Henri-Frederic Blanc – Uyku Imparatorlugu

Joseph temiz havayı derin derin içine çekti. Kilisenin saati on biri, belki de gece yarısını vurdu. O anda ekim dolunayı sarı bulutların arasından ortaya çıktı. Issız sokakların köşe başlarında lambalar çöp yığınlarını aydınlatıyordu. Bir sarhoşun narası kentin içerilerinden yankılandı. Joseph, dökülmüş yaprak yığını önünde durdu, güzel bir yaprağı kedisi için seçip bakım çantasına koydu. Yağmur yeniden yağmaya başladı. Her zaman olduğu gibi, şemsiyesini yine bir yerlerde unutmuştu. Bir metro girişine yöneldi. Peronda treni beklerken az önce yaptığı viziteyi düşündü. “Şu kadıncağız” dedi, “Gerçekten en kötüsüydü. Uyuyamadığından gelmem için yalvarıyor, geldiğimde kendisini uyandırdığım için demediğini bırakmıyor… Bu kez karar verdim, evde hasta vizitelerine paydos! Kimileri uykuları geç geldiği için paniğe kapılırlar, kimileri bir karabasan anlatmak için rahatımı kaçırır, kimileri dertlerine hemen deva bulmam için gırtlağıma sarılır, kimileri de kendilerini uyku haplarıyla zehirlememi ister… Her türlü sinir hastası için uyutucu uyku taciri kılığına girmekten bıktım. Ya artık hiçbir şeye inanmadıkları için beni dinlemezler, ya da İsa’ymışım gibi beni can kulağıyla dinlerler… Hiç kuşkusuz, gelecek ruh doktorlarının olacak.” Beklediği tren gelmişti. Joseph boş bir vagona bindi, bir koltuğa yerleşti, uzun uzun esnedikten sonra birazdan yatağına kavuşacak olmanın mutluluğuyla, tadını çıkara çıkara gerindi.


Bir sonraki istasyonda, biri oğlan üçü kız dört genç vagona girdiler. Maskeli balodan geliyor olmalıydılar. Yüzleri pudralı, saçları dağınık, dudaklarına ise kan kırmızısı ruj sürmüş olan kızlar tıpkı punk cadısı gibi giyinmiştiler. Uzun kara çoraplarındaki yırtıklardan sarı tenleri görünüyordu. Üzerleri çivili deri ceketlerinin içine bir şey giyinmemiş gibiydiler. Oğlansa şeytan kılığına girmişti: keçi sakalı, kırmızı pelerin ve ucu sivri kuyruk. Olağanüstü yakışıklıydı. Kızları eğlendirmek için soytarılık yapmaya başladı. Onlar kuyruğuyla oynayarak gülerken, kulaklarına bir şeyler fısıldıyor, elini ceketlerinin altına sokarak onları gıdıklıyordu. Büyülenmiş gibi kendilerine bakan Joseph’i görmemiştiler. Bu oğlanın yerinde olmak, yirmi yaş küçük olmak için neler vermezdi ki! Bu kızlarla dans etmek, boyunlarını ısırmak, kokularıyla sarhoş olup saçlarının lülelerinde kendinden geçmek için çalışmalarının, araştırmalarının tümünü seve seve ateşe atabilirdi… Doğrusu, gençliği onlardan daha çok hak ediyordu. O, bitip tükenmek bilmez geceler boyunca çalışmış ve uzun uzadıya düşünmüştü, binlerce sayfa yazı okumaktan gözlerinin canına okumuştu, içinde altın bulma umuduyla kafasını zorlamıştı. Sonuç: Şu andaki tek düşü artık düşünmemek, bir hayvan gibi yaşamdan zevk almaktı… Kuşku duymalıydı: Zekânın, usun geri dönüşü yoktur. İnsanın öğrenme yeteneği varsa da, bildiğini unutma yeteneği yoktur. Beyninde ambrozyayı 1 ararken yaşamının tadı tuzu kalmamıştı.

Düşünceler kendisini başka düşüncelere yöneltmiştiler, çok şey öğrendikçe kuşkuları da o denli artmıştı. Kendi kendine “Alçağın biriyim işte ben,” dedi. “Kitap okumak yaşamaktan daha kolaydır. Kitabın üzerine eğilen insan için hiçbir tehlike yoktur, kraldır o. Ama haklı olan onlar. Yaşamın ne olduğunu uslarına getirmeden gülüyor, eğleniyor, yaşıyorlar…” Tazelikleri ve yavru kedi canlılıklarıyla büyülenmiş gibi onlara bakarken, kendisinin birkaç ton çektiğini sanıyor. Birden oğlan bağırdı: “Burada kimse yok mu? Şeytan seyircisiz yapamaz!… İşte birisini görüyorum! Aşağı yukarı insana benzeyen bir varlık…” Joseph’e yaklaştı ve kara gözlerinin parıldadığı meleksi yüzünü ona doğru eğdi. “Kaç para?” diye sordu. Joseph şaşırmış, “Kaç para olan ne?” diye yanıtladı. “Ruhunuz kaç para?” Joseph güldü: “Onu size vermem güç” dedi. “Nerede olduğunu ben bile bilmiyorum.” Oğlan, “Onu bana vermeyin,” diye karşılık verdi. “Yalnızca almama izin verin. İşinize hiç yaramadığına eminim.” “Yok canım! Sadece size fazlalık olur.

” “Kullanılmış, pörsümüş ve kendisinden kuşku duyan ruh: beş para etmez. Diyelim ki… Size bir renkli televizyon veriyorum. Sahi, hoşunuza gider mi? Kalan zamanınızı hoşça geçirtir…” Joseph, “Ben hiç televizyon izlemem ki…” diye yanıtladı. “Bak, bu iyi değil… Öyleyse… Bir çim biçme makinesine ne dersiniz? Pazarları, insanı oyalar…” “Bahçem yok.” “Bir soğutucuya ne buyurulur? Soğutucu kullanışlıdır! İnsan, evinde her zaman donmuş bir şeyler bulundurur…” Kızlar kıkırdıyordular. Joseph de gülmeye başladı. “Mutfağımda yer yok.” dedi. Oğlan sakalını sıvazlayarak, “Dur bakalım, ne hoşunuza gidebilir?” diye sordu. “Ne iş yaparsınız?” “Eh doktorum işte. Ya da daha çok… araştırmacı. Evet, araştırmacı demek daha doğru, çünkü zamanımın çoğunu araştırmayla geçiriyorum…” “Araştırmacı! Daha önceden düşünmeliydim, yüzünüz kafa yoran bir adam yüzünün aynası gibi. Demek böyle, bay araş… Beyimizin hâlâ bulamadığına bahse girerim, öyle değil mi? Aman, aman! Bilginlere karşı fazla haksızlık ediyorum. Yine de onlar olmasaydı, cehennemin geleceği pek parlak olmazdı. Eskiden yanlış bir düşünceyi yaymanın son derece güç olduğunu, çok yorucu geziler düzenlemek gerektiğini biliyorsunuz.

Günümüzde teknik sayesinde yalan daha güzeldir, bilim sayesinde daha çabuk ulaşır, ilerleme sayesinde yayılmadık yer kalmaz!… Peki, bay araştırmacı, aradığınızı bulmaya ne dersiniz? Karşılığında sadece ruhunuzu istiyorum. Haydi, tamam anlaştık!” Bir panodaki banka reklamını çabucak yırttı, cebinden bir kalem çıkarıp afişin arkasına şunları yazdı: Aşağıda imzası bulunan ben, çalışmalarımda üstün başarı sağlamamı güvence altına almasına karşılık ruhumu Dünya Prensi, Koca Teke’ye bıraktığımı bildiririm. “Buyurun,” dedi. “Size alışılmış bir sözleşme düzenledim. Size sadece altını imzalamak kalıyor.” Kızlar katıla katıla gülerken, kâğıdı ve kalemi Joseph’e uzattı. Geri kafalı görünmek istemeyen Joseph de kâğıdı imzaladı. Oğlan kâğıdı ve kalemi bir çırpıda geri alırken, “Grazie molto” 2 dedi. Sonra kendisini gözleriyle yiyen kızlara katıldı. “Kolayca oldu bitti!” dedi. “Hiç kuşku yok, gitgide kolay tav oluyorlar. Yakında imzalamak için kuyruğa girecekler. Eskiden, birini baştan çıkarmak için erkenden kalkmak, büyük numaralar yapmak gerekirdi. Şimdi ise kılık değiştirmeye bile gerek yok! Bunu yerin dibinde anlattığımda bana inanmayacaklar!” Joseph, “Şakadan anlayan ve genel hırçınlığa kendilerini kaptırmayan gençleri görmek ne güzel!” diye düşündü. Temple istasyonuna yaklaşılıyordu.

Joseph vagonun kapısını açtığında oğlan ona seslendi: “İyi geceler bay araştırmacı! Kafanızı fazla eşelemeyin, içine düşebilirsiniz!” Kızların gülüşleri sürerken Joseph indi. Tren hareket ettikten sonra geriye döndü. Uzaklaşan trende üzgün bir görünüm takınan oğlan kuyruğunu eliyle sallayarak güle güle diyordu. Yağmur diniyordu. Joseph’in artık uykusu yoktu. Kendisini zinde duyumsuyordu. Bu gençleri görmek onu birazcık canlandırmıştı. Havaya zıplayıp ayaklarını birbirine vurmak istedi, az kalsın bir köpek pisliğinin üzerine uzanacaktı. Oturduğu binanın kapısının önüne geldiğinde, bakır plakayı koluyla parlattı: DOKTOR JOSEPH CAVALCANTI Uyku Hastalıkları ve Uyku Bozuklukları Daha sonra ağır kapıyı itti ve kedi sidiği kokusunun sindiği merdivenleri çıktı. En üstte, üçüncü katta oturuyordu. Sadece giriş katının ışığı yanıyordu ve her zaman yaptığı gibi çıkışını el yordamıyla tamamladı. Dairesinin kapısını açtı ve aralığın ışığını yaktı. Daha sonra havalar düzelir düzelmez temizleteceğine bir kez daha yemin ederek pardösüsünü çıkarıp kurtların kemirdiği ve düşmeye yüz tutmuş askıya dikkatle astı. Saygıdeğer sokak kedisi Livingstone, Jules Verne’in Olağanüstü Yolculuklar’ının tozlu ve yorgun ciltleri üzerine rahat bir biçimde kurulmuştu. Kedi tumturaklı bir biçimde esnedi, halının üstüne atladı ve geçerken sahibinin bacağına sürtünerek acelesiz, ancak emin adımlarla mutfağa yöneldi.

Joseph peşinden gitti, yemek kabına süt koyup kendisine de bir kahve yapmaya karar verdi. İlk kez yazma isteği duyuyordu. Birkaç dakika sonra kahve fincanı elinde, aynı zamanda yatak odası olarak kullandığı ve ‘düşlük’ü olarak adlandırdığı kitaplığını arşınlıyordu. Odanın biri sokağa, öteki binanın iç avlusuna bakan iki penceresi vardı. Tırnak izleriyle çizilmiş, büyük, derin koltuğun yanına çalışma masası konulmuştu. Kitap ve kâğıtlarla kaplı, meşe ağacından yapılma eski masada Napolyon’un tunçtan bir büstüyle Joseph’i askerlik günlerinde bir tankın önünde gösteren, şimdiden sararmış, çerçeveli bir fotoğraf bulunuyordu. Öteki yanda, sokağa bakan pencereyle aynalı dolabın arasında ‘çalışma yatağı’ yer alıyordu. Yatağın üzerinde kuş tüyüyle doldurulmuş kırmızı bir yorgan vardı, duvardaki büyük boy Kristof Kolomb tablosu Zenci maskeleriyle çevrelenmişti. Her yerde, yıllar gibi üst üste biriken kitaplar, kitaplar, kitaplar vardı. Kedi, dudaklarını yalayarak geldi, eski kitapların oluşturduğu labirentin ortasına kuruldu ve yalanmaya başladı. Joseph düşen yaprağı çantasından çıkardığı gibi ona attı. Kedi, yaprağı dikkatlice, uzun uzun kokladı. İçi rahatladıktan sonra gözlerini devirerek üzerine atlayıp kızgın bir biçimde parçalamaya koyuldu. Telefon çaldı. Arayan, Joseph’in birkaç yıl önce, eski kitaplarının açık artırması sırasında yakınlık kurduğu, aşırı titiz ve coşkulu bir kitaplık görevlisi olan Léger idi.

“Ey büyük düş avcısı ve kuyruklu yıldız düşürücüsü, ne güzel bir gece! Sizi uyandırmıyorum ya? Geç yattığınızı biliyorum…” Joseph, “Gerçekten öyle,” diye yanıtladı. “Çalışmaya başlamaya hazırlanıyordum…” “Şu ünlü çalışmanız, uyku üzerine yazdığınız özetleme kitabı ilerliyor mu?” “Amaaan! Yazmanın neye yaradığını çok merak ediyorum…” “Hiçbir şeye, azizim, hiçbir şeye. Ama Himalaya da artık bir şeye yaramıyor. Bununla birlikte, tepeden aşağının görünümü çok güzel! Neye yarayacağını düşünmek bile, yaygınlaşmış bezirgânlığın aşağılayıcı ve yıkıcı düzenine çomak sokmak demektir. Gerçeğin neye yaradığını düşünmek yerine, ona hizmet etmek gerekir. İnsan belki bundan bir şey kazanmaz, ama sıkıntıdan ve kendinden tiksinmeden uzak durur. Öyleyse haydi, ey büyük uykucu yazınız, zor olan yalnızca ilk sözcüktür!… Sırası gelmişken söyleyeyim, elimde size göre bir şey olduğu için telefon ediyorum. Görünce şaşıracaksınız. Önümüzdeki günlerde kitaplığa uğrayınız. Akşamları sekizden önce hiç kapatmamışımdır.” “Tamam, uğrayacağım.” “Öyleyse çalışmanızda başarılar, uykunuzun bahtı açık olsun! Yelkenler fora uyuyunuz, ey ünlü düşçü ve düşler vadisinden bana bir demet ak papatya getiriniz! Hayır ak papatya olmasın, mevsimi değil, birkaç mantar daha iyi. Fazla yormayacaksam, yenilir türünden olsun. Yakında görüşmek üzere!” Joseph kulaklığı yerine koydu. Ayaklarını sürüyerek masanın başına geçti.

İki yanında sözlüklerin oluşturduğu kalın duvarların korumasında dolmakalemine kara mürekkep doldurmaya girişti. Daha sonra kapağında Uyku Kitabı yazan bir dosyayı açtı. Dosyanın içinde yüzlerce sayfa vardı, ama hemen hepsi beyazdı. Yatağın üzerindeki çarşaflar gibi ak. Joseph boş bir kâğıt aldı ve ona hayranlıkla bakmaya başladı. “Yazmakla uyumak birbirine benzer,” diye düşündü. “İnsan ilerlemez, gömülür, insan yazgıda bir ayraç açar. İnsan artık zamanın tutsağı değildir, onu yaratır. İnsan bir koşut evrene orada her şeyin olası olduğu başka bir boyuta girer… Bu iyi bir düşünce, bunu yazmalı…” Joseph, gözleri tavana dikili, dolmakalemini burnunun ucuna dokunduruyordu. Esnedi, kafasını kaşıdı, sonunda dosyadaki yazılı ender kâğıtlardan birini çekip okudu: Uyku haplarının üretiminin ve tüketiminin kaygı verici gelişmesi, insanların gitgide insancıl olmayan bir çevreye, gitgide yapay bir yaşam biçimine, gitgide doğaya aykırı etkinliklere uyum sağlaması amacıyla kimyanın yoğun olarak kullanılmasına yol açmakta mıdır? İnsanın kimyasal yardım olmaksızın ne başkalarına ne de kendisine katlanabileceği gün gelecek midir? Uykusuzluğun tedavisinde yapılan en büyük yanlış onu bir hastalık olarak değerlendirmektir. Oysa uykusuzluk, bize trenin devrilebileceğini haber veren bir belirtiden, bir tehlike işaretinden başka bir şey değildir. Düşler ve karabasanlar, dünyayla hesaplaşmamıza yarar, yaşamımızı dengeler, ama uykusuzluk bize şunu der: “Uyumaya lâyık değilsin! Zamanını, kendini zorlamakla, nefret ettiğin şeyi yapmakla geçiriyorsun, kendini kullanıyorsun, kendini susmaya zorluyorsun, yüreğini konuşturacak yerde kafanla karar veriyorsun ve yine de uyumak istiyorsun! Ama uyku seni istemiyor ki! Uykuyu hak etmek gerekir! Uyku, pis ayakkabılarla ve sümüklü burunlarla hiç mi hiç girilmeyecek bir tapınaktır! Uyumaya niyetliysen önce gerçeği gör ve ruhunu koru!” Joseph, ‘ruh’ sözcüğünü karalayıp yerine ne koyacağını araştırdı. Uzun bir süre düşündü sonra tümcenin tamamının üstünü çizdi. Bir an sonra paragrafı çıkarttı ve o hızla, “Olmaz olsun!” deyip kâğıdı çöp sepetine fırlattı. Üzeri notlarla kaplı bir başkasını aldı.

Yeniden esnedi. Gözleri batıyor… batıyor… batıyordu… batıyor, acıtıyor, macıtıyor… kâğıt sözcükleri yiyen, yiyen, yiyen böceklerle dolu… Mürekkep şişesinin ardında, sözlüğün köşesindeki böcek kıskaçlarına dikkat et., dokunma, mokunma, esnek sinek ne çok, yayvan hayvan ne çok… Masa boyalı, el altlığı bombalı… sakın ellerini koyma, parmaklarını koyma, yoksa… yoksa… GÜMM! Joseph sıçrayarak ve yüreği pır pır ederek uyandı… Silkindi, bir sigara yaktı ve bu kez gerçekten çalışmaya karar verdi. Bu anda, kuru yaprakla giriştiği amansız savaştan yorulan Livingstone, çalışma masasının üzerine atladı ve Joseph’in notları üzerine sere serpe yayıldı. O, bir tümce yazmak için kedinin kıllarını dikkatlice uzaklaştırdı, ama kalemleri ve kâğıtları havaya savuran kızgın birkaç kuyruk vuruşu, çabucak aklını başına getirdi. Ayağa kalktı, avluya bakan pencereyi açmaya gitti ve yeniden düşlüğünü arşınlamaya koyuldu. “Düş görecek o kadar çok şey varken, tozlu bir kitaplığın dibinde çürümeye yazgılı bir uyku kitabı yazmaya dört elle sarılmak için aptalın teki olmak gerekir…” diye düşündü. Dişlerini sıkarak yatağına gözüpek ve kararlı baktı. “Çullanmak, ciddi konulara geçmek gerek! Uyumak, uyumak, yine uyumak, gerisi boş! Laf! Sonunda, kesinlikle oradan bir şey getirmeliyim!” Joseph, deneysel bir bakışla uyumanın düzenli, yoğun ve yöntemli olmasının bilime sonsuz ufuklar açabileceğine uzun zamandan beri güven getirmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir