Dışarıdan bakıp yaşamıma şöyle bir göz gezdirdiğimde, pek de mutlu bir yaşam olduğunu söyleyemeyeceğim bunun. Ne var ki, içerdiği tüm hata ve yanlışlara karşın mutsuz bir yaşam olarak da niteleyemeyeceğim doğrusu. Zaten işi mutluluk ya da mutsuzluk açısından ele almak düpedüz budalalıktır; çünkü bana öyle geliyor ki, yaşamımın en mutsuz günlerini en neşeli günlerine değişmezdim. Bir insanın yaşamında önemli olan, önüne geçilemeyecek şeyi bilinçli bir şekilde sineye çekmekse, iyinin de kötünün de gereği gibi tadını çıkarmak ve dış yazgıdan ayrı, daha gerçek, rastlantı karakteri taşımayan bir iç yazgıyı ele geçirmekse eğer, kendi yaşamım için yoksun ve kötüydü denemez. Dış yazgı herkes gibi benim üzerimden de geçip gitti, karşı durulamaz ve Tanrılar tarafından alnıma yazılmış. Ne var ki, içteki yazgım benim kendi eserim oldu; tatlılığı da acılığı da benim sayılan, sorumluluğunu tek başıma üstlenmeyi düşündüğüm bir eser. Geçmiş yıllarda yazar olmayı diledim bazen. Bir yazar olsaydım içimdeki ayartıya karşı duramaz, çocukluk çağımın ince gölgelerine, ilk anılarımın, üzerlerine sevecenlikle kol kanat gerdiğim, canım pınarlarına varıncaya dek yaşamımı geriye doğru izlerdim. Öte yandan, sahip olduğum bu hazine fazlasıyla değerli ve kutsal benim için; dolayısıyla, onu kendi elimle ziyan etmek istemem. Çocukluğuma ilişkin söyleyeceğim tek şey, güzellik ve neşeyle dolu olmasıdır; çocukken özgür bırakmışlardı beni; eğilim ve yeteneklerimi kendim keşfediyor, en içten sevinç ve acılarımı kendim kotarabiliyor, geleceğe, yukarıdaki bir otorite tarafından indirilen bir buyruk değil, bir umut, kendi güçlerimin bir kazanımı gözüyle bakabiliyordum. Böylece, dışarıdan pek kimse karışmadan girip çıktım okullara; herkesin gözünde sevilmeyen, fazla yetenekli sayılmayan, ama sessiz sakin bir öğrenciydim, dışarıdan kaynaklanan güçlü etkilemeleri hoş karşılayacak birine benzemediği için dilediği gibi davranmasına göz yumulan bir öğrenci. Yaklaşık altı-yedi yaşından başlayarak şunu anlamıştım ki, bütün görünmez güçler arasında müzik beni hepsinden çok sarıp sarmalamaya, üzerimde hepsinden çok söz sahibi olmaya adaydı. Bu tarihten sonra kendime ait bir dünyam oldu hep, kaçıp sığınabileceğim bir barınağım, kimsenin elimden alamayacağı bir yerim, kimsenin sınırlandıramayacağı ve kimseyle paylaşmak istemediğim bir cennet köşem vardı. Bir müzisyen gözüyle bakıyordum kendime, oysa on iki yaşından önce bir saz çalmasını öğrenmiş değildim, ileride de ekmeğimi müzisyenlikle kazanmayı aklımdan geçirdiğim yoktu. O günlerde nasılsa, şimdiye kadar da öyle kaldı hep, yaşamımda hatırı sayılır bir değişiklik gerçekleşmedi. Bu yüzdendir ki, geriye dönüp baktım mı yaşamımda bir çokrenklilik, bir çokyönlülük göremiyorum; başından beri tek bir temel sese göre akort edilmiş, tek bir yıldıza bağımlı kaldı bu yaşam. Başımdan iyi ya da kötü olaylar geçti, ama en içsel yaşamım hiç değişmeden sürüp gitti hep. Uzun zamanlar oldu, yabancı sularda sürüklenip durdum, ne bir nota defterine, ne bir çalgıya değdi elim; öyleyken hiçbir an yoktu ki kanımda ve dudaklarımda bir ezgi, nefes alıp verişimde ve yaşamımda bir ölçü, bir ritim eksik olsun. Bazen esenliğe, unutmaya ve kurtuluşa diğer bazı yollardan büyük bir hırsla erişmeye çalıştım; Tanrıya, bilip öğrenmeye ve huzura başka yollardan kavuşmak için yanıp tutuştum bazen, ama aradıklarımın ve özlediklerimin tümünü dönüp dolaşıp her vakit müzikte buldum. Beethoven ya da Bach gereksizdi bunun için; dünyada müzik denen şeyin varlığı, zaman zaman melodilerin insanın ruhuna işleyip tüm benliğinin armonilerin seline kapılması, benim için hep derin bir avuntu kaynağı, yaşamamı bağışlatan bir neden oluşturdu. Müzik gibisi var mıdır! Durup dururken bir melodi gelir aklına, söylemeye başlarsın, sessiz, içinden yalnızca, varlığını melodiyle içirip doyurursun, melodi tüm güçlerine ve devinimlerine el koyar – ve sende yaşadığı süre içindeki tesadüfi, kötü, kaba, kasvetli ne varsa silip atar, dünyayı da alır kapsamına, zoru kolaylaştırır, donup kalmış nesneleri kanatlandırır. Bir halk ezgisinin melodisi üstesinden gelebilir bütün bunların. Hele armoni! Katıksız bir uyumla bir araya getirilmiş seslerin kulağa hoş gelen ahengi, örneğin bir çan sesinde, insanın gönlünü tatlılık ve hazla besleyip doyurur; daha öncekilere gelip eklenecek her yeni sesle büyür, güçlenir bu ahenk, bazen insanın yüreğini öylesine yangına verir, hazla öylesine titretip ürpertir ki, bu kadarı başka hiçbir zevkin harcı değildir. Ulusların ve ozanların düşlediği bütün o mutluluklar arasında, evrensel melodiye kulak verip dinlemeyi her zaman en yüce, en içten mutluluk bilmişimdir. En derin ve altınsı düşlerim hep bu melodi çevresinde gezinip durmuş, yaradılıştan kendilerinde var olan gizli uyumun yankılanışında tüm evrenin ve tüm yaşamın mimarisini bir kalp atımı süresince algılamak istemişimdir hep. Tanrım, yaşam nasıl da böyle karmakarışık, böyle uyumsuz, böyle düzensiz olabilir? Yalan, kötülük, kıskançlık ve kin, insanlar arasında nasıl böyle varlığını sürdürebilir? Ne kadar küçük olursa olsun her ezgi, ne kadar mütevazı olursa olsun her müzik yapıtı, kristal bir uyum içinde bir araya gelmiş seslerdeki saflık, ahenk ve kardeşçe oyunun cennetin kapısını aralayacağını tüm açıklığıyla anlatıp durmuyor mu?! Sonra, kendim nasıl onu bunu paylayıp azarlayabilir, ona buna kızıp içerleyebilirim? Kendim de, tüm iyi niyetime karşın, yaşamımdan bir ezgi kotarmasını, yaşamımı saf ve temiz bir müziğe dönüştürmesini becerememiş biri değil miyim! Ruhumun derinliklerinde beni uyaran o susturulmaz sesi duyuyorum kuşkusuz; saf, gönül okşayıcı, kendi içinde mutlu seslere ve bunların yankılanıp giderek işitilmez oluşuna yakıp kavurucu bir özlemle kucak açıyorum; ne var ki, günlerim rastlantılardan ve falsolu seslerden geçilmiyor, yüzümü nereye çevirsem, parmaklarımla nereyi tıklatsam, gür ve berrak bir sesin yankısını işitemiyorum. Bu konuda söylediklerim yeter, şimdi asıl konuya geçeceğim. Bu satırları kimin için çiziktirdiğimi, kimin benden itiraflarda bulunmamı isteyebilecek, yalnızlığımı delip içerlere sızabilecek kadar üzerimde söz sahibi olduğunu düşününce, ister istemez sevimli bir kadın ismi geliyor aklıma; büyük bir yaşantı ve yazgı parçasını kendinde barındırmakla kalmayıp, bir yıldız ve bir simge kimliğiyle bütün olup bitenlerin üzerinde yer alan bir isim bu. İkinci Bölüm Ancak ilköğretim çağının son yıllarında, ileride edinecekleri meslekten konuşmaya başlamış bütün arkadaşlarım gibi ben de aynı konu üzerinde düşünüp taşınmaya koyulmuştum. Müziği meslek seçip bununla geçimimi sağlamak doğrusu bana uzaktı; gelgelelim, hoşlanacağım bir başka meslek de aklıma gelmiyordu. Babam tarafından önerilen ticaret işine ya da diğer uğraşlara karşı doğrusu bir hoşnutsuzluk duyduğum yoktu, ne var ki ilgimi de çekmeyen şeylerdi bunlar. Ama baktım arkadaşlarım kendi seçtikleri mesleklerden göğüsleri kabararak söz açıyor, düşüncelerimden çıkıp gitmeyen ve bana gereği gibi haz verecek tek şey sayılan müziği yine de kendime meslek edinmeyi uygun ve doğru gördüm, belki gönlümden kopup gelen bir sesin de katkısı olmuştu yaptığım seçimde. On iki yaşımda kemana başlayıp, tanınmış bir öğretmenden doğru dürüst bir şeyler öğrenmem de bu konuda rol oynamıştı. Babam var gücüyle karşı durup biricik oğlunun belirsizliklerle dolu sanatçı mesleğini seçtiğini görmekten korkuya kapılmışsa da, özellikle onun karşı koyması kararımı güçlendirmiş, beni seven keman öğretmenim de bana arka çıkıp isteğimin haklılığını elinden geldiğince savunmuştu. Sonunda yumuşadı babam, ancak kararımda ne kadar ısrarlı olduğumu sınamak isteyerek, ayrıca düşüncemi ileride belki değiştireceğimi umarak okulda bir yıl daha kalmamı istedi, ben de dişimi sıkıp söz konusu bir yılı geride bıraktım, bu süre içinde gönlümdeki istek daha da kesinlik kazandı. Okulda geçen bu son yıl, tanıdıklarımız arasındaki genç ve sevimli bir kıza gönlümü kaptırdım, ilk kez âşık oluyordum. Kızı fazla görmeden, görmeyi de fazla arzulamadan, sevdalanışımın tatlı heyecanlarını tıpkı bir düşteymiş gibi yaşadım, acılarına göğüs gerdim. Bütün gün müziğimin de sevgimin de aklımdan çıkmadığı, geceleri o harikulade heyecandan gözlerime uyku girmediği bu dönemde, ilk defadır ki içime doğan melodileri, iki küçük ezgiyi bilinçli olarak belleğimde tutup not etmeye çalıştım. Mahcup, ama iliğime kadar işleyen bir hazla doldu içim, duyduğum haz karşısında oyunsu gönül maceram neredeyse tümüyle aklımdan çıkıp gitti. Bu arada sevgilimin şan dersleri aldığı kulağıma çalınmıştı, bir fırsatını ele geçirip onun şarkı söylediğini duymak için can atmaya başladım. Aylar sonra dileğim gerçekleşti. Evimizdeki bir gece toplantısında tatlı yüzlü sevgilimden bir şarkı söylemesi istenmişti; sevgilim ilkin yanaşmadı, ama sonra peki dedi, ben de sabırsızlıktan ölerek onun şarkı söylemesini bekledim. Konuklardan bir bey bizim ufak tefek piyanomuzda sevgilime eşlik etti, tuşlara bir iki dokundu, ardından da sevgilim şarkıya başladı. Tanrım, berbattı söyleyişi, hazin denecek kadar berbattı; uğradığım şaşkınlık, katlandığım işkence daha şarkısını bitirmeye kalmadan kendisine karşı bir acımaya dönüştü, derken acıma bir alay duygusuna bıraktı yerini. Kıza olan sevgim kaybolup gitti içimde. Sabırlı, pek tembel denemeyecek bir öğrenciydim, ama iyi bir öğrenci de sayılmazdım. Okuldaki son yıl ise derslerde kendimi hiç zora koşmamaya başlamıştım. Miskinlik ya da âşıktaşlık değildi nedeni, delikanlılık çağına özgü hayal kurmalar ve umursamazlıktı, duygularımdaki ve başımdaki bir sersemlikten kaynaklanıyordu; bazen bu sersemlik ansızın ve şiddetle aralanıyor, vaktinden önce içimde uyanan yaratma hevesiyle dolu harikulade saatlerden biri, soluduğumuz hava gibi sarıp sarmalıyordu beni. Böyle zamanlarda çevremi, hayal kurmalara ve umursamazlıklara izin vermeyen, tüm duyuların bilenmiş ve gözünü dört açmış pusuda beklediği alabildiğine duru ve kristal bir atmosferle kuşatılmış hissediyordum. Böylesi saatlerde içimden doğup çıkmış yapıtların sayısı fazla değildi, belki on kadar ezgi ve bir iki armoni başlangıcı; ne var ki, bu saatlerin havası, bu alabildiğine berrak, neredeyse soğuk hava, bir melodinin tesadüfi denemeyecek biricik devinim ve çözümle donatımını sağlayan, düşüncelerdeki o gerilimli toparlanış aklımdan çıkmadı hiç. Bu küçük, başarılı çalışmalardan memnunluk duymuyor, bunlara asla değerli ve eli yüzü düzgün şeyler gözüyle bakmıyordum. Ama şunu anlamıştım ki, yaşamımda söz konusu berraklık ve yaratıcılık taşan saatlerin dönüp gelişi kadar arzulayacağım ve önemli sayacağım başka hiçbir şey olmayacaktı. Bu arada romantizm kokan günler de yaşamıyor değildim; kemanımda doğaçlamalara başvuruyor, gelgeç esinlerin ve renkli ruh durumlarının esrikliğinin tadını çıkarıyordum. Ama çok sürmeden bunun yaratma denen şeyle ilgisiz bir oyun ve zevkperestlik sayılacağını, bundan da kendimi kollamam gerektiğini anlamıştım. Düşler kurup esriklik dolu saatlerin keyfini çıkarmaların ve düşmanla savaşır gibi form denilen nesnenin gizleriyle bilinçli ve amansızca boğuşmaların başka başka şeyler sayılacağını fark etmiştim. Ve daha o zamanlar şunu sezmiştim ki, doğru dürüst bir çalışma insanı yalnızlığa sürüklemekte ve bizden yaşamın rahatlığına sırt çevirmemizi istemekteydi. Sonunda özgürlüğüme kavuştum; okulu bitirmiş, anne ve babama hoşça kalın deyip başkentteki konservatuarın yolunu tutmuş, yeni bir hayatı yaşamaya koyulmuştum. Gelecekten büyük beklentilerim vardı, konservatuarda iyi bir öğrenci olacağıma yürekten inanıyordum. Ama ne yazık ki öyle olmadı. Çeşitli dersleri güçlükle izleyebiliyor, almam gereken piyano dersine baş belası gözüyle bakıyordum; çok geçmeden de tümüyle konservatuar öğrenimi tırmanılmaz bir dağ gibi önümde dikilmeye başlamıştı. Kuşkusuz pes etmek gibi bir niyetim yoktu, ama düş kırıklığına uğramış, ne yapacağımı şaşırmıştım. Tüm alçakgönüllülüğüme karşın kendime bir dâhi gözüyle baktığımı, müziğe götüren yolun zahmet ve zorluklarını fena halde küçümsediğimi anlamış, zamanla beste yapmaktan da hiç zevk duymaz olmuştum, çünkü çözümleyeceğim en küçük bir ödevde bile dağ gibi kural ve güçlükler gelip karşıma dikiliyordu. Ruhumdaki güven duygusuna hiç bel bağlamamam gerektiğini öğrenmiştim, içimde kendime özgü bir güç kıvılcımı aslında var mı yok mu, bilemez olmuştum. Dolayısıyla boynumu bükmüş, sinip mahcup bir hal almıştım. Adeta bir büroda çalışır ya da bir başka okulda okur gibi çalışıyordum derslere: Harıl harıl, zevk duymaksızın. Yakınıp sızlanamıyor, hele eve yazdığım mektuplarda bunu asla göze alamıyordum. Bir kez izlemeye başladığım yolda suskun bir düş kırıklığı içinde ilerliyor, hiç değilse doğru dürüst bir kemancı olayım istiyordum. Egzersiz üzerine egzersiz yapıyor, öğretmenlerin kaba ve alaylı sözlerini sineye çekiyordum; hiç ummadığım başka öğrencilerin derslerde kolaylıkla ilerleyip övgülere konu edildiğini görüyor, kendime giderek daha mütevazı hedefler saptıyordum. Çünkü keman işinde de pek parlak değildi durum, bu alanda da şöyle göğsümü kabartacak bir yere varamayacağım, örneğin virtüözlük aşamasına erişemeyeceğim kuşkusuzdu. Kesinlikle öyle görünüyordu ki, gereği gibi çalışıp çabalarsam en fazla işe yarar bir çalgıcı olabilir, küçük bir orkestrada el üstünde tutulmasam da mahcup olmayacak kadar keman çalıp ekmeğimi kazanabilirdim.
Hermann Hesse – Gertrud
PDF Kitap İndir |