Hermann Hesse – Narziss ve Goldmund

Mariabronn manastırının girişindeki zarif çift sütunların sırtında taşıdığı yarım daire biçimindeki kemerin önünde, yolun hemen üstünde bir kestane ağacı vardı; kardeşlerinden ayrı düşmüş, güneyin bir çocuğu; çok zaman önce Roma’ya yaptığı hac ziyaretinden dönen bir hacı tarafından alınıp getirilmiş buraya, koca gövdesiyle soylu bir ağaç. Yuvarlak üst kısmıyla yolun üzerine sevecen sarkıyor, rüzgâr esmeye görsün, geniş göğüslü soluyor, baharın görünmesiyle dört bir yanı yeşillik bürüyüp manastırdaki cevizler bile kızılımsı körpe yapraklarla donanırken o hiç acele etmiyor, ancak gecelerin iyice kısaldığı günler gelip çattığında egzotik bir hava taşıyan çiçeklerini tutam tutam yapraklar arasından beyazımsı yeşil mat ışınlar halinde ileri sürüp çevreyi alabildiğine uyarıcı, insanı bunaltan güçlü ve buruk bir kokuya boğuyor, güzün ise ağaçlardan meyveler çoktan devşirilip bağlar bozulduğunda giderek altın sarısına dönüşmüş doruklarından hazan rüzgârıyla dikenli yemişlerini aşağı salıyordu. Kimi yıllar olgunlaşmadan kalan kestaneleri manastırdaki oğlanlar kavga dövüş kapışıyor, güneyden gelen başrahip yardımcısı Gregor bunları odasındaki şöminenin ateşinde kızartıyordu. Güzelim kestane, manastır girişinde yabancı ve sevecen sallayıp duruyordu dallarını; bir başka iklimin ağacı; ince ve nazlı duygular, hafif üşümeler içinde; girişteki kumtaşından ince ve zarif çift sütunlarla kemerli pencerelerin, saçakların ve direklerin mermer bezekleriyle gizliden akraba; güneyli yabancılar tarafından sevilip el üstünde tutuluyor, yöre halkı tarafından ise egzotik bir ağaç gözüyle bakılarak hayretle seyrediliyordu. Şimdiye kadar pek çok kuşaktan manastır öğrencisi gelip geçti bu yabancı ağacın altından; koltuklarında yazı tahtaları, çene çalıp gevezelik ederek, gülüp oynayarak, çekişip didişerek, mevsimine göre bazen yalınayak, bazen ayaklarında iskarpinler, ağızlarında bir çiçek, dişlerinin arasında bir ceviz ya da ellerinde bir kartopu. Eskileri gidip yenileri geldi, birkaç yılda bir eski yüzlerin yerini yenileri aldı; çoğu birbirine benzeyen yüzler, sarışın kıvırcık saçlı. İçlerinden bazıları manastırda kalıp ilkin rahip adayı, ardından rahip oldu bunların, saçlarını kazıttı, sırtına cüppe geçirip zünnar bağladı beline, kitaplar karıştırdı, öğrenci yetiştirdi, yaşlanıp kocadı zamanla ve bu dünyadan göçüp gitti. Öğrenimleri sona eren kimilerini de anne ve babaları gelip manastırdan aldı; şatolara, saraylara döndü kimi, kimi de tüccar ve esnaf babalarının konaklarına. Hayata atıldılar derken, oyun ve mesleklerini icra ettiler, günlerden bir gün nasılsa akıllarına esip manastıra şöyle bir ziyarette bulundukları oldu, evlenip çoluk çocuğa karıştılar, sevgili oğulcuklarını manastırdaki okula getirip rahiplerin ellerine teslim ettiler, başlarını kaldırıp gülümseyerek ve düşüncelere dalarak bir süre kestane ağacına baktılar, geçmiş günleri yaşadılar yeniden. Manastırın hücre ve salonları, görkemli kemerli pencereleri ve kırmızı taştan dimdik yükselen çift sütunlarının arası yaşamla kaynayıp durdu, öğretmen, öğrenci ve yöneticilerle dolup taştı hep. Pek çok sanat ve bilim burada öğrenildi, bir miras gibi bir kuşaktan öbürüne aktarıldı, uhrevî ve dünyevî, aydınlık ve karanlık pek çok kitap kaleme alındı burada ya da yorumlandı, değişik sistemler geliştirildi, eskilerin yapıtları derlendi, süslü yazılar döşenildi, halk inancına özenle sahip çıkıldı ya da gülümsenip geçildi. Bilginlik ve dindarlık, safdillik ve kurnazlık, dört İncirdeki hikmet ve Yunan bilgeliği, ak büyü ve kara büyü, bunların hepsinden biraz bir şeyler serpildi, boy attı manastırda, hepsi filizlenip göverecek zemin buldu. İnziva, tövbe ve istiğfar, keyif çatmalar, rahat yaşamalar, hepsi için de yer vardı manastırda. İçlerinden hangisinin ağır basacağı ve hangisinin üstünlüğü ele geçireceği manastırı yöneten başrahibin kişiliğine ve dönemin havasına bağlı kaldı. Kimi zaman manastır cin ve şeytanları kovup defetmedeki başarısıyla ün salarak ülkenin çeşitli yörelerinden gelen ziyaretçilerin uğrak yeri oldu, kimi zaman eşsiz güzellikteki müziğiyle, kimi zaman hastaları şifaya kavuşturup kerametler gösteren ermiş bir kişiyi sinesinde barındırmasıyla, bazen de turnabalığı çorbası ve geyik karaciğerinden hazırlanmış börekleriyle tanınıp ün yaptı kendine.


Ama her zaman, sofu ya da pek dindar sayılmayan, orucunda perhizinde ya da boğazına düşkün olup semirmiş, her zaman biri çıktı rahip ve öğrenciler arasından, manastıra gelip burada yaşayarak burada dünyaya gözlerini yuman pek çok kişi içinden hep biri çıktı, ötekilerden öne geçip dikkatleri üzerine çekti, herkesin sevip saydığı ya da korkup çekindiği biri, Tanrının seçilmiş bir kulu adeta, kendisiyle aynı dönemde manastırda yaşayanların çoktan unutulup gitmesine karşın adı hâlâ ağızlardan düşmeyen biri. Ve şimdi yine Mariabronn manastırında dikkatleri üzerine çeken iki kişi vardı, biri yaşlı, biri genç. Yatakhaneleri, ibadet yerlerini ve sınıfları dolduran manastır sakinleri arasında iki kişi vardı ki, herkes bilip tanıyordu onları, herkes kendilerine saygı gösteriyordu. Yaşlısı Başrahip Daniel idi, genci manastır öğrencilerinden Narziss. Rahip adaylığına henüz yükselmişti Narziss, ama manastırdaki tüm geleneksel uygulamalara karşın şimdiden, özellikle Yunanca dersinde kendisinden öğretmen olarak yararlanılmaktaydı. Gerek Başrahip Daniel, gerek rahip adayı Narziss, ikisi de manastırda sözü geçen kimselerdi; manastırın öbür sakinlerince gözleniyor, merakla izleniyor, kendilerine hayranlık besleniyor, kıskançlık duyuluyor, ikisi de çeşitli suçlama ve dedikodulara konu ediliyordu. Manastırdakilerin çoğu seviyordu başrahibi, hiç düşmanı yoktu, iyi yürekli, saf ve alçakgönüllüydü. Ne var ki, manastırdaki bilgin kişilerin başrahibe duyduğu sevgiye biraz da tenezzül karışmaktaydı; çünkü Başrahip Daniel bir aziz olabilirdi belki, ama bilgin biri değildi. Bilgelik saflığıyla donatılmış olmak gibi üstün bir özelliğe sahipti, ama Latincesi pek ileri sayılmazdı, hele Yunancası hiç yoktu. Manastırda fırsat düştükçe başrahibin saflığına gülümsemeden duramayan üç beş kişi Narziss’in, bu harika oğlanın, kıvrak Yunancası, şövalyelere özgü kusursuz davranışı, suskun ve ruha işleyen filozofça bakışı, zarif, ince, keskin hatlı dudaklarıyla bu yakışıklı delikanlının büyü ve cazibesine inadına daha çok kendilerini kaptırıyordu. Mükemmel Yunanca bilmesine bilgin kişiler bayılmaktaydı. Soyluluk ve inceliğine hemen herkes bayılmaktaydı, pek çok kişi ona gönül vermişti. Beri yandan, Narziss’in bu kadar durgun davranmasına, kendini hiç koyvermemesine, nazik ve kibar tavırlarına kırılıp gücenenler de vardı manastırda. Gerek Başrahip Daniel, gerek rahip adayı Narziss, her biri seçilmişlik yazgısını kendince sırtında taşıyor, her biri manastırda kendince hükümranlığını sürdürüyor, her biri kendince acı çekiyordu. İkisi de birbirine, manastırın öbür sakinlerine karşı duyduklarından daha çok yakınlık ve sevgi duyuyor, öyleyken birbirlerinin vuslatına erişemiyor, biri öbürünün ateşinde ısınamıyordu.

Başrahip Daniel, Narziss’e alabildiğine özen ve titizlikle davranıyor, alabildiğine kollayıp gözetiyor onu, eşine seyrek rastlanır, narin, belki vaktinden çok önce olgunluğa kavuşmuş, belki birtakım tehlikelerin tehdidi altında gördüğü bu delikanlı için kaygılanıp tasalanıyordu. Narziss, başrahibin her buyruğuna, her öğüdüne, her övgüsüne yakışık alır tarzda kulak veriyor, hiç itiraza kalkmayıp asla suratını asmıyordu. Başrahibin yargısı doğruysa Narziss’in bir tek kötü huyu vardı, o da kendini beğenmişlikti ve Narziss bu kötü huyunu şaşılası bir ustalıkla gizlemesini biliyordu, toz kondurulacak hiçbir yanı yoktu kısacası, kusursuz biriydi ve herkesten üstündü. Ne var ki, bilgin kişiler dışında manastırdaki dostları parmakla sayılacak kadar azdı, kibarlık ve soyluluğu çevresindekileri üşüten bir hava gibi kendisini sarıp sarmalıyordu. Bir defasında günahını çıkaran Başrahip Daniel, “Narziss,” dedi, “senin hakkında insafsız bir yargıya varmışım, suçumu itiraf ediyorum. Sana genellikle kendini beğenmiş biri gözüyle baktım, böyle davranmakla haksızlık ettim belki. Büyük bir yalnızlık içinde yaşıyorsun, benim genç dostum, tek başınasın, pek çok hayranın var, ama dostlardan yoksunsun. Hani bazen bir fırsat çıksın da kınayayım, ayıplayayım istiyorum seni. Ama ne gezer! Dilerdim ki sen yaştaki delikanlılarda normal sayılacağı gibi bazen yakışıksız bir davranışta bulunasın. Ama nerede! Bazen senin bu haline tasalanmadan duramıyorum, Narziss.” Narziss, koyu renk gözlerini kaldırıp yaşlı başrahibe baktı. “Benim yüzümden tasaya kapılmanızı istemezdim, Aziz Peder Belki gerçekten kendini beğenmiş, kibirli biriyimdir. Böyle bir şey söz konusuysa, cezalandırın beni! Bazen kendi elimle kendimi cezalandırmak geliyor içimden. Beni bir süre inzivaya yollayın ya da şimdikinden daha alt kademedeki işlerde görevlendirin.” “Bu söylediğin iki şey için de pek gençsin, sevgili dostum,” diye cevapladı başrahip.

“Kaldı ki yabancı diller konusunda ve mantık alanında pek yeteneklisin. Seni alt kademedeki işlere koşmak, sendeki bu Tanrı bağışlarını sokağa atmak sayılır. Kim bilir, belki ilerde bir öğretmen, bir bilgin olacaksın. Kendin de bunu arzulamıyor musun?” “Bağışlayın, Aziz Peder, kendi isteklerim konusunda pek doğru dürüst bir fikrim yok. Bilimle uğraşmak her zaman bana kıvanç verecek. Zaten başka türlüsü düşünülebilir mi? Ancak, sanırım bilim tek uğraş alanımı oluşturmayacak. İnsanın yazgısını ve bu dünyadaki görevini yalnızca istekler belirlemez sanırım. Başka şeyler, önceden takdir edilmiş kimi şeyler de rol oynar bu konuda.” Narziss’in söylediklerini dinleyen başrahibin yüzünü ciddi bir ifade bürüdü. Ama yine de yaşlı çehresinde beliren bir gülümsemeyle şöyle dedi: “İnsanları tanıdığım kadarıyla, hepimiz de, hele gençliğimizde kaza ve kaderle kendi isteklerimizi birbirine karıştırma eğilimi gösteririz biraz. Ama madem ki sen hakkında takdir edileni önceden bildiğine inanıyorsun, konuş, bir şey söyle bu konuda! Nedir sence bu dünyadaki görevin?” Narziss yarı yumdu gözlerini; koyu renk gözleri siyah kirpiklerinin altında kayboldu. Susup sesini çıkarmadı. Uzun bir bekleyişten sonra, “Haydi konuş, sevgili oğlum!” dedi başrahip. Narziss, gözlerini yere indirerek alçak sesle konuşmaya başladı. “Bana kalırsa, Aziz Peder, hakkımda takdir kılınan gelecek, burada manastırda kalıp manastırda yaşamaktır.

Öyle sanıyorum ki keşiş olacak, rahip olacağım ilerde, başrahip yardımcısı, belki de başrahip. Doğrusu ben öyle istiyorum diye buna inanıyor değilim. Benim gözüm mevki sahibi olmakta değil. Ama sözünü ettiğim mevkiler birer görev olarak omuzlarıma yüklenecek.” Bunun üzerine her ikisi de uzun bir süre sustu. Derken, “Neden böyle bir inanca kapılıyorsun? Bilginlik dışında acaba sendeki hangi özelliktir ki, böyle bir inançta açığa vuruyor kendini?” diye sordu başrahip. “Bu özellik,” dedi Narziss ağır ağır konuşarak, “insanların karakterini ve haklarındaki ilâhı takdirin ne yolda olduğunu sezmemdir. Bu sezgi yalnız kendim için değil, başkaları için de söz konusu; başkalarını denetim altında tutarak onlara yararlı olmaya zorluyor beni. Manastırda yaşamak alnıma yazılmasaydı, ya bir yargıç ya da bir devlet adamı olurdum çaresiz.” Başrahip kafasını sallayarak, “Olabilir,” dedi. “Peki, insanların karakterini anlayıp yazgılarını keşfetme yeteneğini pratikte denedin mi hiç?” “Evet, Aziz Peder.” “Şimdi bunu bir örnek üzerinde kanıtlayabilir misin?” “Elbette.” “Güzel. Rahip kardeşlerimin sırlarını kendi bilgileri dışında öğrenmeyi arzu etmeyeceğime göre, acaba benimle, ben Başrahip Daniel’e ilgili olarak bilip sezdiklerini açıklar mısın?” Narziss, gözkapaklarını kaldırıp başrahibin gözlerinin içine baktı. “Bu bir emir mi, Aziz Peder?” “Evet.

” “Konuşmam güç, Aziz Peder.” “Seni konuşmaya zorlamak da benim için güç, genç dostum, ama öyleyken yapıyorum bunu. Haydi konuş!” Narziss başını eğdi ve adeta fısıldayarak, “Hakkınızda bildiklerim fazla bir şey değil, Aziz Peder,” dedi. “Şu kadarını söyleyebilirim ki, kendini Tanrının hizmetine adamış birisiniz; koca bir manastırı yönetmektense, bir keçi sürüsüne çobanlık yapmak ya da kıyı köşedeki bir kilisede inzivaya çekilip ibadet vakitlerinde çan çalmak ve günah çıkartmaya gelecek köylülerin günahlarını çıkartmak daha çok sevindirirdi sizi. Kutsal MeryemAna’ya içinizde ayrı bir sevgi beslediğinizi ve en çok ona yakardığınızı biliyorum. Manastırda öğretilen eski Yunan bilimleriyle diğer bilimler size emanet edilmiş genç öğrencilerin ruhlarında karmaşa yaratıp onlar için tehlike oluşturmasın diye Tanrıya dua ediyorsunuz bazen. Bazen de yardımcınız Gregor’a karşı davranışınızda sabrınızın taşmasını önlemesi için Tanrıya niyazda bulunuyorsunuz. Vakti saati gelince size rahat bir ölüm nasip etmesi için arada bir Tanrıya el açtığınız da oluyor. Ve bu son dileğiniz gerçekten yerine gelecek, Tanrı size rahat bir ölümle ölmeyi nasip edecek, Aziz Peder.” Başrahip Daniel’in küçük kabul salonunu bir sessizlik bürümüştü. Sonunda yaşlı başrahip konuşmaya başladı: “Sen romantik birisin, Narziss, hayaller görüyorsun,” dedi nazik ve güler yüzlü. “Dindarlık taşan dost hayaller de yanıltabilir insanı; benim bunlara güvenmediğim gibi, sen de güvenme sakın! Benim bu konuda neler düşünüp içimden neler geçirdiğimi açıklayabilir misin?” “Düşündüklerinizin pek dostça şeyler olduğunu söyleyebilirim, Aziz Peder. Şöyle geçiriyorsunuz içinizden: ‘Bu genç öğrencinin durumu sallantılı biraz, hayaller görüyor, gereğinden çok tefekküre daldığı için belki. Kendisini tövbe ve istiğfara davet etmem yerinde olacak belki, ona yararı dokunacaktır. Ama aynı tövbe ve istiğfarı ben kendi üzerimde de uygulayacağım.

İşte az önce kafanızdan geçenler, Aziz Peder!” Başrahip Daniel ayağa kalktı. Gülümseyerek eliyle işaret edip, Narziss’e gidebileceğini bildirdi. “Pekâlâ, şimdilik bu kadar. Gördüğün hayalleri fazla ciddiye alma! Tanrı bizlerden yalnız hayaller değil, başka şeyler de bekliyor. Diyelim kendisine rahat bir ölüm müjdelemekle yaşlı birinin gönlünü hoş ettin. Diyelim bu kişi senin müjdeni zevkle dinledi. Tamam, iş bu kadarla kalsın şimdi. Yarın, sabah ayininden sonra tespih duasında bulunacaksın, ama öyle dilinin ucuyla değil, kendini vererek, huşuyla, teslimiyetle. Ben de aynı şeyi yapacağım. Artık gidebilirsin, Narziss, yeterince konuştuk!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir