Frederic Beigbeder – Kuzey Kulesi 107. Kat

O sabah World’iin tepesindeydik ve ben evrenin merkeziydim. Saat sabahın sekiz buçuğu. Biliyorum, insanın çocuklarını alıp bir binanın tepesine çıkarması için biraz erken bir saat, ama olsun. Oğullarım burada kahvaltı etmeyi çok istiyorlardı ve ben onların hiçbir isteğini geri çeviremiyorum: annelerini bıraktığım için suçluluk duyuyorum. Erken kalkmanın avantajı kuyrukta bekleme derdinden kurtulmak. 1993’teki saldırıdan beri zemin kattaki kimlik kontrollerini üç katına çıkardılar, işe giderken özel yaka kartları takmak gerekiyor, güvenlik görevlileri çantanızı ararken şaka yapmıyor. Jerry’nin, Harry Potter kabartmalı kemer tokası bile metal detektörünün alarmını çaldırdı. High-tech atri-umda fıskiyeler tatlı tatlı hışırdıyor. Breakfast için rezervasyon gerekli: geldiğimizde Windows on the World’un desk’ine1 adımı söyledim. “Good morning, my name is Carthew Yorston.” Đnsan derhal havaya giriyor: kırmızı halılar, burulmuş kadifeden kordonlar, private elevator.2 Bu gar salonunda (tavan yüksekliği 30 metre) restoranın danışma masası birinci mevki bilet gişesi gibi çalışıyor, insanların akın etmeye başladıkları saatten önce gelmek mükemmel bir fikir doğrusu. Teleskoplardan bakmak için daha az sıra bekliyorsunuz (yuvaya 25 cent atarak, cep telefonlarına yapışmış, açık gri pantolon-ceketleri içine sığışmış, saçları permalı, spor ayakkabılı, topuklu ayakkabıları sahte Prada çantalarına tıkılı sekreterlerin çevredeki tüm binalara gelişini seyrede1. Danışma masası, (ç.n.


) 2. Özel asansör, (ç.n.) biliyorsunuz). World Trade Center’ın tepesine ilk kez çıkıyorum: oğullarım, ilk 78 katı 43 saniyede çıkan hızlı asansörlere bayıldılar. Hız öylesine yüksek ki, insan yüreğinin göğüs kafesinden dışarı fırladığını hissediyor. Çocuklar Skylobby”den3 ayrılmak istemiyorlardı. Dört gidiş-dönüşün sonunda öfkelenmem gerekti: – Hadi, yeter artık! Bu asansörler çalışan insanlar için, üzerinde Space Mountain4 falan yazmıyor! Taktığı yaka kartından kimliği anlaşılan bir restoran görevlisi, dura kalka 107. kata çıkan öteki asansöre kadar bize eşlik etti. Bugünkü programımız tamamen dolu: Windows on the World’de breakfast, sonra Özgürlük Heykeli’ne giden Staten Island Ferry’ye binmek üzere (beleş!) Battery Park’ta bir gezinti, ardından Pier 17’yi ziyaret, South Street Seaport’ta biraz shopping, Brooklyn Bridge’in önünde birkaç fotoğraf, güzel kokular solumak için balık pazarında bir tur ve son olarak, Bridge Cafe’de köftesi az pişmiş bir hamburger. Oğlanlar üstü ketçapla kaplı bu iri ve sulu köftelere bayılıyorlar. Ve diet olmaması koşuluyla, içi kırılmış buzla dolu large cofee’lara. Çocuklar tıkınmaktan, ana babalar düzüşmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Bu açıdan çok iyiyim, teşekkürler: boşandıktan kısa bir süre sonra, Elite New York’ta çalışan Candace’la tanıştım. Endamını görecektiniz… Kylie Minogue yanında kart bir fahişe gibi kalır.

Her akşam hırıldayarak üzerime çıkmak için Algonquin Hotel’e geliyor (aslında, tasarımı Philippe Starck’a ait olan aynı sokaktaki Royalton’ı tercih ediyor) (bunun nedeni Dorothy Parker’ı tanımıyor olması) (onu evlilikten soğutmak için Parker’ın öykülerini okutmayı düşünmeliyim). iki saat içinde ölmüş olacağım, ama belki de zaten ölüyüm ben. 3. Gözlem salonu, (ç.n.) 4. Paris Disneyland’de Ay’a sanal uzay yolculuğu yapılan dev serüven aracı, (ç.n.) 08.32 O sabahki Windows on the World hakkında çok az şey biliniyor. New York Times, 11 sefer sayılı American Airlines uçağının 94.-98. katlara çakılma saati olan 08.46’da, çatıdaki restoranda 72’si işletme çalışanı olmak üzere 171 kişinin bulunduğunu yazıyor. Bir şirketin (Risk Water Group) 106.

kattaki özel bir salonda bir iş kahvaltısı düzenlediği, ama 107. katta her sabah olduğu gibi her türden müşterinin kahvaltı etmekte olduğu biliniyor. Kuzey Kulesi’nin (binayı bir şırıngaya benzeten çatı anteniyle iki kuleden uzun olanı) çarpılan birinci ve saat tam 10.28’de yıkılan sonuncu kule olduğu biliniyor. Demek ki, arada tam bir saat kırk beş dakikalık bir süre var. Cehennem, bir saat kırk beş dakika sürüyor. Bu kitap da öyle. Bunları Ciel de Paris’de yazıyorum. Maine Bulvarı, No. 33, 75015 Paris adresindeki Montparnasse Kulesi’nin 56. katmda bulunan restoranda yani. Telefon: 01 40 64 77 64. Faks: 01 43 22 58 43. Metr”o: MontparnasseBienvenüe. Kahvaltı servisi sabah saat 08.

30’da başlıyor. Haftalardır her gün kahvemi burada içiyorum. Buradan Eiffel Kulesi’ni eşit koşullar altında tepeden tırnağa süzebiliyorsunuz. Manzara muhteşem, çünkü Paris’te Montparnasse Kulesi’nin görülmediği tek yer burası. Çevremdeki işadamları, komşu masalardakiler salakça konuşmalarından yararlanabilsinler diye cep telefonlarına bağırıyorlar: – Dinle, sana açık çek verdiğimi söyleyeceğiz, son toplantıda act edildi1 bu. I. Kararlaştırıldı, (ç.n.) – Hayır, hayır, size Jean-Philippe’in bana söylediği şeyi tekrarlıyorum, bu iş pazarlığa gelmez. – Bizimkisi spieler2 piyasası! – Öyleyse dinleyin, bir kolunuzu kesmeyi bileceksiniz. – Ne derler bilirsiniz: Rockefeller hep çok geç satın alıp çok erken satarak servet yaptı. – OK, dediğimiz gibi oluyor, sekreterim sana mail’liyor ve bütün bunları karşılıklı olarak konfirme ediyoruz. – Đki kere iki dört: valör split etti,3 ama dalgalanma hâlâ sınırlı. – Sana bir şey söyleyeceğim: birileri desteklemek için müdahale etmedikçe, piyasayı şu an için hedge’lerafi tuttuğunu unutmamak lazım. – CAC’de tondayım5, piyasa bearish^ olduğundan boku yedim.

“Kesinlikle” zarfını da aşırı sık kullanıyorlar. Ben Dünyanın Efendileri’nin emir kullarının söylediklerini kâğıda geçirirken, bir garson kız masama kruvasanlar, kremalı kahve, küçük kavanozlar içinde Bonne Maman reçelleri ve iki adet rafadan yumurta bırakıyor. Windows on the World’un garson kızlarının nasıl giyindiklerini hatırlamıyorum artık: oraya ilk ve son kez ayak bastığımda vakit geceydi. Đşe Siyahları, kız öğrencileri, işsiz kadın oyuncuları ya da mısırla beslenmiş koca memelerinin üzerinde daracık önlükler olan New Jersey’li cici kızları alıyor olmalıydılar. Dikkatinizi çekerim: Windows on the World, McDo değildi, el yakan adisyonla (brunch, servis hariç 35 $) çok lüks bir restorandı. Telefon: 212- 938 1111 ya da 212-524 7000. Çok önceden rezervasyon yaptırılması tavsiye edilir ve ceket giymek mecburîdir. Numarayı aradım; gösteriler için rezervasyon yaptırılan bir kuruluşun telesekreteri çıkıyor artık. Garson kızların oldukça güzel, kıyafetlerinin de özenle seçilmiş olduğunu varsayıyorum: “WW” baş harfleriyle bej 2. Dolandırıcı, (ç.n.) 3. Bölündü, (ç.n.) 4.

Sigorta fonu. (ç.n.) 5. Paris Borsası’nda uzun vadedeyim, (ç.n.) 6. Kötümser. Borsada inişte olan piyasa, ayı piyasası, (ç.n.) rengi döpiyes? insanın içinde şöyle yukarı sıyınverme arzusu uyandıran siyah elbiselerle eski tarz oda hizmetçisi look’u ?7 Pan-tolon-ceket ? Tasarımı Tom Ford’a ait Gucci smokin ? Artık gidip doğrulamak imkânsız. Gerçeğin kendisi bu hiper gerçekçi romanın yazılmasını zorlaştırıyor. 11 Eylül 2001’den beri, gerçek kur-macanm ötesine geçmekle kalmıyor, aynı zamanda onu geçersiz-leştiriyor. Bu konuda yazmak mümkün değil, ama başka bir şey yazmak da mümkün değil. Artık isabet almıyoruz.

Dışarıdan geçen her uçağa gözüm takılıyor. Atlas Okyanu-su’nun öte yakasında olup bitenleri anlatabilmem için, bir uçağın bu kara kuleye, ayaklarımın dibine çakılması gerekirdi. O zaman binanın beşik gibi sallandığını hissederdim; garip bir duygu olmalı. Bir gökdelen kadar sağlam bir şeyin sarhoş bir gemi gibi sallanıyor olması. O kadar cam ve çeliğin anında saman yığınına dönüşmesi. Yumuşak taşa. World Trade Center’ın verdiği derslerden biri de bu: binalarımız yer değiştiriyor. Yerinden oynamaz sandığımız şeyler hareketli. Katı sandığımız şeyler sıvı. Kuleler hareket ediyor ve gökdelenler gökten önce yeri deliyor. Bu kadar muazzam bir şey nasıl olur da bu kadar çabuk yıkılabilir? Đşte bu kitabın konusu: kredi kartlarından yapılma bir şatonun çöküşü. Ayaklarımın altına bir Boeing çakılsa, bana bir yıldır işkence etmekte olan şeyi nihayet öğrenmiş olurdum: yerden yükselen kara duman, duvarları eriten sıcak, patlayan pencereler, havasızlıktan boğulmak, panik, intiharlar, alevler içindeki merdivenlere doğru koşmak, gözyaşları ve çığlıklar, umutsuz telefon konuşmaları neymiş öğrenirdim. Ama bu, geçen her uçağın beyaz gökte uzaklaşıp gittiğini gördüğümde derin bir oh çekmeme engel olmuyor. Oysa oldu bu. Bu olay oldu ve olanı anlatmak mümkün değil.

Dünyaya Bakan Pencereler. Đlk izlenimim, bunun oldukça iddialı bir isim olması. Her şeyden önce, aracı şirketlerin, bankaların ve fınans piyasalarının toplandığı bir gökdelenin restoranı için hafiften megalo. Seçilen isim Amerikan büyüklenmesinin ek bir kanı7. Görünüm, (ç.n.) ti olarak görülebilir “Kuruluşumuz dünya kapitalizminin sinir sisteminin merkezine tepeden bakıyor ve sizi tüm içtenliğiyle yok sayıyor.” Aslında, World Trade Center’la yapılan bir kelime oyunuydu bu. Dünyaya Bakan Pencereler. Her zaman olduğu gibi, sıradan Fransızlara özgü keskinliğimle, ironik bir berraklıktan başka bir şeyin söz konusu olmadığı yerde kendini beğenmişlik görüyorum. Ben olsam, World Trade Center’ın son katındaki restorana ne ad verirdim? Roof of the World?8 Top of the World?9 Daha da berbat olurdu. Tepeden bakmanın dik âlâsı. Peki, Titanic’teki Leonardo Di Caprio gibi, neden King of the World10 olmasın? (New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani saldırının ertesi günü, “World Trade Center bizim Titanic’imizdir” demedi mi?) Her şey olup bittikten sonra sabık reklamcı damarım kabarıyor tabiî: bu mekân için şahane bir isim, yüce, mütevazı ve şiirsel bir marka olmalıydı mutlaka. END OF THE WORLD.11 Đngilizce’de end kelimesi sadece son değil, uç anlamına da gelir.

Restoran çatmın altında bulunduğundan, End of the World “kulenin ucunda” anlamını da taşırdı. Ama Amerikalılar bu tip esprilerden hoşlanmazlar; batıl inançları çok kuvvetlidir onların. Bu yüzden binalarında hiçbir zaman 13. kat olmaz. Sonuçta, Windows on the World çok uygun bir isimdi. Hem satışı da iyiydi, yoksa Bill Gates birkaç yıl sonra ünlü bilgisayar programına “Windows” adını koyar mıydı? Gençlerin dediği gibi, Dünyaya Bakan Pencereler, cuk oturuyordu. Kuşkusuz, dünyanın en yüksek manzaralı yeri değildi: World Trade Center’ın toplam yüksekliği 420 metreydi, oysa Kuala Lumpur’daki Petronas kulele-rininki 452, Chicago’daki Sears Tower’inki 442 metredir. Bu arada, Çinliler Şanghay’da dünyanın en yüksek kulesini inşa etmekteler: Shanghai World Financial Center (460 metre). Umarım bu ad onlara uğursuzluk getirmez. Ben Çinlileri pek severim: hem pek kapitalist hem de pek komünist olabilen tek millet onlardır. 8. Dünyanın Çatısı, (ç.n.) 9. Dünyanın Tepesi, (ç.

n.) 10. Dünyanın Kralı, (ç.n.) 11. Dünyanın Sonu. (ç.n.) 08.33 Taksiler buradan, karelerden oluşan bir labirentin içinde kaybolmuş sarı karıncalar gibi görünüyor. Twin Towers, Rockefeller Ailesi’nin yönetimi ve New York Liman Idaresi’nin denetimi altında, Emery Roth and Sons firmasının ortağı Mimar Minoru Yama-saki (1912-1982) tarafından tasarlanmıştı. Beton dolgu çelikten, 110 katlı iki kule. Her biri 406 000 m2. Her kulede 21 800 pencere ve 104 asansör. Her katta 2 700 m2 büro alanı.

Bütün bunları biliyorum, çünkü bu biraz mesleğim benim. Kenar uzunluğu 16,5 m, yüksekliği 5,2 m olan üçgen şekilli zincir eğrisi, 192 m’lik temel pabucu, kalınlığı 91 cm ile 19,7 cm arasında değişen ikili bölmeler, 290 000 ton ağırlık (12 127 tonu beton). Maliyet: 400 milyon dolar. National Building Museum’un Teknolojik Yenilik Ödülü. Mimar olmak isterdim, ama hepi topu bir gayrimenkul pazarla-macısıyım işte. Bakım için yılda 250 000 kutu boya. Klima sistemi için 49 000 tonluk donanım. WTC’yi her yıl iki milyonun üzerinde turist ziyaret ediyor. Kompleksin inşaatı 1966’da başladı ve on yıldan uzun sürdü. Dedikoducular binalara hemen “Lego blokları”, “David ve Nelson”1 gibi adlar taktılar. Ben ise onlardan nefret etmiyorum; bulutlar camlarına yansıdığında hoşuma gidiyorlar. Ama bugün hava bulutsuz. Çocuklarım büyük bir iştahla akağaç şuruplu pancake’lerini yiyorlar. Tereyağını çekiştiriyorlar. Başkalarıyla sürekli rekabet halinde olmayan sakin bir çocuk sahibi olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için bir kızım olsun isterdim.

Đklimlendirilen hava buz gibi. Buna asla alışamayaca-ğım. Dünyanın başkentinde, Windows on the World’de, tuzu kuru I. Rockefeller kardeşlerin adları, (ç.n.) bir müşteri kitlesi Batı’ya ait şeylerin doruklarım seyredebiliyor, ama taşakları bir daha çözülmemek üzere buz tutuyor. Klima sistemi kesintisiz bir dip gürültüsü, sesi kısılmış bir uçak motoru gibi uğuldayan bir ses örtüsü yaratıyor; sessizliğin olmaması bana müthiş yorucu geliyor. Bizim orada, Texas’ta insanlar sıcaktan gebermeyi severler. Sıcağa alışkınızdır biz. Ailem ABD’nin ikinci başkanı John Adams’ın soyundan geliyor. Yorstonlann, Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan kişinin torununun çocuğu olan, William Harben adlı bir büyükdedeleri var. Bu nedenle ben de “Sons of American Revolution”2 derneğinin üyesiyim (Kısaltması SAR, tıpkı “Son Altesse Royale”inki3 gibi). Dikkatinizi çekerim: Amerika’da da aristokratlar var. Ve ben onlardan biriyim. Ailem meteliğe kurşun atıyor, ama ben onlardan biriyim işte.

Pek çok Amerikalı, Bağımsızlık Bildirgesi’nin altında “imzası olanlar”dan birinin akrabası olmakla övünür. Bu hiçbir işe yaramaz, ama içimizi rahatlatır. Hayır, Bay Faulkner, ABD’nin güneyinde sadece alkolik ve şedit geri zekâlılar yaşamıyor. New York’a geldiğimde bilhassa Texas aksanıyla konuşuyorum. “Ya” yerine “Yeap!” Hakiki safkan Avrupalılar kadar snobum ben de. Au Bar’ın tüm acemi çapkınlarına, Marc de Gontaut-Biron’ın dosyalarında ve Paper Ma-gazine’in fotoğraflarında kasım kasım kasılan karı kılıklı dekadan züppelere “Eurotrash” deriz biz. Onları kıçımıza bile sallamayız, ama bizim de kendi çöplerimiz… American fras/ı’lerimiz4 yok mu? Ben, Amerikan Çöplüğü’nün üyesi bir redneck’im.5 Ama adım Getty, Guggenheim ya da Carnegie kadar tanınmıyor, çünkü atalarım kendilerine müzeler satın almak yerine varımızı yoğumuzu yiyip bitirdiler. Çocuklarım yüzlerini cama yapıştırıp birbirlerini korkutmaca oynuyorlar. – Ellerin arkandayken aşağı bakamazsm! 2. Amerikan Devriminin Evlatları, (ç.n.) 3. Kral ya da hükümdar hazretleri, (ç.n.

) 4. Çöp. (ç.n.) 5. ABD’nin güneyinde Siyah düşmanı, fakir ve cahil çiftlik işçilerine verilen ad. (ç.n.) – Oh my Gosh! Freaky !6 – Chicken!7 Ödlek n’olacak! Onlara, Philippe Petit adında Fransız bir ip cambazının 1974’te izin almadan iki kulenin arasına bu yükseklikte bir kablo gerdiğini ve rüzgâra, soğuğa, baş dönmesine rağmen üzerinde yürüdüğünü anlatıyorum. Ufaklıklar soruyor: “Fransız ne demek ?” Onlara Fransa’nın, 1776-1783 arasında Amerika’nın Đngilizlerin boyunduruğundan kurtulmasına yardım etmiş küçük bir Avrupa ülkesi olduğunu, bizim askerlerimizin de şükran borçlarını ödemek için onları 1944’te Nazilerin elinden kurtardığını izah ediyorum. (Pedagojik nedenlerle olayları biraz basitleştiriyorum.) – Şuradaki Özgürlük Heykeli’ni görüyor musunuz ? Fransa’nın Amerika’ya hediyesidir. Biraz kitsch ama olsun, aslolan niyettir. Oğullarım french fries’ı8 ve french toasts’u9 sevdikleri halde anlattıklarımı umursamıyorlar bile. Bana gelince, ben french kiss’i10 ve french rubbers’ı^1 tercih ediyorum.

Ve de metro viya-düğünün altındaki araba takip sahneleriyle French Connection1!. Dünyanın Pencereleri’nin öte yanında, kent dik açıları, dikey küpleri, bitişik kareleri, komşu dikdörtgenleri, paralel doğrulan, kısa çizgilerin oluşturduğu labirentleriyle dev bir satranç tahtası gibi uzanıyor; baştan sona yapay, gri, siyah ve beyaz bir geometri, hava koridorları gibi birbirine teğet geçen caddeler, kalemle çizilmiş gibi görünen enlemesine sokaklar, kırmızı tuğladan köstebek yuvalarını çağrıştıran tüneller; buradan bakıldığında, temizlik kamyonlarının asfaltta bıraktığı ıslak izler, alüminyum sümüklüböceklerin kontrplak üzerinde bıraktığı salyaları andırıyor. 6. Aman Tanrım! Korkunç! (ç.n.) 7. Argoda korkak, (ç.n.) 8. Fransız usulü patates kızartması, (ç.n.) 9. Yumurta ve süte bulanıp kızartılmış ekmek, (ç.n.) 10.

Fransız usulü derin öpüşme, (ç.n.) I I. Fransız prezervatifi, (ç.n.) 08.34 Sık sık Jacob Sokağı No. 56’daki mermer bir levhanın önünde saygı duruşunda bulunmaya giderim. Bütün Amerikalı turistlerin, Alma Tüneli’nin önünde Prenses Diana ve sevgilisi Dodi’nin anısına fotoğraf çektirmek yerine, Jacob Sokağı No. 56’yı ziyarete gitmeleri gerekirdi. John Adams ile Benjamin Franklin, Đngilizlerle Bağımsızlık Savaşı’na son veren Paris Antlaşması’nı 3 eylül 1783’te buradaki York Konağı’nda imzaladılar. Annem hemen yakında oturuyor; biraz ileride, bir ağacın arkasında Seuil Yayınevi saklanıyor. Sokağa yolu düşenler bu yaşlı binanın önünden, ABD’nin burada, Cafe de Flore’a iki adım mesafede doğduğunu akıllarına bile getirmeden geçip gidiyorlar. Belki de bunu unutmayı tercih ediyorlar. Ciel de Paris’de saat 08.

34. Skyscraper’lsrın1 lüksü, insanoğluna kendi üstüne çıkma imkânını vermesi. Her gökdelen bir ütopyadır. Đnsanın en eski hayali kendi dağlarını yaratmak olmuştur hep. Đnsanoğlu bulutlara kadar yükselen kuleler dikerek kendine doğadan üstün olduğunu kanıtlar. Bu beton, alüminyum, cam ve çelik füzelerin tepesinde hissedilen de bu gerçekten: ufuk bana ait, trafik sıkışmalarına, kanalizasyon borularına, kaldırımlara elveda, ben dünyanın tepesindeki adamım, insan iktidar sarhoşluğu değil gurur duyuyor. Kibir falan yok bunda. Sadece herhangi bir ağaçtan daha yükseğe çıkabileceğini bilmenin sevinci ve: I. Gökdelen, (ç.n.) 24 Ruhum sevgiyle ve azimle yeryüzünü boydan boya dolaştı, Her ülkede kendime denk insanlar ve sevgililer aradım, Sanırım tanrısal bir yakınlık eşit kıldı beni onlarla Siz sisler, sanırım sizlerle yükseldim, uzak kıtalara yöneldim, oralarda düştüm, sanırım siz rüzgârlarla estiğim için; Siz sular, bütün kıyılara sizinle dokundum, Yeryüzünün her nehrinin, her boğazının geçtiği yerlerden geçtim, Düşündüklerimi oradan haykırmak için yarımadalarda ve yalçın kayalar üzerinde yerimi aldım: Işık ya da ısı hangi kentlere giriyorsa, ben de giriyorum o kentlere, Kuşların uçtukları bütün adalara ben de uçuyorum. Hepinize, Amerika adına, Kaldırdığım bu dikey elle işaret veriyorum, Đnsanların bütün sığmakları ve barınakları için Peşimden ayrılmadan görünürde olasınız diye.2 Whitman’in bu şiirinin orijinal başlığı Salut au monde !3 (metinde Fransızca). XIX. yüzyılda Amerikan şairleri Fransızca biliyordu.

Bu kitabı yazıyorum, çünkü Fransa’daki Amerikan karşıtlığından bıktım usandım artık. En beğendiğim Fransız düşünürü Patrick Juvet: “/ love America.” Fransa ile ABD arasında savaş ilan edildiğine göre, sonradan keleğe gelmemek için uyanık davranıp safını doğru seçeceksin. En beğendiğim yazarlar Amerikalı: en başta Walt Whitman tabiî, ama ayrıca Edgar Allan Poe, Herman Melville, Francis Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, John Fante, Jack Kerouac, Henry Miller, J. D. Salinger, Truman Capote, Charles Bukowski, Lester Bangs, Philip K. Dick, William T. Vollman, Hunter S. Thompson, Bret Easton Ellis, Chuck Palahniuk, Philip Roth, Hubert Selby Jr, Jerome Charyn (kendisi Montparnasse’ta yaşıyor).

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir