Howard S. Becker – Hariciler

Günümüzde “sapkınlık” adı verilen alanı icat edenler kuşkusuz Hariciler ( Outsiders) değildi. Benzer fikirler benden önce başka araştırmacılar tarafından da öne sürülmüştü (kitapta isimlerini andığım Edwin Lemert (1951) ve Frank Tannenbaum (1938) özellikle önemlidir). Ancak Hariciler (Outsiders) kendinden önceki yaklaşımlardan çeşitli açılardan farklıydı. Öncelikle, akademik metinlerde genellikle aşina olduğumuz dilden daha açık ve anlaşılır bir dilde yazılmıştı. Bunu kendimi övmek için söylemiyorum. Hocalarım çok iyiydi. Tez danışmanım ve doktora sonrasında çeşitli araştırma projelerinde birlikte çalıştığım üstadım Everett Hughes açık ve anlaşılır bir dilde yazmak konusunda tam bir fanatikti. Aynı şeyi söyleyebilecek yalın kelimeler varken içi boş, soyut terimler kullanmanın çok gereksiz olduğunu düşünüyordu. Bu konuda beni sıkça uyarıyordu; öyle ki, sade ve yalın kelimeler, etkin ve kısa cümleler kullanarak yazmak bende refleks hiline geldi. Benzeri pek çok sosyolojik metinden daha anlaşılabilir olmasının yanı sıra, Outsiders’ın neredeyse yarısı saha araştırmasına dayalı bulgulardan oluşuyordu ve dönemin Amerikan üniversitelerindeki yeni kuşak öğrencilerin soyut kuramlaştırmalar- 10 HARİCİLER dan çok daha “ilgi çekici” buldukları saha verilerini ayrıntılı bir şekilde kullanıyordu. Barlarda ve diğer “itibarı düşük” yerlerde çalışan, bir tür romantizm atfedilen müzikler yapan müzisyenler ve bu müzisyenlerden bazılarının kullandığı esrar hakkında yazmıştım. Bu, o dönemde üniversite öğrencilerinin pek çoğunun denedikleri ve (tıpkı kitaptaki analizin öne sürdüğü gibi) etkilerinden keyif almayı öğrendikleri esrarın ta kendisiydi. Öğrenciler, kendi hayatları ile az ya da çok kesişen bu konular sebebiyle, madde kullanımı ve müzik alanındaki çalışmalara büyük ilgi duyuyorlardı. Bu durum, öğrencilerinin bu ilgilerini paylaşan pek çok hocanın, kitabı okuma listelerine dahil etmesine neden oldu. Dolayısıyla, Hariciler ( Outsiders) daha genç kuşaktan öğrencilerin derslerde okuduğu bir tür standart metin haline geldi.


Aynı dönemde başka bir şey daha oluyordu. Sosyoloji, eski kuramsal çerçevelerin sorgulandığı ve eleştirildiği dönemsel “devrimlerinden” birini yaşıyordu. O dönemde, yani 1960’ların başında, sosyologlar tipik olarak suçu ve diğer uygunsuz davranış biçimlerini insanları bu şekilde davranmaya iten şeyin ne olduğu sorusunu sorarak çalışıyorlardı. Neden bu insanlar genel kabul gören “normları” reddediyorlar ve “normal” hayatlar yaşamıyorlardı? Oysa sahip olduğumuz tüm kurarnlar bize herkes gibi onların da normal bir yaşam tarzını kabul yönünde sosyalleştiklerini söylüyordu. O dönemin kuramları, temelde bu türden antisosyal davranışların asıl kökeni olarak düşündükleri sebepler noktasında birbirlerinden farklılaşıyorlardı. Bu sebepler aşırı alkol kullanımı, suça yönelme, madde kullanımı, cinsel aşırılık ve bunlara benzer uygunsuz davranışları içeren uzun bir liste oluşturuyordu. Bazıları, uygunsuz davranışlarda bulunan bu kişilerin ruh hallerini hedef tahtasına oturtarak -kişiliklerinde bunu (“bu” her ne ise) yapmalarına sebep olan birtakım bozukluklar olduğu varsayımından hareketle- onlara çeşitli tanımlamalar yapışnrıyorlardı. Daha sosyolojik olan diğer kurarnlar ise, insanların kendilerini içinde buldukları durumları ve erişmeyi amaç edinmelerinin öğretildiği ödüller ile bu ödüllere gerçek- TÜRKÇE BASKIYA ÖN SÖZ ll ten erişme ihtimalleri arasında bir uçurumun ortaya çıkmasına sebep olan koşulları ön plana çıkartıyordu. Bir “Amerikan Rüyası” olan sınırsız toplumsal hareketliliğe inanmaları öğretilen ve ardından da kendilerini toplumsal olarak yapılandırılmış (örneğin bu türden bir hareketliliği mümkün kılabilecek eğitime erişimlerinin olmaması gibi) engeller tarafından sınırlandırılmış bulan işçi sınıfı kökenli gençler, tam da bu sebeple, aynen suça yönelmek gibi, sapkın davranışlara da yönelebilirlerdi. Fakat bu kuramlar, daha az konformist olan ve zamanın toplumsal kurumlarına daha eleştirel bakan, cezai yargılama sisteminin hiçbir zaman hata yapmadığına ve bütün suçluların kötü şeyler yapan kötü insanlar olduğuna ve benzeri iddialara inanmaya daha az gönüllü olan yeni kuşak sosyologlara pek de ikna edici gelmiyordu. Bu sosyologlar kuramsal çerçeve arayışında çeşitli kaynaklara başvurdular. Pek çoğu meseleyi kapitalizmin patolojik etkileri çerçevesinde analiz etmek gayesiyle Marksist yaklaşırnlara yöneldiler ve burada aradıkları malzemeyi buldular. Bazıları da -bu “bazıları”na ben de dahilim- araştırmacıların o zamanlar “toplumsal düzensizlikisocial disorganization” adı verilen suç alanını araştırmaya başladıklarında bir şekilde un uttukları modası geçmiş sosyoloji kurarnlarında sağlam bir temel buldu. Kısacası, toplumsal yaşamın bu “sapkın alanlarına” ilişkin çalışmalar, mesleği ve günlük uğraşı “toplumsal sorunları” çözmek olan -yani kendileri için sorun yaratan etkiniiider hakkında bir şey yapabilecek konumda olan- insanlar tarafından işgal edilmişti. Dolayısıyla, “suç” zaman zaman -her zaman değil; çünkü hep olduğu gibi, suçların hepsini engellemek çok fazla zahmet gerektirdiği için ya da pek çok kişi pek çok suçtan menfaat sağladığı için suçların pek çoğuna göz yumuluyordu- birilerinin bir şeyler yapılması gerektiğini düşündüğü bir “sorun” haline gelmişti.

Bu “birileri”, genellikle üyeleri tam zamanlı olarak bu sorunla uğraşan bir kurum olabiliyordu. Nihayetinde, cezai yargılama sistemi olarak adlandırılan şey -polis, mahkemeler, hapishaneler- geleneksel olarak suçu ortadan kaldırma ya da en azından frenleme 12 HARİCİLER işiyle görevlendiritmiş bir kurumdu. Böylelikle, suçla mücadele ve suçu önleme aygıtı aynı anda oluşturulmuş oluyordu. Bütün profesyonel gruplar gibi bu cezai yargılama kurumlarında yer alan kişilerin de korumaları gereken çık’!.rları ve perspektifleri vardı. Bu kişiler, suçun sorumlusunun suçlular olduğu fikrini verili kabul ediyorlardı. Dolayısıyla suçluların kim olduğu konusunda hiçbir kuşkuları yoktu: çalıştıkları kurumların yakaladığı ve hapse attığı insanlar. Yanıtlamaları gereken temel sorunun ne olduğunu da biliyorlardı: “Suçlu olarak tespit ettiğimiz bu insanlar suç saydığımız bu şeyleri neden yapıyorlar?” Bu yaklaşım, onları ve bu yaklaşımı kabul eden pek çok sosyaloğu da suça ilişkin geliştirecekleri anlayış için ağırlıklı olarak bu kurumların tuttukları istatistiklere dayanmaya götürdü; suç oranı, polise bildirilen suçlara dayanaral{ hesaplanıyordu ve bu da zorunlu olarak çok da doğru bir ölçme biçimi değildi: İnsanlar sıklıkla, işlenen suçları polise bildirmiyorlardı ve polis de çoğu zaman kamuya, sigorta şirketlerine ve siyasetçitere iyi bir iş çıkardıklarını göstermek için rakamlarla “oynuyordu.” Lakin, sosyolojik gelenekte köklerini W. I. Thomas’ın ünlü sözünde bulan alternatif bir yaklaşım da mevcuttu: “Eğer insanlar durumları gerçek olarak tanımlariarsa bu durumlar sonuçları açısından gerçektirler” (Thomas ve Thomas 1 928, s. 572). Yani insanlar, bu dünyada kendilerinin ne olduğuna dair sahip oldukları anlayışiara göre hareket ederler. Sosyal bilim sorunsallarını bu şekilde ifade etmek, şeylerin nasıl sorunlu olarak tanımlandığı meselesini gündeme getirir ve araştırmamızı kimin ne tür etkinlikleri hangi şekilde tanımladığını bulmaya yönlendirir. Bu örnekte soru şudur: Kim hangi etkinlikleri suç olarak tanımlamaktadır ve bu tanımlamanın sonuçları nelerdir? W.

I. Thomas’ın fikrinden hareket eden araştırmacılar, polis ve mahkemeler neyi suç olarak tanımlıyorsa onun “gerçekten” suç olduğu fikrini kabul etmediler. Suçlu addedilmenin ve suçlu muamelesi görmenin kişinin gerçekte yapmış olabileceği şeylerle hiçbir zorunlu ilişkisinin olmadığını düşünüyorlardı ve araştırmaları da TÜRKÇE BASKIYA ÖNSÖZ 13 bunu kanıtlıyordu. Bir bağlantı olabilirdi; ama bu bağlantının varlığı mekanik ya da mutlak değildi. Bu da resmi istatistikleri kullanan araştırmaların hatalada dolu olduğu ve bu hataları düzeltmenin oldukça farklı sonuçlar ortaya koyabiieceği anlamına geliyordu. Bu geleneğin bir başka yönü de bir duruma müdahil olan herkesin orada olup bitene katkısının olduğunda ısrar etmesiydi. Dahil olan herkesin eylemi, istisnasız biçimde, sosyolojik araştırmanın parçası olmak zorundaydı. Dolayısıyla, işi suçun ne olduğunu tanımlamak ve onunla başa çıkmak olan kişilerin etkinlikleri de “suç sorunu” nun bir parçasıydı ve bir araştırmacı, bu kişilerin söylediklerini verili kabul edemez ya da çalışmasının ileri aşamaları için bir başlangıç noktası olarak alamazdı. Bu önerme yaygın kanıyla çelişiyordu. Oysa ilginç ve yeni sonuçlar ortaya çıkardı. Hariciler ( Outsiders) bu güzergahı izledi. Hiçbir zaman bunun orijinal bir yaklaşım olduğunu düşünmedim. Daha ziyade, zanaatın geleneklerini izleyen iyi bir sosyaloğun yapması gereken budur diye düşünüyordum. Her bir yeni yaklaşımın, bilim tarihçisi Thomas Kuhn’un (1970) “bilimsel devrim” adını verdiği şeyi ürettiğini söylemek bugünlerde moda oldu. Fakat ben sapkınlığa ilişkin bu yaklaşımın kesinlikle devrim olmadığının altını çizmek istiyorum.

Eğer illaki bir isim koymak gerekiyorsa; sapkınlık alanındaki sosyolojik çalışmaları olması gereken yere çeken bir “karşı devrim” olduğunu pekala söyleyebilirsiniz. (“Cole, 1975″teki ilginç tartışmaya bakabilirsiniz.) Suçtan bahsederek başladım. Ama şimdi son paragrafta bu alana “sapkınlığa” ilişkin çalışmalar üzerinden gönderme yaptım. Bu anlamlı bir değişimdir. “Sapkınlık” kavramı, ilgimizi kimin suç işlediği sorusundan daha genel bir soruna kaydırır. Kolektif eylemin mevzubahis olduğu her yerde insanların bir şeyleri “yanlış”, yani yapılmaması gereken şeyler olarak tanımladıklafina ve genellikle diğerlerini bu şeyleri yapmaktan men etmek 14 HARİCİLER için adımlar attıklarına dikkatimizi çeker. Bunu yaparak da bizi bu süreçte söz konusu olan bütün etkinlik türlerini incelemeye yöneltir. Bu etkinliklerio hepsinin, kelimenin taşıdığı tüm anlamlar dikkate alınsa dahi, “suç” acidedilmesi mümkün değildir. Bazı kurallar belli bir grupla sınırlıdırlar: Dini kuralları takip eden Yahudiler “koşer”1 olmayan yiyecekler yememetidirler ama diğerleri bunu yapmakta özgürdürler. Bazı kurallar da sınırlı bir etkinlik alanını yönetirler. Spor ve oyun kuralları böyledir: Satranç kurallarını ciddiye alan biriyle satranç oynamadığınız sürece, satrancı nasıl oynadığınız fark etmez ve kuralların ihlaline ilişkin yaptırımlar sadece satranç kulübü üyeleri için geçerlidir. Fakat bu her iki toplulukta da -dini bütün Yahudiler ve satranç kulübü üyeleri- kurallar koymaya ve bu kuralları ihlal edenleri bulmaya ilişkin aynı tür süreçler işler

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir