Henry James – Bir Hanımefendinin Portresi

Bazı durumlarda, akşamüzeri çayı olarak bilinen merasime adanan saat kadar hoş pek az saat vardır hayatta. Çay içseniz de, içmeseniz de -bazı insanlar hiç içmezler, tabii- bu halin kendi içinde keyif verici olduğu durumlar vardır. Böyle durumlar arasından, bu basit tarihçeyi açımlamaya başlarken aklımdan geçenler, masum bir meşgale için fevkalade bir sahne oluşturuyordu. Küçük ziyafetin gereçleri, şahane bir yaz akşamüzerinin tam ortası diyebileceğim bir zamanda, eski bir İngiliz kır evinin çimenliği üzerine yerleştirilmişti. Akşam üzerinin bir kısmı geçmişti, ama büyük bölümü henüz duruyordu ve geriye kalanı, en güzel ve nadide kalitedeydi. Asıl alacakaranlığın çökmesine daha saatler vardı; ama yaz ışığının seli çekilmeye başlamış, hava tatlılaşmış, gölgeler muntazam ve yoğun çimlerin üzerinde uzamıştı. Ancak yavaş yavaş uzuyorlardı ve sahne, böyle bir saatte böyle bir sahneden alınan keyfin belki de başlıca kaynağı olan, henüz yaşanacak rahatlık ve huzur duygusunu ifade ediyordu. Saat beşle sekiz arası, bazı durumlarda küçük bir sonsuzluktur; ama bunun gibi bir durumda, bu zaman aralığı ancak bir haz sonsuzluğu olabilirdi. Sahnede yer alan şahıslar sessizce keyfediyorlardı ve sözünü ettiğim merasimin olağan müptelalarını sağlaması beklenen cinsiyetten değildiler. Kusursuz çimenlikteki gölgeler düzgün ve köşeliydi; çayın servis edil1 Henry James diği alçak masanın yanındaki derin hasır koltukta oturan yaşlı bir adamın ve onun önünde, havadan sudan konuşarak ileri geri gezinen daha genç iki adamın gölgeleriydi bunlar. Yaşlı adam fincanını elinde tutuyordu; olağanüstü büyük bir fincandı bu; takımın geri kalanından farklı, göz alıcı bir deseni vardı ve göz alıcı renklere boyanmıştı. Yaşlı adam fincanın içindekileri son derece düşüncelere dalmış bir halde tüketiyor ve yüzünü eve doğru döndürerek, fincanı uzun bir süre çenesinin yakınında tutuyordu. Refakatçileri ya çaylarını bitirmişlerdi ya da bu ayrıcalıklarına karşı kayıtsızdılar; gezinmeye devam ederken sigara içiyorlardı. Bir tanesi arada sırada, daha yaşlı olan adamın önünden geçerken, dikkatle ona bakıyordu; o ise, gözlendiğinden habersiz, uzun uzun evinin zengin, kırmızı ön cephesini inceliyordu. Çimenliğin ötesinde yükselen ev, böyle bir incelemenin hakkını verecek bir yapıydı ve çizmeye çalıştığım, tipik bir biçimde İngiliz olan tablodaki en karakteristik objeydi.


Londra’dan kırk mil kadar uzakta, nehrin, Thames Nehri’nin üzerinde, alçak bir tepede yer alıyordu. Zamanın ve hava koşullarının görünümünde türlü pitoresk oyunlar oynamış, ama ancak daha güzel ve daha zarif bir hale getirmiş olduğu; kırmızı tuğladan uzun, tepelikli ön cephesi, yer yer üzerini kaplayan sarmaşıkları, kümelenmiş bacaları, tırmanıcı bitkilere boğulmuş pencereleriyle kendini çimenliğe arz ediyordu. Evin bir adı ve bir tarihçesi vardı; çayını içmekte olan yaşlı beyefendi size bunları anlatmaktan büyük keyif alırdı: Altıncı Edward döneminde inşa edilmiş, bir gece büyük Elizabeth’i ağırlamış olduğunu (ki onun yüce şahsı, hala yatak odalarının başlıca iftihar kaynağını oluşturan muazzam, ihtişamlı ve fena halde köşeli bir yatağa uzanmıştı), Cromwell’in savaşları sırasında bir hayli zedelenmiş ve zarar görmüş ve derken, Restorasyon döneminde, onarılmış ve epeyce genişletilmiş olduğunu ve nihayet, on sekizinci yüzyılda şekli değiştirildikten ve çirkinleştirildikten sonra, 2 Bir Hanımefendinin Portresi başlangıçta onu (anlatılamayacak kadar karmaşık koşullar nedeniyle), çok ehven bir fiyatla satışa sunulduğu için satın alan Amerikalı kurnaz bir bankerin dikkatli himayesine geçmiş olduğunu; bankerin onu, çirkinliğinden, antikalığından, kullanışsızlığından dolayı epeyce homurdanarak satın aldığını ama şimdi, yirmi yılın sonunda, ona karşı gerçek bir estetik tutku duymaya başladığını fark etmiş olduğunu, öyle ki her noktasını bildiğini ve size, bunları toplu halde görmek için tam olarak nerede durmanız gerektiğini ve çeşitli çıkıntılarının, sıcak, yorgun tuğlalarına öylesine yumuşak bir biçimde düşen gölgelerinin tam kararında olduğu saati söyleyebileceğini anlatmaktan keyif alırdı. Bundan başka, dediğim gibi, birbirini izleyen ve birkaçı genel şöhrete sahip olan malik ve sakinlerinin çoğunu sayabilirdi; ancak bunu, evin kaderinin son safhasının en az diğerleri kadar şerefli olduğuna dair gösterişsiz bir inançla yapardı. Evin, çimenliğin bizi ilgilendiren kısmına bakan ön cephesi, giriş cephesi değildi; bu, tamamen başka bir taraftaydı. Burada mahremiyet en üstün hakimiyete sahipti ve düzgün tepeyi kaplayan çimden halı, sadece lüks bir iç mekanın uzantısıymış gibi duruyordu. Muazzam, durgun meşeler ve kayınlar yere kadife perdelerinki kadar yoğun bir gölge düşürüyordu; çimenlik de, bir oda gibi, yastıklı koltuklar, zengin renklerde halılar, çimenlerin üzerinde yatan kitaplar ve kağıtlarla döşeliydi. Nehir biraz uzaktaydı; çimenlik, zeminin eğim yapmaya başladığı noktada sona eriyor sayılırdı. Ama yine de, su kenarına iniş hoş bir yürüyüş yolu oluşturuyordu. Amerika’dan otuz yıl önce gelen, çay masasındaki yaşlı beyefendi, beraberinde, bagajının en tepesinde, Amerikalı fizyonomisini de getirmişti; yalnız beraberinde getirmekle kalmamış, gerekirse tam bir güven içinde ülkesine geri götürebilmek için, onu en iyi durumda muhafaza etmişti. Ama şu anda yer değiştirmesi belli ki pek muhtemel değildi; seyahatleri sona ermişti ve büyük istirahattan önce gelen istirahatı3 Henry James nı sürdürüyordu. Dengeli bir biçimde düzenlenmiş hatları olan, sinekkaydı tıraşlı dar yüzünde sakin bir zeka ifadesi vardı. İfade yelpazesi çok geniş olmayan bir yüz olduğu belliydi bunun; öyle ki, bu halinden memnun kurnazlık havası daha da büyük bir meziyet oluşturuyordu. Onun hayatta başarılı olduğunu anlatıyor gibiydi; ama aynı zamanda, başarısının tekmil ve öfkelendirici olmadığını, başarısızlığın zararsızlığına da büyük ölçüde sahip olduğunu anlatıyordu sanki. Gerçekten de insanlarla ilgili çok deneyimi olmuştu; ama nihayet büyük çay fincanını yavaş yavaş ve dikkatle çay masasına bırakırken, zayıf, geniş yanaklarında oynaşan ve muzip gözlerini aydınlatan hafif gülümsemede neredeyse kırsal kesimde yaşayan insanlara özgü bir sadelik vardı.

Şık giyinmiş, iyice fırçalanmış siyah bir kıyafet giymişti; ama dizlerinin üzerinde katlanmış bir şal duruyordu ve ayakları kalın, nakışlı terlikler içindeydi. Koltuğunun yakınında, çimenlerin üzerinde, güzel bir İskoç çoban köpeği yatıyor, şefkatle efendisinin yüzünü seyrediyordu, neredeyse efendisinin, evin daha da amirane fizyonomisini seyredişindeki kadar büyük bir şefkatle; ve tüylerini kabartmış, telaşlı küçük bir teriye cinsi köpek diğer beyefendilere istikrarsız bir refakat bahşediyordu. Bunlardan biri otuz beş yaşında, gayet boylu boslu bir adamdı; az önce tarif ettiğim yaşlı beyefendinin yüzü ne kadar başka bir şeyse, onun yüzü de o kadar İngiliz’di: dikkati çekecek kadar yakışıklı, sağlıklı, temiz ve dürüst bir yüz, sağlam, düzgün hatlar, canlı gri gözler ve yüzünü zengince süsleyen kestane renginde bir sakal. Bu şahısta talihli, parlak, müstesna bir görünüm, yüksek bir medeniyet seviyesiyle bereketlenmiş mutlu bir tabiatın havası vardı … ki tahminen her gözlemciyi kıskandırırdı bu. Uzun bir gezintiden sonra atından yeni inmiş gibi çizmeli ve mahmuzluydu; ona büyük geliyormuş gibi görünen beyaz bir şapka giymişti; elleri arkasındaydı ve büyük, beyaz, biçimli bir yumruk halindeki 4 Bir Hanımefendinin Portresi bir elinde kirlenmiş bir çift köpek derisi eldiveni buruşturarak tutuyordu. Onun yanında çimenliği arşınlayan arkadaşı tamamen farklı yapıda bir şahıstı; ciddi merak uyandırabilecek bir insan olduğu halde, diğeri gibi sizi, neredeyse körlemesine, onun yerinde olmayı dilemeye sürüklemezdi. Uzun boylu, zayıf, gevşek ve çelimsiz yapılıydı; dağınık bir bıyık ve yanak sakalıyla donatılmış ama kesinlikle süslenmemiş olan çirkin, solgun, zeki, sevimli bir yüzü vardı. Akıllı ve hasta görünüyordu … hiç de münasip olmayan bir karışım; ve kahverengi kadife bir ceket giymişti. Ellerini ceplerine sokmuştu ve bunu yapış tarzındaki bir şeyler, bu alışkanlığın müzmin olduğunu gösteriyordu. Yürüyüşünde ayaklarını sürüyen, amaçsız bir nitelik vardı; bacaklarının üzerinde pek sağlam durmuyordu. Dediğim gibi, ne zaman koltuktaki yaşlı adamın yanından geçse, uzun uzun ona bakıyordu; ve o anda, yüzleri birbiriyle ilişkili bir konuma gelince, baba oğul olduklarını kolaylıkla görebilirdiniz. Baba nihayet oğluyla göz göze geldi ve ona yumuşak bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Gayet iyi idare ediyorum,” dedi. “Çayını içtin mi?” diye sordu oğul. “Evet; çok da hoşuma gitti.

” “Biraz daha vereyim mi?” Yaşlı adam sükunetle düşündü. “Şey, belki daha sonra.” Amerikan şivesiyle konuşuyordu. “Üşüdün mü?” diye sordu oğul. Baba ağır ağır bacaklarını ovaladı. “Şey, bilmiyorum. Hissedinceye kadar anlayamam ki.” “Belki birisi senin yerine hissedebilir,” dedi daha genç olan adam gülerek. “Ah, birisi hep benim yerime hisseder, umarım! Siz benim yerime hissetmiyor musunuz, Lort Warburton?” 5 Henry James “Ah, evet, hem de çok,” dedi, Lort Warburton olarak hitap edilen beyefendi derhal. “Fevkalade rahat göründüğünüzü söylemek zorundayım.” “Eh, çoğu bakımdan öyleyim, sanırım. ” Ve yaşlı adam önüne, yeşil şalına baktı ve dizlerinin üzerinde onu düzeltti. “İşin doğrusu, öyle uzun senelerdir rahatım ve buna o kadar alışmışım ki, fark etmiyorum.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir