırım biri çığlık attı.” Hanna yatakta doğruldu. “Ne diyorsun?” Cevap vermek istemedi, ancak duyduğu sesin bir kuşa ait olmadığından artık emindi. “Johannes ya da Maria,” dedi. “İkisinden biri yardıma çağırdı.” Hanna yataktan kalkarak pencereye gitti. Boylu boslu bir kadındı. Üzerinde geceliğiyle durdu ve dışardaki karanlığa göz attı. “Mutfak penceresi açık değil,” diye fısıldadı. “Camı kırılmış.” Karısına yaklaştı, şimdi öyle üşüyordu ki, tüm vücudu sarsılıyordu. “Biri yardım istiyor,” dedi Hanna titrek bir sesle. “Ne yapmalıyız?” diye sordu.

“Oraya gitmelisin,” dedi Hanna. “Acele et!” “Ya tehlikeliyse?” “En iyi dostlarımızdan yardımımızı esirgeyecek miyiz? Ya başlarına bir şey geldiyse?” Telaşla üzerine bir şeyler giydi, mutfak dolabında sigortalarla kahve kavanozunun yanında duran el fenerini aldı. Ayaklarının altındaki çamur donmuştu. Dönüp baktığında pencerede Hanna’nın siluetini gördü. Bahçe çitine gelince durdu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Şimdi kendisi de mutfak penceresinin kırılmış olduğunu görüyordu. Alçak çiti dikkatlice tırmandı ve beyaz binaya yaklaştı. Hiç ses yoktu. Her şey benim kuruntum, diye düşündü. Ben yaşlı bir bunağım, gerçekle hayali artık birbirinden ayıramayan bir bunak. Belki de bu gece gerçekten boğaları gördüm rüyamda? Şu eski rüyamı, çocukluğumda beni kovalayan ve günün birinde öleceğimi hissettiren boğaları… Birden o çağrıyı yeniden duydu. Çok zayıftı, çığlıktan çok, bir iniltiye benziyordu. Bu Maria’nın sesiydi. Yatak odası penceresine yöneldi, perdeyle pencere arasındaki boşluktan dikkatle içeriye göz attı.

Birden Johannes’in ölmüş olduğunu anladı. El fenerini içeriye doğrulttu ve kendisini yeniden bakmaya zorlamadan önce gözlerini sıkıca yumdu. Maria’yı gördü. Yere düşmüştü. Onu bir sandalyeye bağlamışlardı. Yüzü kan içindeydi, takma dişleri parçalanmış, kana bulanmış geceliğinin üzerinde duruyordu. Sonra Johannes’in bir ayağını gördü. Sadece ayağını görebiliyordu. Vücudunun geri kalan kısmını perde engelliyordu. Aksayarak geri döndü, bahçe çitini tırmandı. Ne yapacağını bilmez bir halde donmuş çamur zeminde topallayarak ilerlerken dizi ağrıyordu. Önce polisi aradı. Sonra naftalin kokan gardıroptan manivelasını aldı. “Burada kal,” dedi Hanna’ya. “Senin görmeni istemiyorum.

” “Neler oluyor?” dedi karısı gözleri korkudan yaşararak. “Bilmiyorum,” diye karşılık verdi. “Ama beni uyandıran şey, bu gece kısrağın kişnememiş olmasıydı. Bundan eminim.” Günlerden 8 Ocak 1990’dı. Henüz gün ağarmamıştı. 2 Telefon görüşmesi Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde saat 5.13’te kayda geçti. Görüşmeyi yapan, Noel’den bu yana neredeyse hiç durmadan mesai yapmış, yorgun ve uykusuz bir polisti. Hattın diğer ucundaki titrek sesi dinlemiş, önce bunun sadece aklı karışmış yaşlı bir adam olduğunu düşünmüştü. Ama sonradan bir şeyleri ilginç bulmuş olacaktı ki, sorular sormaya başlamıştı. Konuşması bitince, tekrar telefona sarılmadan önce bir süre durup düşünmüştü. Sonra da ezbere bildiği bir numarayı çevirmişti. Kurt Wallander uyuyordu. Önceki gece çok geç saatte yatmıştı.

Geç vakitlere kadar bir arkadaşının Bulgaristan’dan göndermiş olduğu Maria Callas plaklarını dinlemişti. “Traviata”sını özellikle peş peşe çalmış, böylece yatağa girdiğinde saat ikiyi bulmuştu. Telefonun sesi onu ansızın uykusundan uyandırdığında ateşli, erotik bir rüyanın tam odasındaydı. Gördüğünün bir rüyadan ibaret olup olmadığını anlamak istercesine kolunu yatağın diğer yanına uzatıp çarşafı yokladı. Ne onu üç ay önce terk etmiş olan karısı yanında yatıyordu, ne de biraz önce ihtirasla seviştiği zenci kadın. Bir yandan ahizeye uzanırken saate göz attı. Bir araba kazası, diye geçti aklından. Yerler buz tuttu, buna rağmen birileri aşırı hız yapıp E 14 yolunda savruldu. Ya da Polonya’dan gece feribotuyla gelen göçmenler sorun çıkarıyorlar. Yatakta doğruldu ve ahizeyi omzuyla, sakalların yeni çıkmakta olduğu çenesinin arasına sıkıştırdı. “Wallander!” “Seni uyandırmadım ya?” “Saçmalama, uyanıktım.” Neden yalan söylenir ki, diye düşündü. Gerçeği neden olduğu gibi söylemiyorum. Bana kalsa yine uyuyup, kaçırmış olduğum şu erotik rüyayı yakalamaya çalışmaz mıyım? “Seni aramanın iyi olacağını düşündüm.” “Trafik kazası mı?” “Hayır, değil, o yüzden seni aradım.

Yaşlı bir çiftçi aradı. Adının Nyström olduğunu ve Lenarp’ta oturduğunu söyledi. Komşularından bir kadının elleri bağlı yerde olduğunu, bir diğerinin de öldürüldüğünü iddia etti.” Wallander bir an Lenarp’ın ne tarafta olduğunu düşündü. Marvinsholm’den pek de uzak sayılmazdı, Schonen şartlarında fazlasıyla engebeli, yükseltili bir bölgede. “Ciddi bir sese benziyordu. Ben de seni aramanın en doğrusu olacağını düşündüm.” “Şu an merkezde senden başka kimler var?” “Peters ve Noren dışardalar, Continental’in camını indirmiş birinin peşindeler. Telsizle çağırayım mı?” “Söyle onlara, Kadesjö ile Katslösa arasındaki kavşağa gelsinler ve beni beklesinler. Onlara adresi ver. Telefon ne zaman geldi?” “Birkaç dakika önce.” “Arayan kişinin sarhoşun biri olmadığına emin misin?” “Sesi sarhoş birininkine benzemiyordu.” “İyi o zaman.” Duş almadan aceleyle giyinip termosta kalmış ılık kahveden bir fincan aldı, pencereden dışarıya göz attı. Ystad’ın merkezinde Maria Caddesi’nde oturuyordu.

Apartman katı, karşıda, sıvaları yer yer çatlamış, gri renkli bir binaya bakıyordu. Bir an düşündü, acaba bu kış Schonen’de kar beklenir miydi? Böyle olmamasını umdu. Schonen’in tipileri büyük kargaşalara neden olurdu. Trafik kazaları, karda kalan doğurdu doğuracak hamile kadınlar, dış dünyayla bağlantısı kesilen yaşlı emekliler ve devrilen yüksek gerilim direkleri. Tipiler karmaşa yaratırdı ve o bu kış böylesi bir kaosa yeterince hazırlıklı olmadığını düşünüyordu. Karısının terk etmesiyle yakasına yapışmış olan bu korku onu rahat bırakmıyordu. Doğudaki çevre yoluna gelinceye dek, arabasını Regement Caddesi boyunca sürdü. Dragon Caddesi’nde kırmızı ışıkta durduğunda haberleri dinlemek için radyoyu açtı. Heyecanlı ses uzak bir kıtada düşen bir uçaktan söz ediyordu. Böyle işte; yaşamın da ölümün de zamanı var, diye düşündü, uykulu uykulu. Bu, yıllarca önce bulduğu bir parolaydı. O zamanlar henüz genç bir polisken memleketi Malmö’de devriye gezerdi. Günün birinde sarhoşun biri, Pildammspark’tan götürmek isterlerken elindeki büyük satırla üzerine yürümüştü. Wallander hemen kalbinin yanına derin bir darbe almıştı. Onu erken ölümden kurtaran birkaç milimetre olmuştu.

O zamanlar yirmi üç yaşındaydı ve polis olmanın ne anlama geldiğini derin bir ciddiyetle kavramak zorundaydı. Bu parola, anılarındaki bu görüntüye karşı koyma çabasıydı onun.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir