Frederic Gros – Yurumenin Felsefesi

Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meselesidir, durmadan öğrenmeyi ve çalışmayı gerektirir; duruşları tanımak, doğru hareketleri bir araya getirmektir. Doğaçlama ve yetenek çok sonra gelir. Spor skor tutmaktır: Hangi sıralamadasın? Zamanlaman ne? Sonuç ne? Tıpkı savaşta olduğu gibi, kazanan ve kaybeden ayrımı burada da mevcuttur. Sporla savaş arasında, savaşta onura, sporda utanca dönüşen bir benzerlik bulunur: rakibe duyulan saygı, düşmana duyulan nefret. Spor aynı zamanda dayanıklılık kazanmanın, yılmadan denemenin ve disiplinden haz almanın öğrenilmesidir. Ahlaki bir sistem, bir iştir spor. Elbette maddi bir yönü de vardır; yorumlamalara, gösterilere dayalı bir pazardır. Performanslardan oluşur. Spor marka ve imaj tüketicilerinin üşüştüğü şaşaalı büyük törenlere zemin hazırlar. Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu. Yürümek spor değildir. Bir ayağı diğerinin önüne atmak çocuk işidir. Yürüyenler karşılaştığında ne bir sıralama vardır ne de puanlama. Yürüyen hangi yoldan geldiğini, en güzel manzaranın hangi patikadan görüldüğünü, görüşün hangi noktada daha iyi olduğundan bahseder. Buna rağmen bir aksesuar piyasası yaratmaktan geri kalınmamıştır: devrim niteliğinde ayakkabılar, inanılmaz çoraplar, müthiş sağlam pantolonlar… Alttan alta sporcu ruhu da işe dahil edilir: Yürümüyoruz artık, “trekking yapıyoruz”.


Yürüyenleri kayakçı özentisi gibi gösteren ince değnekler bile satılmaktadır. Ama bu iş çok yürümez. Yürümemelidir de. Ağırdan almak adına şimdiye dek yürümekten daha iyi bir şey bulunamamıştır. Yürümek için iki bacağınızın olması yeter-lidir. Gerisi fasa fisodur. Hızlanmak mı istiyorsunuz? O hâlde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerleklileri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. YÜRÜMEK ÖNCELİKLE erteleme özgürlüğü sunar. Şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile endişelerin ağırlığını hafifletmeyi, işleri bir süreliğine unutmayı sağlar. İşyerini geride bırakmaya karar verip dışarı çıkar, aylaklık eder, başka şeyler düşünürüz. Günlere yayılan daha uzun bir gezinti, kendini özgürleştirmeye çalışan bu adımı pekiştirir; çalışmanın yarattığı kısıtlamalardan kaçar, alışkanlıklar zincirinden kurtuluruz. Peki ama yürüyüş bu özgürlüğü, uzun bir yolculuğa kıyasla nasıl daha fazla hissettirir? Çünkü mevzubahis kısıtlamaların ardından aynı ölçüde yorucu başka kısıtlamalar ortaya çıkar: çantaların ağırlığı, mesafelerin uzunluğu, hava koşullarının belirsizliği (yağmur ve fırtına tehlikesi, kavurucu sıcaklar), ilkel konaklama koşulları, biraz ıstırap… Fakat sadece yürüyüş bizi mecburiyet yanılsamalarından kurtarmayı başarır.

Öte yandan yürüyüş hatırı sayılır gerekliliklerin hâkimiyetindedir. Onca mesafeyi katetmek için onca adım anlamına gelen onca saat yürümelidir insan; aklınıza estiği gibi atamazsınız adımlarınızı, zira alelade bir bahçe gezintisine çıkmamışsınızdır. Hangi sapaktan döneceğinizi şaşırırsanız bedelini ağır ödemek zorunda kalabilirsiniz. Dağ sise gömüldüğünde ya da sağanak boşandığında yürümeye devam etmek zorundasınızdır. Yiyecek ve su ihtiyacınızı güzergah ve kaynaklara bağlı olarak ustalıkla hesaplamanız gerekir. Kon-forsuzluktan bahsetmiyorum bile; oysa asıl harika olan, ona rağmen değil ondan dolayı haz almaktır. Söylemek istediğim şu: Yiyecek ve içecek seçeneklerinin sınırlı olması, her türlü hava koşuluna maruz kalmak, yalnızca adımların kararlılığına güvenmek vb. gibi durumlar bir yanılsama yaratır; olanaklar arttığı için (iletişim, satın alma, konaklama) yürümek ticari şeylere (ürünler, taşımacılık, sosyal organizasyonlar) bağımlıymış gibi algılanır. Bu mikro-özgürlükler, sistemin hızını artırmaktan başka işe yaramaz; böylece sistem sizi daha fazla sınırlar. Halbuki zaman ve mekandan sıyrılmanızı sağlayan her şey sizi hızdan uzaklaştırır. Yürüyenin karşılaştığı koşulları daha önce benzer bir şey yaşamamış birine kabaca tarif etseniz, hepsi tuhaf, anormal ve hatta gönüllü bir esaret gibi gelir ona. Çünkü şehirli insan, alışveriş zincirinden kopmak, enformasyonu, imajları ve ürünleri yeniden dağıtan ağın parçası olmamak ve tüm bunların onlara biçtiğiniz gerçeklik ve önem kadar gerçek veya önemli olduklarını fark etmek gibi, yürüyenin özgürlük kabul ettiği şeyleri yoksunluk olarak değerlendirmeye meyillidir. Zincirlerinden boşanan dünyanız yıkımdan kurtulmakla kalmaz, bütün zincirlerin nasıl ağır, boğucu ve aşırı kısıtlayıcı oldukları da çıkar ortaya. Özgürlük bir lokma ekmek, bir yudum su, uçsuz bucaksız kırlardır o hâlde. Bu erteleme özgürlüğünün sevinciyle yola çıkmaktan dolayı mutlusunuzdur, diğer taraftan geri dönmek de mutlu eder sizi.

Parantez içine alınmış bir mutluluktur bu, bir iki günlük kaçamak yapma özgürlüğüdür. Geri döndüğünüzde hemen her şey bıraktığınız gibidir. Eski alışkanlıklar kaldıkları yerden devam eder: hız, kendini ve başkalarını ihmal etme, telaş ve yorgunluk. Sadeliğin büyüsü bir yürüyüş sürmüştür: “Temiz hava nasıl da iyi gelmiş.” Geçici özgürlük, ardından kürkçü dükkanına dönüş. İkinci özgürlük daha saldırgan, daha asidir. Erteleme yürüyüşleri gündelik yaşantılarımızda sadece geçici bir “kesinti”ye izin verir: ağdan birkaç günlüğüne kaçmak, ıssız yolları adımlayarak kısa süreliğine sistemin dışına çıkmayı tecrübe etmek. Gelgeldim bağlarını bütünüyle koparmaya da karar verebilir insan. Kerouac veya Snyder’ın metinlerinde kuralları çiğnemenin büyüsünü ve engin ufukların çağrısını görürsünüz: aptalca uzlaşmalardan, dört duvarın uyuşturan güvenliğinden, Aym’nın sıkıcılığından, tekrarın yıpratıcılığından, tuzu kuruların ataletinden ve değişime besledikleri nefretten kurtulmak. Delilik ve rüyalar nasıl hayata geçmek isterse, nihayetinde hareket etmek ve kurallara başkaldırmak da kışkırtılmak ister. Yürümeye karar vermek (uzaklara, herhangi bir yere gitmek, başka bir şey denemek) Yabanın Çağrısı olarak algılanabilir bu defa. Bu yürüyüşlerde yıldızlı göklerin, doğanın muazzam gücünü keşfedersiniz; iştahınız kabarır, yücelikleriyle bedenleriniz doyar. Dünyanın kapısını bir kez çaldınız mı, sizi hiçbir şey tutamaz. Adımlarınızı kaldırımlar (bin kere geçtiğiniz, hep kürkçü dükkanına varan o yol) yönlendirmez artık. Dönemeçler yıldızlar gibi titrek titrek parlar, o kan donduran seçim yapma korkusuyla yeniden karşılaşırsınız; baş döndürücüdür özgürlük.

Bu sefer mesele basit zevkler tatmak uğruna düzenden sıyrılmak değil, sizi ve insanlığı aşan doğanın asiliğinden fışkıran bir özgürlükle tanışmaktır. Yürüyüş türlü türlü ölçüsüzlüklere neden olabilir: sersemleten aşırı yorgunluk, ruhu allak bulak eden sınırsız bir güzellik, bedenin sınırlarının zorlandığı zirvelerle yüksek geçitlerde yaşanan aşırı sarhoşluk gibi. Yürümek içimizdeki bu isyankar, kadim yönü uyandırarak son bulur; arzularımız kibarlıktan uzaklaşıp tavizsizleşir, dürtülerimiz ilham bulur. Çünkü yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine koyar; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider. Demek istediğim, yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz. Burada mevzu, kendinizi yeniden bulmak, otantik bir ben veya kayıp bir kimliğe yeniden kavuşmak için eski bağlardan kurtulmak değildir. Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikayeye sahip olma isteğinden kaçarsınız. Biri olmak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete toplantılarında ya da terapi seanslarında iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket hâlindeki kadim yaşamdır. İşte biz, iki ayağı üstünde hareket eden, büyük ağaçlar arasındaki katıksız güç ve haykırıştan ibaret bir hayvanız. Yürürken, yeniden keşfedilmiş o hayvanın varlığını ortaya koymak için sıkça haykırmamız da bu yüzdendir. Gins-berg ve Burroughs’un ait olduğu Beat Kuşağı’nın yücelttiği bu büyük özgürlüğün, yaşamlarımızı un ufak edip uysal inlerimizi havaya uçurması gereken bu enerji sefahatinin içinde, dağlarda yürümek de şüphesiz bizi masumiyete eriştireceğini umduğumuz uyuşturucu, alkol ve seks âlemleri gibi bir araçtır. Ne var ki bu özgürlük bir düşün farkına varmamızı sağlar: çürümüş, kirlenmiş, yabancılaştıran, içler acısı bir medeniyeti reddetmenin ifadesi olarak yürümek. Whitman’ı okuyorum, ne söylüyor biliyor musunuz, Ayaklanın köleler, yabancı despotlar sarsılsın, ona göre, eski çöl yollarındaki halk ozanının, Zen kaçığı ozanın tutumu bu olmalı; dünya, her şeyin tüketilmesi zorunluluğuna ve tüketme gücüne sahip olmak, buzdolabı, televizyon, araba, belli başlı saç yağları, deodorantlar ve benzeri süprüntüler gibi aslında sahip olmak istemedikleri işe yaramaz hurda yığınlarını satın alma gücüne sahip olmak için çalışmayı reddeden sırt çantalı gezginlerin, Dharma serserilerinin buluşma yeri olarak hayal edilmeli. (…) Binlerce, milyonlarca ıs ~ Amerikalı gencin sırt çantalarıyla yollara düştüğü büyük bir sırt çantası devrimini görür gibiyim… 1 Yürümenin nadiren getirdiği son bir özgürlük daha vardır.

Basit hazlarm yeniden keşfedilmesinin, arkaik hayvanın yeniden fethedilmesinin ardından gelir bu: vazgeçişle gelen özgürlük. Hint uygarlığını kaleme alan en önemli yazarlardan Heinrich Zimmer, Hindu felsefesinde yaşam yolculuğunun dört aşamaya ayrıldığını söyler. İlki çıraklık, öğrencilik, müritlik aşamasıdır. Yani yaşamın sabahında esasen efendinin buyruklarına itaat edilir, verdiği dersler dinlenir, eleştirilere boyun eğilir ve ilkelere ayak uydurulur. Almak, kabul etmek gerekir. İkinci aşamada, yaşamının öğleninde artık yetişkinliğe ulaşan adam evlenir, ailesinin sorumluluğunu üstlenerek evinin efendisi olur: Servetini elinden geldiğince idare eder, din adamlarının geçimine yardım eder, toplumsal zorlamalara boyun eğdiği gibi bu zorlamaları başkalarına da dayatır. Ona toplum ve aile içinde bir rol biçen toplumsal maskeleri takmayı kabul eder. Ardından, yaşamının öğle sonrasında çocuklar nöbeti devralmaya hazır hâle geldiklerinde adam toplumsal görevleri, ailevi sorumlulukları, ekonomik endişeleri tümden reddedip keşiş hayatına geçebilir. Bu aşama “ormana çekilme”dir; zamanın başlangıcından beri içimizde değişmeden ikamet eden ve uyandırılmayı bekleyen şeyle, maskeleri, işlevleri, kimlikleri, tarihleri aşan ebedi Ben-lik’le içe dönme ve tefekkür yoluyla ilişki kurulur. Yaşamımızın sonsuz ve görkemli olması gereken yaz gecesinde, keşişin yerini seyyah alır nihayet: Bundan böyle yaşam, bir o yöne bir bu yöne yapılan sonsuz yürüyüşün, isimsiz Benlik’le Dünya’nm her yerde atan kalbi arasındaki ahengi resmettiği gezginliğe (göçebe dilencilik aşamasına) adanır. Bilge her şeyi reddeder. Tüm zincirlerden tamamen kurtularak ulaşılan, özgürlüğün en yüksek mertebesidir bu. Artık ne kendine ne de dünyaya bulaşır bilge. Geçmişe ve geleceğe aynı ölçüde kayıtsız kalarak, bir arada var olmanın ebedi şimdiliği olur sadece. Swami Ram-das’ın hac günlüklerinde de gördüğümüz gibi, her şeyi reddettiğimizde her şey bol bol sunulur bize.

Her şeyden kasıt, varlığın yoğunluğudur. Uzun yürüyüşlerde, bu içten vazgeçişin getirdiği özgürlüğü bir anlığına da olsa görürsünüz. Uzun süre yürüdüğünüzde, ne kadardır yürüdüğünüzü ya da varış noktanıza ulaşmak için daha ne kadar yürümeniz gerektiğini kestiremediğiniz bir an gelir. O katı zorunlulukların ağırlığını omuzlarınızda hissedip, “Bu da yeter bana,” dersiniz, “hayatta kalmak için daha fazlası gerekmez ki. Bu şekilde günlerce, yüzyıllarca devam edebilirim.” Nereye, niçin gittiğinizi zar zor hatırlarsınız; o da geçmişiniz veya saatin kaç olduğu kadar önemsizdir artık. Kendinizi özgür hissedersiniz, çünkü cehennemle yaptığınız anlaşmanın isim, yaş, meslek, özgeçmiş gibi eski işaretlerini hatırladığınız her an hepsi son derece gülünç, önemsiz ve gerçek dışı görünür gözünüze. Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm Nietzsche Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Daha evvel de söylediğim gibi, Kutsal Tin’e karşı işlenen esas günah yerinden kıpırdamamaktır. Friedrich Nietzsche, Ecce Homo “KOPMAK ZORDUR,” der Nietzsche, “bir bağı ortadan kaldırmak acı vericidir. Fakat çok geçmeden yerine yeni bir kanat çıkar.” Nietzsche’nin hayatı böyle ayrılmalardan, kopmalardan ve tecritlerden oluşacaktı: dünyadan, toplumdan, yoldaşlardan, meslektaşlardan, kadınlardan, arkadaşlardan ve ana babadan. Fakat yalnızlığın içine salladığı her kürek özgürlüğünün biraz daha derinleşmesinin işaretiydi: Flesap vermek yok, engel oluşturacak uzlaşmalar yok, görüşü açık ve tarafsız. Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü.

Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi. Nietzsche’nin yaşamı dört perdeye ayrılabilir. İlk perde 1844’teki doğumundan Basel Üniversitesi’ne filoloji profesörü olarak atanmasına dek geçen eğitim yıllarıyla açılır. İyi ve dürüst bir papaz olan babası genç yaşta (Nietzsche henüz dört yaşındayken) ölür. Genç Nietzsche kendini Polonyalı asil bir soyun (Nietzski) son çocuğu olarak hayal etmektedir. Babasının vefatının ardından annesi, büyükannesi ve kız kardeşinin gözbebeği hâline gelir, hepsi onun üzerine titrer. Bu üstün zekalı çocuk zor bir okul olan meşhur Pforta Ortaokulu’nda klasik bir eğitim alır. Burada, faydasını daha sonra göreceği, “emir vermeyi bilmek için itaat etmeyi bilmek gerekir” düsturuna dayalı sıkı bir nizama tabi tutulur. Annesi büyük bir sevgi ve hayranlık beslediği oğlunun, parlak zekasını Tanrı’nın hizmetinde kullanan bir teolog olacağını ummaktadır. İleri derece miyop olması haricinde Nietzsche güçlü kuvvetli, turp gibi bir adamdır. Sırasıyla Bonn ve Leipzig üniversitelerinde filoloji tahsilini başarıyla tamamlar. Filolog ve kütüphaneci Freidrich Ritschl’in tavsiyesiyle, yirmi dört gibi erken bir yaşta Basel Üniversitesi’ne filoloji öğretmeni olarak atanır. Böylece ikinci perde açılır. Zorluklar ve mücadeleyle geçen bir on yıl boyunca Yunan filolojisi dersi verir.

Çok yoğun bir çalışma temposu vardır; üniversitenin yanı sıra şehirdeki en büyük ortaokulda da (Pe-dagogium) ders vermek zorundadır. Ancak Nietzsche’nin ilgi alanı yalnızca filolojiyle sınırlı değildir. Aslında her şeyden önce uzunca bir süre müzikle uğraşmayı denemiş, sonrasında felsefeye merak sarmıştır. Ama ona kucak açan filoloji olur. Nietzsche de onu kucaklar; gerçi gönlü buruktur biraz, zira en büyük isteği bu değildir. Yine de bu sayede hiç olmazsa Yunan yazarları okumuştur: tragedya yazarları (Aiskhylos, Sophokles); şairler (Homeros, Hesiodos); filozoflar (Fferakleitos, Anaksimandros) ve tarihçiler (özellikle Diogenes Laertios, çünkü onun, “insanları sistemlerin üstünde ve ötesinde resmettiğini” söylemiştir). İlk yıl çok iyi gider. Derslerine heyecanla hazırlanır, başarısını öğrencilerinin gözlerinden okur, yeni arkadaşlar edinir. İçlerinden biri, teoloji öğretmeni Franz Overbeck can dostu, yoldaşı olur. Yaşanacak facianın ardından Torino’ya onu bulmaya gidecek olan da bu hem iyi hem de kötü gün dostudur. Nietzsche 1869’da, “Usta”sına (Wagner) Tribschen’deki heybetli evinde yapacağı o duygu dolu ziyaret için Luzern’e gider. Orada Cosima’ya abayı yakar; daha sonra yazdığı delilik mektuplarında bu kadına, “Prenses Ariane, sevgilim,” diye hitap eder, “bir önyargı insan yapar beni, yine de uzun zamandır önyargıların kapısını aşındırdığım doğru” (Ocak 1889). Fakat coşkusu, üniversitede çalışmanın heyecanı ve o muhteşem sağlıklı günler uzun sürmez. Sık sık baygınlık ve kriz geçirmeye başlar. Bedeni, yapılan büyük hataların öcünü almaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir