İhsan Süreyya Sırma – Alaturka Demokrasi Alaturka Laiklik

Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’mn ardından yapılan îstiklâl Savaşı sonrasında, Ankara’da yeni bir hükümet kurularak, saltanat kaldırıldı, ve yerine yeni bir rejim getirildi. Getirilen rejimin adı Cumhuriyetti… Yâni cumhur’a, yâni halk’a, ve halkın arzularına dayalı bir rejim… Kısaca getirilmiş olan bu rejimin teorideki tarifine göre, halk dilediği yönetimi seçecek, kendi bünyesine uygun idareyi bulacak ve bü idarenin işleyişi için gerekli olan kanunları da kendisi, yâni onun temsilcileri yapacaktı. Bu rejim aynı zamanda parlamenter sistemi getiriyordu. Demokratik usullerle partiler kurulacak; dileyen dilediği partiye üye olacak veya seçim esnasında ona oy verecekti. Saltanat baskı rejimi olduğundan, cumhuriyet de ona alternatif olarak getirildiğinden; yıllardır, belki asırlardır beklenen hürriyet gelecek, baskılar kalkacaktı halkın üzerinden. Hiç kimsenin inancına, adetine, töresine, giyimine, davranışlarına karışılmayacak, başkalarının inançlarına da saygılı olmak şartıyla, kimsenin sosyal yaşamına karışılmayacaktı… Ne varki teorisinde, hatta bazı ülkelerde pratiğinde yukarıda saydığımız esaslar bulunan, ve adına demokrasi denen bu rejimin alaturka versiyonu bambaşka oldu. Mesela Batı ülkelerindeki demokrasi uygulamalarında çok partili sistem varken, T.C. demokrasisinde( özellikle bugünkünün temelini oluşturan 1923-1950 yıllarında) uzun-süre tek partili sistem uygun(!) görüldü(dayatıldı dememek için). Demokrasi teorilerinde halkın dinine, yani inancına karışılmama ilkesi varken, Türkiye’nin %90’nı teşkil eden (bizzat Cumhurbaşkanı böyle ifade ediyor) Müslümanların dini eğitimi senelerce yasaklandı; ve bugün hâlâ çok göreceli olarak buna müsaade edildi! Bu satırları karaladığımız şu günlere kadar hâlâ Müslümanların giyimlerine, kuşamlarına karışılıyor, onlara ikinci sınıf muamelesi yapılıyor. Örneğin başını örten bir hanım öğretmen öğretmenlik yapamazken, başını açan yapabiliyor. Ve tabi bu çifte standart demokrasi uygulamalarım daha da çoğaltabiliriz. Fakat kitabın maksadı o değil! Kitabın amacı, bu demokrasiye karşı olan demokratik uygulamalardan, -ki biz ona “Alaturka demokrasi” dedik- bazılarını tesbit etmek, alaturka demokrasinin gerçek demokrasi ile olan ilişkisizliğini göstermektir. “Alaturka laiklik” diye tesmiye ettiğimiz uygulama için de aynı şeyleri söyliyebiliriz. Fazla uzatmamak için bir iki örnekle yetinelim: Laiklik, Din’in devlete, devletin de Din’e karışmamasını ilke kabul eder.


Laikliğin alaturka versiyonu nda ise, gerçekten din devlete karışmaz/karışamaz; bunun aksine devlet hem dine karışır, hem de kendisine maaşla bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı denen kurumuyla da dini istediği gibi kontrol eder, din görevlilerini kendisi tayin eder; ve Diyanet İşleri Başkanını, laik Devlet Bakanı atar, yâni görevlendirir. Teorideki laiklikte, laik olanlar din işlerine, din adamlarının tatbikatlarına, din anlayışlarına karışmazken; Alaturka laiklik’te din, âdetâ laikler tarafından yönetilir, ve zaman zaman bazı medya kuruluşlarında Diyanet İşleri Başkanının laik gazetecilere dini konularda hesap verdiği görülür. Biz bu kitabımızda ne laiklik tarihçesini, ne de onun analizini yapacak değiliz. Bizim ortaya koymak istediğimiz husus, laik geçinenlerin kendi laikliklerine bile sadık kalmadan, yeni bir laiklik türettiklerini, ve bunu alet ederek Müslümanlara zulmettiklerine dair bazı tesbitlerde bulunmaktır. Laikler, gerçekten laik iseler, kimsenin dinine, o dinin pratiğine karışmamaları gerekir; tıpkı laik olmayanların, onların laikliklerine karışmadıkları gibi! Gelin ey laikler bizim üzerimize fazla varmayın artık; sizin laikliğiniz sizin; bizim dinimiz de bizim olsun! Sakın bir “yalvarma” olarak algılanmasın bu dediklerimiz. Bizim yapmak istediğimiz, emri bi’l-ma’ruf tur. Genelde ise; bilinsin ki üzerinde yaşadığımız topraklarda, sosyal, siyasal ve dini açıdan, bir laik hangi hakka sahipse, Müslüman da en az o hakka sahiptir! Ve herkes hakkına sahip olmasını bilir, başkasının hakkına te- cavüz etmezse, o zaman çevre daha güzelleşir, toplum daha bir barış içinde olur… Denemeye değmez mi? Fatih; Ağustos, 1996 İ. S. SIRMA MÜSLÜMANLARDA SEÇİM İN TARİHİ Hepimizin bildiği gibi, müslümanlar ilk devletlerini Hz. Peygamber(s.a.s)’in Hicretinden sonra Medine’de kurdular. Bu devletin kuruluşunda, şüphesiz bir seçim söz konusu değildi, olamazdı da! Çünkü Devletin fiili Başkanı, yâni Hz. Peygamber(s.a.

s) tabir yerindeyse, Allah tarafından seçilmişti. O, “Mustafa’ydı kendinden önceki Mustafa’lar gibi. Ve Mustafa, yâni “Allah tarafından seçilmiş” olduklarından da, insanları yönetmeye en çok onlar layıktı. Çünkü onlar, Allah’ın murakabesi altında olduklarından, hevâ ve heveslerine göre hareket edemez; Allah’ın emirleri doğrultusunda, adaletle, arı vicdanlarıyla yönetirlerdi insanları. İşte bunun içindir ki onlar, ideal idareciler, toplumları ideal toplum, ve nihayet devletleri de ideal devletlerdi. Öylesine ki, Hz. Peygamber(s.a.s)’in Devlet Başkanlığı bile keyfe mâ yeşâ tarzında bir yönetim değildi.1 O, ancak kendisine emredilenler 1- Bk. Kur’an-ı. Kerim, Al-i İmran suresi,79. doğrultusunda hareket edebilir, ya da ictihadlarda bulunabilirdi. Diğer Peygamberler de aynı hükümle bağımlıydılar ilâhî vahy’e! İşte onlar, yâni Peygamberler, bizzat Allah tarafından, diğer insanları uyarıp yönetmek için seçilmiş olduklarından, onların diğer kullar tarafından seçilmeleri ya da yönetilmeleri muhaldi. Hz.

Peygamber(s.a.s)’in vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir(r.a) onun yerine İslam Devlet Başkanı(Halife) oldu. Hz. Ebu Bekir’in seçimi de müslümanlarm çoğunluğunu oluşturan Ensar ve Muhacirun’un temsilcilerinin katıldıkları küçük bir heyet içinde ve Hz. Ömer’in insiyatifi ile yapıldı. İkinci Halife Hz. Ömer ise, bizzat Devlet Başkanı olan Hz. Ebu Bekir tarafından seçildi. Yani genel bir seçim söz konusu olmadı. Bizim bugün anladığımız manada bir seçimin ilk nüvelerini, Hz. Osman’ın Devlet Başkanlığına getirilişinde görüyoruz. Nitekim Halife’yi seçecek şuranın, Devlet Başkanı Hz.

Ömer tarafından seçilmesinden sonra, Abdurrahman b. Avf şura başkanlığına getirilince, o, halkın arasına karışarak her kese şu soruyu sordu: Halife olarak Ali b. Ebi Talibi’i mi, Osman b. Affan’ı mı istersin? Abdurrahman b. Avf bu soruşturmasını müslümanlarm bütün kesimlerinde sürdürdü. Resmi sıfatı olanlara sorduğu gibi, sivillere de sordu. Bu soruşturmasını bazan aleni, bazen de gizli yaptı. Mekteblerde okuyan öğrencilerden, alimlere; Medine’de oturanlardan, oraya gezmeye gelmiş müslüman ziyaretçilere kadar her kesimden insana aynı soruyu sordu. Erkeklere sorduğu gibi, ka- dmlara da sordu. İbn Kesir’in tabiriyle2 , “… hatta peçelerine bürünmüş olan kadınlara bile” sordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir