Ihsan Atasoy – Ali Ihsan Tola

ALİ İHSAN TOLA, “Ahirzaman Müceddidi”nin harikulade hallere mazhar, maddî ve manevî ilimlerle mücehhez, çok yönlü, pek acaip ve garip, nev-i şahsına münhasır bir talebesidir. Nebatat, madeniyat ve ledünniyat gibi farklı ilimlerin sırlarına vakıf bu zat, bir kürsü gibi kullandığı küçük odasındaki karyola üzerinden, her gün ziyaretine gelen yüzlerce insana maddî ve manevî ders verip şifa dağıtmıştır. Üstad’ın yakın talebelerinin hayat ve hatıralarını tespit maksadıyla kendisine yaptığım her ziyaret dönüşünde dostlara, “Yerde insan suretinde bir melek görmek isteyen Senirkent’e gitsin” derdim. Bu tavsiyem üzerine ziyaretine giden, “İyi ki ziyaretime vesile oldun, Allah senden razı olsun” deyip minnet ve şükranlarını dile getiren çok dostlar oldu. Her gün yüzlerce insanın derdini dinlediği halde asla şikâyet etmeyen, şayet onları kabul etmeyecek olsa manen itap gördüğünü, onların dertlerini üzerine aldığını ifade eden bu Lokman Hekim ve Hızır tabiatlı Allah dostunun, hayattayken yeterince anlaşıldığı kanaatinde değilim. Zira büyüklerin büyüklüğü tevazularında saklıdır. Bu sırrı bilmeyenler zahire bakıp aldanırlar. Fakat saf ve samimi gönüller onu keşfetmekte gecikmemiş, yurt içinden ve yurt dışından binlerce insan, manevî cazibesine kapılıp bala üşüşen arılar gibi akın akın ona koşmuşlardır. Yıllarca her gün kadın-erkek yüzlerce kişinin, eşiğini aşındırmasının sırrı budur. Başka Bir Âlemde Yaşıyordu Bir ilkbahar günü, her yerine uhrevîlik sinmiş ahşap evinin giriş katındaki o mütevazı odasına dahil olduğumda, dünyadan çıkıp başka bir âleme girdiğimi hissettim. Maddeten küçük, manen kâinat kadar geniş bu nurlu mekânda her zaman olduğu gibi gelenlere hakikat incileri saçıyor, şifalar dağıtıyordu. O gün bir yakınının cenazesi vardı ve evinin etrafı her zamankinden daha kalabalıktı. Isparta’dan bize refakat eden Bekir Yalım Bey, “Ben önden girip duruma bir bakayım” dedi. Ben de ardından kapının eşiğine vardım. “Efendim, İstanbul’dan İhsan Atasoy geldi.


Sizinle görüşmek istiyor. Ne zaman müsait olursunuz?” dedi. “Görüyorsunuz, şimdi çok yoğunum, inşaallah akşama” diye cevap verdi. Bu cevap hoşuma gitmemişti. Zira kendisiyle görüştükten sonra o gün akşam İstanbul’a dönmem gerekiyordu. Hemen, manevî himmet ve müzaheretlerine sığındığım Üstad ve Tahiri Ağabey’e, “Yetişin!” deyip kapıdan içeri daldım. Birden göz göze geldik, ellerine kapanmamla karyolasının dibine oturmam bir oldu. Hoşbeşten sonra, feyizli bir sohbete daldık ve bu kesintisiz saatlerce sürdü. Üstad’ımızın yakın talebelerinin hatıralarını yazmaya çalıştığımı söyleyip, Sav’da risaleleri teksir ederken Tahiri Mutlu Ağabey’le yaşadıkları harikulade halleri anlatmasını rica ettim. Bana refakat eden Hakan kardeşim de görüşmemizi kameraya alıyordu. Birden kendimizi derin bir sohbetin içinde bulduk. Çalışmalarıma büyük ilgi gösteriyordu. Özellikle, “Fıtrî olandaki tesir ve kuvvet hiçbir şeyde yoktur. Mümkün mertebe hatıraları fıtrî haliyle kaydetmeye çalış” demesi manidardı. Aynı kanaatte olmama rağmen bu söz bana büyük bir ders verdi.

O gün adeta, “Yakın bir gelecekte benim hayatımı da yazacaksın” dercesine Üstad’la tanışmasından başlayıp yetmiş gün aç kalmasına, bitkilerin esrarına vakıf olmasına kadar çoğu kimseye anlatmadığı pek çok hatırayı detaylarıyla anlattı. Yıllar sonra hayatını kaleme almaya başladığım zaman arşivden bu notları çıkardığımda hayretler içinde kaldım. Evet, Üstad’la ilgili bazı hatıralarını o gün ilk defa bana anlatmıştı. Bu da onun sayısız kerametlerinden biriydi. O gün şehir dışından gelen kafilelerin ikide bir, “Yeter, biz de görüşmek istiyoruz” deyip kapıya dayanmalarına rağmen, “Bekleyin, şimdi müsait değilim” demesi, Üstad ve Risale-i Nur konularına verdiği önem ve önceliği gösteriyordu. Kesintisiz üç saat sohbet ettik. Sohbet ilerledikçe, adeta canlanıyor, yorgunluğunu atıyor, manen dinleniyordu. Bir ara, “Allah dostları kader programına tabidir, kendi iradeleriyle hareket etmezler” diye bir cümle döküldü dilinden… Hemen fırsat bulup müsamahasına sığınarak, “Efendim, karşımızda gördüğümüz zat gibi değil mi? Hani bizi akşama kabul edecektiniz?” dediğimde, tebessüm edip bir el işaretiyle, “Şimdi o bahsi geç” demesi manidardı. Evet, bu büyük dava adamının, insanların dertlerini dinlemekten sıkılıp bizim gibi sırf imanî ve uhrevî dava için gelenlere ayırdığı zamanlarda dinlendiğini, bu yüzden bizi bırakmak istemediğini anladım. Yaklaşık yirmi yıl önce, yine bu evin üst katında Sungur Ağabey’in de katılımıyla manevî feyzi çok yüksek bir gece geçirmiştik. Bu iki Nur kahramanının karşılıklı latif dokundurmalar ve hatırlatmalarla, birbirlerini Üstad’ın günlerine götürerek o nurlu hatıraları tarihin derinliklerinden çıkarıp bizimle paylaşmaları, tarifi imkânsız bir gece geçirmemize vesile olmuştu. “Yavrum, Bismillah de, Ye!” Tahiri Ağabey’le ilgili ziyaretten iki yıl sonra, bu defa Sungur Ağabey’le ilgili tespitlerini almak için gittim. O gün Sungur Ağabey’le ilgili çok güzel şeyler söyledi. Bu daire içinde, Üstad’ın yanında çok önemli bir yeri ve makamı olduğunu, Üstad’ın kendisine “ehass-ı havas” dediğini, son zamanlarda başına gelen bir takım sıkıntılı hallerin, yüksek olan derecesini daha da yükselttiğini dile getirdi. Mevsim bahardı.

Penceresinin önündeki dut ağacı meyvelerini vermişti. Bahçede küçük çocuklar oynuyor ve açık olan pencereden kuşlarınkine karışan cıvıltıları odaya doluyordu. İkide bir, bir çocuk açık olan pencerenin önüne gelip, “Ali İhsan Dede, Ali İhsan Dede, dut yiyebilir miyim?” diyerek sohbetimizi bölüyor, o da her defasında bıkmadan, “Yavrum, bismillah de, ye!” diye cevap veriyordu. Çocukların biri gidiyor, diğeri geliyor, hep aynı soruyu soruyor, aynı cevabı alıyorlardı. Masum ruhları, onun büyüklüğünü hissediyor ve kendisiyle muhatap olmak istiyorlardı. Çocukların sohbetimizi bölen soruları o kadar çoğalmıştı ki, bir ara, “Herhalde şimdi kızıp onları azarlayacak” diye beklerken, o en ciddi konuları bölüyor, onları sabırla dinleyip, “Yavrum, bismillah de, ye!” diyordu. Küçüğe küçük demeyip yarının büyüğü muamelesi yapıyordu. Ali İhsan Tola Ağabey’in huzurunda, yabanilik ve yabancılığa yer yoktu. Orada huzur-u daimi ve üns hali vardı. Bu yüzden onunla ilk tanışan bile kırk yıllık dost gibi kendisini bağrına basmak isterdi. Yüzündeki tebessüm, sevgi ve şefkat dolu bakışlar, ruhları sarıp sarmalıyordu. Bu büyük şahsiyetin hayat ve hatıralarını gelecek nesillere bir ibret levhası olarak armağan etmeyi nasip eden Rabbime sonsuz hamd ediyorum. Ruhu şad, makamı Cennetü’l-Firdevs olsun ve ukbada bizlere vesile-i şefaat olsun. Âmin! Makam-ı Hızır’ın Sırlarına Mazhar Bir Veli Ali İhsan Tola Ağabey’in önemli bir özelliği, yeme içmeyle arasının iyi olmadığıdır. Bir kaç kez kırkar gün, bir defasında yetmiş gün yemeden içmeden yaşadığı bilinir.

Hatta misafirlerine yedirmekte çok ısrarlı olmasına rağmen, kendisi yemez, dostlar alışverişte görsün kabilinden sadece birkaç lokma alır. Tarihte riyazet yapmış çok Allah dostu vardır. Ancak bu derece uzun süre yemeden içmeden yaşayıp da bedeninde, dimağında herhangi bir zafiyet belirtisi olmayana pek rastlanmamıştır. Bu, kendisine mahsus harikulade bir haldir. Sonunda latifeleri açılan ve tesaffi eden Ali İhsan Ağabey, tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân sırlarına mazhar olur. Birinci Mektup’ta, Hz. Hızır ve Hz. İlyas aleyhimesselam, nasıl ki bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler, bizim gibi beşerî ihtiyaçlarla kayıtlı değillerdir, ara sıra yiyip içseler de bizim gibi daimi yemek zorunda değillerdir. Aynen öyle de, Ali İhsan Ağabey’in, ikinci hayat mertebesinde bulunan Makam-ı Hızır’daki velayetin sırlarına mazhar bir veli olduğunda şüphe yoktur. Onun hayat ve hatıralarını okuyup sırlarına vakıf olan dostlar, “Neden hayattayken onu daha çok ziyaret edemedik” diye esef edeceklerdir. Tek tesellimiz, o gizli kalmış kutup-misal kahramanı bir nebze ortaya çıkarmakla bu boşluğu doldurmaya, bu hasreti dindirmeye çalışmış olmamızdır. Tıbb-ı Nebevî’yi İhya Gayesi Ali İhsan Tola Ağabey, orman mühendisi olarak zaten bitki ve ağaçlarla ilgili bir bilgi altyapısına sahiptir. Ancak Üstad’la görüşmesi sırasında, bildiklerinin çok ötesinde, Üstad’ın ona yepyeni ufuklar açması, hatta “Kendi ihtisasım konusunda bilmediğim çok derin sırlardan bahsederek beni hayrette bırakmıştı” demesi anlamlıdır. Evet, Sav’da risaleleri teksir ederken Üstad’ın himmetiyle bitkilerin esrarı kendisine açılır. Lokman Hekim gibi, bitkiler kendi dilleriyle konuşup neye yaradıklarını, hangi dertlere deva olduklarını ona anlatmaya başlarlar.

Üstad, iman hizmetine engel olmasın diye Ali İhsan Ağabey’e açılan bu sırlı ve zevkli kapıyı muvakkaten kapatır. Hayatının son döneminde bu kanaldan insanlara faydalı olması için, o saha Üstad’ın manevî himmetiyle yeniden açılır. Özellikle son yirmi yılda yanına gelenlere imanî hakikatler yanında, bitkisel ilaçlarla da faydalı olmaya çalışır. Bazı ehl-i hizmetin, onun bu tavrını yadırgamaları üzerine, bu işi kendiliğinden yapmadığını, bu konuda Allah Resulü ve Üstad tarafından tavzif edildiğini, asıl gayesinin Tıbb-ı Nebevî’yi ihya olduğunu açıklamak zorunda kalır. Batılıların kimyevî ilaçlarla bir yandan paramızı hortumlarken, diğer yandan sıhhatimizi bozduklarını, bitkisel yolla tedaviye olan ihtiyacın gelecekte daha da anlaşılacağını belirtir. Hayattayken derlenip bir araya getirilmeyen bu konudaki müktesebatı, eğer bir araya getirilecek olsa, insanlığa çok faydalı muhteşem bir hazinenin ortaya çıkacağından şüphe yoktur. Gözyaşıyla Bir Ziyafet Kerem sıfatına sahip olmak, Âl-i Beyt’e mensup kimselerin önemli bir özelliğidir. Onlar, ikram etmekten, yedirip içirmekten zevk alırlar. İkram edemezlerse üzüntü duyarlar. Bu yüzden Ali İhsan Ağabey, evine gelen herkese mutlaka bir şeyler yedirip içirmek ister. Aç olmadığı halde misafirler adına, “Acıktım, bir şeyler getirin” der. Kendisi yemez, misafirler mahcup olmasın diye çoğu zaman yer gibi görünür. Vefatından sonra gittiğimiz Senirkent’te o mütevazı odasını ziyaret etme imkânı bulduk. Kızı Candan ve oğlu Abdullah, sağolsunlar, her yanına uhrevîlik sinmiş odasını bize açtılar. Karyolası, hitabet kürsüsü gibi hâlâ yerinde duruyordu.

Sungur Ağabey’in talimatıyla odasındaki her şey olduğu gibi korunuyordu. Sanki kendisi az önce dışarı çıkmış da abdest alıp gelecekmiş gibi, kalemleri, kitapları, takke ve tespihleri, masası, yatağı dile geliyor, adeta “O buradadır” diyorlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir