Ian Fleming – Olumsuz Elmaslar

İri simsiyah akrep hışırtıyla büyük kayanın altından çıkarak iki kıskacını öne doğru uzattı. Deliğin önünde sert bir düzlük vardı. Akrep düzlüğün ortasında dikilerek durdu, sonra tüm sinirleri ve kasları gerilmiş olarak beklemeye başladı. Kocaman dikenli çalılıktan süzülen ay ışığı on beş santim uzunluğundaki sert, simsiyah kabuğa vuruyor, safir rengi pırıltılar yapıyor, sırtına paralel duruma gelmiş kuyruğunun ucundaki beyaz iğnesini donuk bir ışıkla aydınlatıyordu. Zehirli iğne yavaş yavaş içeri çekilerek kayboldu ve kasları gevşedi. Akrep artık tehlike olmadığına karar vermişti. Bir karış ötede, bir böcek ilerdeki çimenliğe doğru yol alıyordu. Akrebin üstüne ok gibi gelişinden kanatlanıp uçmaya vakit bulamamıştı. Sert kuyruk vücuduna dolandı ve zehirli iğne karnına gömülürken böcek debelendi, sonra hareketsiz kaldı. Ölmüştü. 5 Akrep belki beş dakika orada öyle kımıldamadan kaldı. Bu sırada avını incelemiş, çevrede düşmanca bir titreşim olup olmadığını anlamak için her tarafı koklamıştı. Sonunda emin olunca ön kıskaçlarını böceğin etine gömdü ve bir saat süreyle ara vermeden kurbanını yedi durdu. Akrebin böceği öldürüp yediği büyük dikenli çalılık, Kissidugu’nun güneyinde uzanıp giden bir ovadaydı. Burası Fransız Afrikası’ndaydı.


Düzlüğün çevresi tepelerle ve balta girmemiş ormanlarla kaplıydı. Dev çalılık, Afrika devletinin sınırlarında bir yerdeydi. Liberya sınırına on beş kilometre, Sierra Leone’ye ise sekiz kilometre uzaklıktaydı. Sınırın hemen öteki yakasında zengin ve muazzam Sefadu elmas yatakları uzanıp gidiyordu. Bu madenler İngiliz Milletler Topluluğu’nun gözbebeği, güçlü Afric International Maden İmparatorluğu’nun bir kolu olan Sierra İnt. Şirketi’nin malıydı. Akrep iki kıskacıyla böcekten kopardığı parçaları ağzına götürüp emerken ölüm saatinin yaklaştığını bilmiyordu. Birkaç adım ötede, tırnak uçları yenik, iri ve kaba bir el yerden bir taş alıp yavaşça havaya kaldırdı. Hiçbir gürültü olmadı, yalnız akrep üstündeki havada bir hareket sezdi o kadar. Bir anda iki ön kıskacı havaya dikildi ve dolaşmaya başladı. Kaskatı kesilmiş iğnesi kuyruğunun ucunda belirdi, miyop bakışlı gözleri çevredeki düşmanı aramaya başladı. Kocaman taş hızla indi. —Pis yaratık seni! Parçalanmış akrep ölüm acıları içinde kuyruğunu kırbaç gibi iki yana sallarken adam ezdiği akrebe dikkatle baktı. Sonra esnedi. Hemen hemen’iki saatten beri dibinde oturduğu çalının önünde dizlerini kuma dayayarak doğruldu, kollarını başının üstüne kaldırdı.

Adamın beklediği motor sesi şimdi daha iyi duyulmaya başlamıştı. Adam nihayet ayağa kalktı ve ay ışığının aydınlattığı patikadan ileriye doğru dikkatle baktı. Doğuda, gökte garip siyah bir karaltı belirmiş, kendisine doğru geliyordu. Bir an, ayın ışıkları yaklaşan helikopterin üzerindeki pervaneye vurarak parladı. Yerdeki adam ellerini kirli haki şortunun iki yanına silerek ovuşturdu, sonra çabucak çalının arkasına dolandı. Arkada çalılığın içine gizlenmiş bir motosikletin arka tekerleği görünüyordu. Selenin iki yanında takım çantaları asılıydı. Adam çantaların birinden ufak,ağırbir paket aldı, sonra onu gömleğinin içine soktu. Öteki çantadan da dört cep feneri çıkardı. Onları alıp, büyük çalıdan elli metre ileriye yürüdü. Orada tenis kortu genişliğinde bir düzlük vardı. Adam cep fenerlerinden üçünü teker teker alanın üç kenarına yere soktu ve ışıklarını havaya doğru yanar durumda bıraktı. Sonuncu feneri eline alıp dördüncü köşeye gitti ve ayakta beklemeye başladı. Helikopter yavaş yavaş adamın bulunduğu yere yaklaşıyordu. Şimdi yere otuz metre ya var ya yoktu.

Helikopter ay ışığında dev yapılı garip bir böceğe benziyordu. Adamın tam başının hizasında durdu ve hafifçe yalpaladı. Sonra pilot yerinden bir kol uzandı ve havada yakılan cep fenerinin ışığı adama doğru çevrildi. Işığı yanıp 7 söndü. Mors alfabesiyle bir “A” işareti verdi. Yerde bekleyen adam elindeki cep fenerini hızla yakıp söndürerek yine morsla bir “B ” ve ” C ” sinyali verdi. Sonra dördüncü cep fenerini de yere gömerek helikopterin yerden kaldıracağı tozdan korunmak için gözlerini örtüp oradan uzaklaştı. Pervane yavaşladı ve araç yerdeki dört fenerin ortasındaki alana ustaca kondu. Motorun uğultusu son bir hızlanıştan sonra kesildi. Bunu izleyen sessizlik içinde dikenli çalılıkta bir çekirge ötmeye başladı, sonra yakından bir yerden bir gece kuşu cıvıldadı. Pilot tozun inmesi için bir süre bekledi. Sonra pilot yerinin kapısını gürültüyle açtı. Dışarıya kısa bir alüminyum merdiven itti. Oturmaktan uyuşmuş olduğu için hantal hareketlerle indi. Yerdeki adam alanın dört köşesindeki fenerleri toplayıp söndürürken pilot helikopterin yanında bekledi.

Randevuya yarım saat geç kalmıştı, bu yüzden yerdeki adamın söyleneceğini düşünüp canı sıkılıyordu. Bütün Güney Afrikalılardan nefret ederdi. Hitler ordusunda savaş pilotluğu yapmış saf kan bir Alman pilotu için Güney Afrikalılar soysuz bir ırktı. Öteki yanına yaklaşırken pilot selam vermek için elini yavaşça havaya kaldırdı ve: —İşler yolunda mı? diye sordu. —Umarım yolundadır. Ama, yine geç kaldın. Hemen yola çıkarsam gün ağarırken zar zor sınırı geçebelirim. —Manyeto arıza yaptı yine. Hepimizin işi, zor. Neyseki bir yılda yalnızca on iki dolunay var. Ya daha fazla olsaydı? Haydi malı getirdiy8 sen hemen ver, depoyu doldurup ikimiz de yolumuza koyulalım. Elmas madenlerinden gelen iriyarı adam hiç konuşmadan elini gömleğinin içine attı. Çıkardığı düzgün ve ağır paketi pilota verdi. Pilot paketi aldı. Kaçakçının göğsünün terinden ıslanmıştı.

Pilot onu haki renkli avcı ceketinin yan cebine koydu. Sonra elini arkasına atıp ıslanan parmaklarını pantolonuna sildi. —Ço k iyi, diyerek uçağına döndü. Elmas kaçakçısı: —Bir dakika, dedi. Pilot arkasına dönüp adamın yüzüne baktı. —Evet, ne var? —İşler karışıyor. Madenlerde yani. Durum hiç hoşuma gitmemeye başladı. Londra’dan İstihbarat Örgütü’nden önemli bir adam geldi. Herhalde haberini okumuşsundur. Şu Sillitoe denilen adam.Gizli Servis’in eski şefiymiş. Elmas Şirketi onu tutmuş. Madenler için bir yığın yeni yönetmelikler hazırlandı. Bütün cezalar iki katına çıkarıldı.

Adamlarımdan bazılarının içine korku düştü. Bu yüzden sert davranmak zorunda kaldım. Hatta içlerinden birini taş parçalama makinesine ittim. Onu görünce ötekiler biraz düzelir gibi oldu. Yine de mal alabilmek için eskisine oranla daha çok para ödemek zorunda kaldım. Yüzde on fazla. Buna rağmen adamlarım yine de memnun değiller. Güvenlik Örgütü bugünlerde bunlardan birini enseler diye korkuyorum. Sonra o siyah domuzları bilirsin, dayağı yediler mi bülbül gibi konuşurlar. Doğrusunu söylemek gerekirse polisin işkencesine dayanabilecek adam da yok9 tur ya! Ben bile dayanabileceğimi sanmıyorum. Pilot: —Yani, dedi. (Duraladı.) Bu gözdağını ABC’ye bildireyim mi? Öteki çabucak: —Ben kimseye gözdağı vermiyorum, dedi. Yalnız burada işlerin çatallaştığını bilmeleri gerekiyor. Durumu öğrenmeliler.

Herhalde bu Sillitoe’yuonlar da tanırlar. Pilot yavaşça: —Peki, ne istiyorsun? dedi. Verilen paranın artırılmasını mı? Öteki inatla: —Evet, dedi. Hissem artırılmalı. Yüzde yirmi fazla verilmeli. Yoksa işi bırakırım. Bunları söylerken pilotun yüzünde anlayışa benzer bir ifade aramaya çalışıyordu. Pilot kayıtsızca: —Pekâlâ, dedi. Mesajını Dakar’a bildireceğim. İlgilenirlerse onlar da Londra’yı haberdar ederler. Fakat bu işin benimle hiçbir ilgisi yok. (Pilot ilk kez ona doğru eğildi.) Yerinde olsam bu adamlara gereğinden fazla baskı yapmaya kalkışmazdım. Gerektiğinde bu Sillitoe denilenden de, Şirket’ten de, hatta bütün hükümetlerden de daha zorlu olmayı bilirler. Bu işin yalnız bu bölümünde son bir yıl içinde üç adam öldü.

Biri korkaklığı yüzünden, ikisi de getirdikleri paketlerden elmas çaldıkları için. Sonra, senden öncekinin başına gelen kaza çok korkunçtu. Hiç insan yatağının altında dinamit unutur mu? Akıl alır iş değil! Halbuki ne kadar da dikkatli bir adamdı. İki adam bir an ay ışığı altında hareketsiz ıo kalıp birbirlerini süzdüler. Elmas kaçakçısı omuzlarını silkti. —Pekâlâ, dedi. Yalnız işin kötüye gittiğini bilsinler yeter. Adamlara fazla para vermek zorunda kaldığımı da. O kadarından anlarlar. Akılları varsa hiç olmazsa paraya yüzde on zam yaparlar. Yapmazlarsa… Sözünü bitirmedi, helikoptere doğru döndü ve yürüdü. —Haydi, gel depoyu doldurmana yardım edeyim. On dakika sonra helikopterin tankı dolmuştu. Pilot yerine bindi. Merdiveni içeri çekti.

Kapıyı kapamadan önce elini kaldırdı. —Hoşça kal! dedi. Gelecek ayın on dördünde görüşürüz. Aşağıdaki adam birdenbire içinde çok kötü bir his duydu. Sanki dünyada yapayalnız kalmış gibiydi. El sallayarak: —Gül e güle! dedi.(Sonra Almanca ekledi.) Şansın açık olsun! Geri çekildi. Yerden kalkacak toza karşı ellerini gözüne siper etti. Pilot hazırlıklarını tamamlayıp havalandı. Helikopter doğuya döndü ve yükseldi. Ayın ormanların üstünde oluşturduğu gümüşten yolu izleyerek hızla uzaklaştı. Yerdeki adam bir süre helikopterin arkasından baktı. Helikopter gidiyor, dört milyonluk elması da birlikte götürüyordu. Bu elmasları madenlerde çalışan adamları çalmış, dillerinin altında saklamışlardı.

Çaldıkları elmasları dillerinin altında saklayarak gelen siyah derili maden işçilerini dişçi kol11 tuğuna oturtur, sonra ağızlarını açtırarak gizledikleri taşları çıkartırdı. Sonra elmasları ışığın altına tutup yavaşça 50,75 veya 1000 derdi ve ne fiyat verirse zenciler başlarını sallarlar, banknotları alıp elbiselerinin içine gizlerlerdi. Gerçekten diş ağrısı yüzünden dişçiye gitmiş oldukları izlenimini vermek üzere ellerinde kâğıda sarılmış aspirinlerle oradan çıkarlardı. Verdiği fiyatı kabul etmekten başka çareleri yoktu zencilerin. Yoktu, çünkü bir zencinin elmas madenlerinden dışarı minicik bir kıymetli taş çıkarabilmesi mümkün değildi. Madenciler senede ancak bir kez o da uzaktaki ailelerini görmeye gittiklerinde veya bir yakınlarının cenazesi dolayısıyla madenden çıkabilirlerdi. Böyle zamanlarda yutarak karınlarında gizledikleri elmas varsa düşsün diye, onlara sürekli müshil içirilir ve teker teker hepsi röntgenden geçirilirdi. Yakalandıklarında halleri haraptı. Ama nöbetçi o olduğu gün, diş ağrısını bahane ederek dispansere gitmek ve dişçinin koltuğuna oturmak çok kolaydı. Üstelik aldıkları kâğıt para da röntgenden geçerken görünmüyordu. Adam motosikletine bindi ve daracık engebeli bir keçi yolundan ilerlemeye başladı. Sierra Leone sınır boyundaki tepelere doğru gidiyordu. Şimdi uzaktaki tepeler daha belirginleşmişti. Şafak sökmeden Suzy’nin kulübesine varabilirse şanslıydı. Ondan sonra yorucu bir gecenin sonunda bir de Suzy ile yatağa girip sevişmek zorunda kalacaktı.

Bu aklına gelince can sıkıntısıyla yüzünü buruşturdu. Madenden Suzy’nin koynuna girmek için ayrılıyor görünüyordu. 12 Önce onun evine uğruyor ve bir soruşturma olursa geceyi kendisiyle geçirdiğini söylemesi için ona avuçla para veriyordu. Ama Suzy yalancı tanıklığa karşılık parayı yeterli görmüyor, sevişmek ve beyaz bir erkekle yatmak istiyordu. Onun yatağından çıktıktan sonra kahvaltı için on altı kilometre uzaklıktaki kulübeye soluk soluğa yetişmesi ve orada da arkadaşlarının kaba takılmalarına katlanması gerekiyordu. —Hey, artık dün gece sabaha kadar yatmışsındır, ha doktor? Duyduğuma göre bu yörenin en büyük göğüsleri Suzy’ninmiş. Doktor dolunay seni kızıştırıyor galiba, ne dersin?. Fakat helikopterin her ay götürdüğü elmas paketi, onun için Londra bankalarından birine yatırılan 400.000 sterlin demekti. Gıcır gıcır banknotlar. Tehlikeye değerdi doğrusu. Fakat bu işi fazla uzatmayacaktı. Bankadaki hesabı 80 milyonu bulunca istifa edecekti. Sonra da…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir