Yavuz Bahadiroglu – Biz Osmanli’yiz

MALAZGİRT’TE ALPARSLAN’IN üzerine yürüyen Bizans ordusunda bulunanların ortak adı “düşman”dı; Selçuklu ordusunun içinde yer alan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi etnik unsurların ortak adı ise “kardeş”ti… Kosova’da, Niğbolu’da, Varna’da, Preveze’de olanlar da hiç farklı değildi. “Kardeş’ler, “düşman’la savaşıyor, savaş sonrasında ise ortak zaferin tadını çıkarıyorlardı… Zafer çizgisi günün birinde Çanakkale’ye dayandı. Çanakkale sırtlarında yine Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkez-ler, Abazalar, Arnavutlar; kısacası, bin yıllık tarih yolunu yalnız el ele değil, aynı zamanda yürek yüreğe yürümüş “kardeş”ler vardı… “Düşman” ise bu kez İngiliz-Fransız suretinde gelmişti. Dünyanın en etkili toplarıyla donatılmış dünyanın en güçlü zırhlıları, Çanakkale sutlarına siperlenmiş “kardeşlerin imanını delmek için üzerlerine ateş yağdırırken, Çanakkale’yi savunanların etnik kimliklerini merak etmiyordu. Ayrıca hiç kimse kendi etnik kökeninin derdinde, davasında değildi… Bu savaş, “Çanakkale’yi geçmeye geldik” diyenlerle, “Çanakkale’yi geçirtmeyeceğiz” diyenlerin savaşıydı. “Düşman” Çanakkale’yi geçemeyecek, İngiliz amirallerinden biri, “Çanakkale’de Osmanlı insanının ortak imanına tosladık, onurumuz kırıldı” diyerek “Çanakkale gerçeğini ifade edecekti. Bugün için Çanakkale yalnızca tarihimizin bir parçası değil, bu coğrafyada binlerce yıl birlikte yaşama maharetini sergilemiş insanımızın ortak yaşama azmidir. İnsanımız bu kararlılığım en son Sakarya’da kanıyla imzalamıştır. Tüm bu başarı ve zaferlerin özünde “iman kardeşliği” ile “Osmanlılık bilinci” yatmaktadır. Bu derin idrakin mirasçıları olan bizler, yıllar sonra, kendimizi etnik kökenlerimize göre tasnif edip, şahsî tercihimizle edinmediğimiz bu farkı, ayrımcılığın temeline dönüştürmek gibi bir hataya sürüklendik. Birlik öğelerini ıskalayıp yapay kavga ve kargaşa ortamları oluşturduk. Bir bakıma, Çanakkale ve Sakarya’daki ortak iradeyi aşamayanların oyununa geldik. Bu kasnağın kırılması, bin yıllık birliğimizin odak noktasını tekrar hayata geçirmemizi zaruri kılıyor… Bence insanımız, iç ve dış dünyaya tarihsel gerçeğini ortak üslup içinde artık haykırmalı, “Biz Osmanlıyız” diyerek, varlığını “eskimez yeni”de aramaya çıkmalıdır. Bu sadece bizim toplumsal zaruretimiz değil, aynı zamanda da bireysel mecburiyetimizdir.


BİZ OSMANLIYIZ | 11 3 Çünkü dillere destan yardımseverliğimizde, tarihi dayanışma ruhumuzda, mütevazı duruşumuzda, komşuluk anlayışımızda; kısacası bizi “örnek millet” yapan özelliklerimizde aşınmalar ve kopukluklar var. Onları yeniden kazanabilmek için de “Biz Osmanlıyız” demeye muhtacız. Böylece belki kadim yürek ritmimizi yeniden yakalar, o ritimde birbirimizle bütünleşerek güçleniriz. Bir şey daha: Osmanlıların çekildiği topraklar bugün yalnızca hüzün üretmiyor, aynı zamanda kan ve gözyaşı üretiyor… Filistin’le Afganistan kısmî bir işgalin, Irak ise acımasız bir istilânın kıskacında kıvranırken, Balkanlar ateş çemberinde yaşamaya çalışıyor… Cezire-i Arap, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz hâkimiyetinin kendi çıkarı çerçevesinde oluşturduğu yapay sınırların gerisinde huzursuz… Vaktiyle her anlamda hayata önderlik eden İslâm dünyası, Osmanlı’nın hayattan çekildiği tarihten beri insanlık âlemine hiçbir katkı yapmadan, kendi varlığını dahi devam ettirmekte zorlanarak yalpalıyor. Yani şartlar ve her şey, Osmanlılığı hasrete dönüştürdü… Artık Osmanlı olmak, bir etnisiteye (etnik köken) dayanmak değil, kucaklayıcı ve kuşatıcı bir sevgi ekseni etrafında yürekleri bütünlemektir. İşte o zaman, iç huzuru içinde, “Hoşgeldin şanlı dirilişimiz” diyebileceğiz. Bu eser böyle bir hasretin seslendirilişidir. Yavuz Bahadıroğlu 01.02.2006, İstanbul HEY GİDİ GÜNLER HEY! i • 1 İÇ ÖZLENMEZ Mİ O GÜNLER? Faziletliydik… Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemez-dik. Dürüsttük… Bir zamanlar Londra Ticaret Odası’nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: “Türklerle alışveriş et, yanılmazsın!” İtibarlıydık… Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası’nın toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu. Temizdik… BİZ OSMANLIYIZ 13 Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askerî teşkilatını Avrupa’ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigli, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: “Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler.

Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.” Çevreciydik… Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez. “_ Harama el sürmezdik… Fransız müellif Motray 1700’lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: “Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.” Medeni idik… İngiliz sefiri Sör James Porter ise 1740’ların Türkiye’si için şunları söylüyor: 4 “Gerek İstanbul’da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır.” Dosdoğruyduk… Fransız Generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor: “Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük 14 I BİZ OSMANLIYIZ gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.” Hırsızlık nedir bilmezdik… Fransız müellif Dr. Brayer 1830’ların İstanbul’unu getiriyor önümüze: “Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vak’ası ancak görülür.” Ubicini Dr. Brayer’i şöyle doğruluyor: “Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı hâlde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vak’aları olmadan gün geçmez.” Naziktik… Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini yine 1880’le-rin “biz”ini anlatıyor bize: “İstanbul Türk halkı Avrupa’nın en nazik ve en kibar insanlarıdır.

Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadi-rattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki, ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz.” Cihana örnektik… Türkiye Seyahatnâmesi’yle meşhur Du Loir’m 1650′-lerdeki hükmü şöyle: “Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.” BİZ OSMANLIYIZ | 15 Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi; hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu. Hayata karşı saygılıydık… Bu konuda dilerseniz Elisee Recus’u dinleyelim, bize 1880’lerdeki halimizi anlatsın: “Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır.” Hayırseverdik… Comte de Marsigli’yi tekrar dinleyelim: “Yazın İstanbul’dan Sofya’ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum.” Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: “Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler.” Bu tespiti İslâm ve Türk düşmanı Avukat Guer misal-lendiriyor: “Türk şefkati hayvanlara bile şamildir” dedikten sonra şu örneği zikrediyor: “Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür.” “Kaçık”lığın kaynağını da veriyor adam: 5 “Birçokları da sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar.

Bunu yapan bir Türk’e bir gün yaptığı işin neye 16 1 BİZ OSMANLIYIZ yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: ‘Allah’ın rızasını tahsile yarar.'” Galiba geçmişimizden uzaklaşmak bize çok pahalıya patladı. Yahya Kemal Beyatlı’nın bir tespitiyle noktalayalım: “Eski Türklerin bir dinî hayatları vardı, dinî hayatları olduğu için de çok şeyleri vardı; yeni Türklerin de dinî hayatları olduğunda çok şeyleri olacak.” OSMANLI İNSANI KIBLE YÜREKLİYDİ ALİBA 1968 YILIYDI. Köyde bir ev yapıyorduk. Rahmetli babam “İlle de kıble,” diye tutturmuştu, “evin cephesi mutlaka kıbleye bakmalı…” Hâlbuki arsa, cepheyi o şekilde döndürmemize fazla izin vermiyordu… Bunu rahmetli babama anlattıktan sonra, “Maksat yüreğimiz kıbleye dönük olsun, cephenin kıbleye dönük olup olmaması o kadar da önemli değil” dedim. Sert sert, ters ters yüzüme baktı ve ne cevap verdi biliyor musunuz? “Cephesi kıbleye dönük olmayanın yüreği kıbleye dönmez! Bu yüzden önce evi kıbleye döndürmek lâzım.” Büyüyüp Osmanlı insanını tanımaya merak sarınca, rahmetli babamın tam bir “Osmanlı” gibi düşündüğünü anladım ve ruhundan özür diledim. 18 BİZ OSMANLIYIZ Bilmiyorum ama, Osmanlı insanının çoğunun “kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi. Her Osmanlı evinin cephesi mutlaka kıbleye dönük olurdu. Yabancı konuklar namaz öncesi kıble arama, sorma zahmetine katlanmadan.-evin geniş cephesine döner, “Durdum kıbleye, Alîahü Ekber!” diye tekbir alırlardı. Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi. (Cephemiz karışınca kıblemiz tümden karışmasa bile kafalarımız iyice karıştı; kim-liksizleştik.

) Osmanlı evlerinin giriş kapıları bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak (paylaşma, bölüşme)” ahlâkının bir yansımasıydı. “Yardım” aşkıyla giriş kapısının üstünü geniş bir çatı ile kapatırlardı. Bu çatı gerçekten de tamamen “yardım aşkıyla” yapılırdı. Çünkü bu çatı, ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve güneşten korunmak isteyen yorgun insanlara hizmet verir, altına sığınıp dolu dizgin yağmurdan ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi. Bazen ev sahipleri, kendi saçaklarına sığınanları “Tanrı misafiri” sayar, içeri buyur eder, karnım da doyurduktan sonra yoluna uğurlarlardı. Tek cümle ile, Osmanlı’da hayat “muavenet”, yani yardımlaşma idi. Yaralı göçmen kuşlara evlerinin saçak altında “kuş evi” yapmayı akıl eden yardım ahlâkı, elbette hayatın özü ve özeti olan insana karşı böylesine mehabetli, aşk yüklü, sevda dolu bir yaklaşım sergileyecekti. BİZ OSMANLIYIZ | 19 Osmanlı kültüründe, insan hayatın merkeziydi ve Be-diüzzaman’m deyişiyle, “her şey ona musahhar”dı. Osmanlı kapılarının tokmaklan bile başlı başına bir kültürdü ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesiydi. Osmanlı insanı hayata “helâl” ve “haram” perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları da bu hassasiyeti yansıtırdı. 6 Tokmaklar iç içe iki demir halkadan oluşurdu. Dış halka daha tok ses çıkardığından erkekler için, ondan daha ince ses çıkaran iç halka ise kadınlar içindi. Eve gelen erkek misafir dış halkayı, kadın misafir ise iç halkayı kullanarak ev sahiplerine cinsiyetleri konusunda bilgi verirlerdi. Ev sahibi de tokmakların sesine göre kendisini ayarlar, gelen erkekse ona göre giyinip kapıya çıkardı.

Dış kapı bir avluya açılırdı. Avlular çocuklarla kadınların “özgürlük alam”nı oluştururdu. Çocuklar, avlularda hoplayıp zıplayarak enerji tüketirken; kadınlar güller, çiçekler ve meyve ağaçları arasında dolma doldurur, sarma sarar, sohbet eder, onlar da kendi açılarından hayatın stresinden armırlardı. Önce avluya girilirdi. Bazı avluların bir kenarında pekmez yapılan şırahane, kilim veya bez dokuma atölyeleri yer alırdı. Başka bir köşede ocak, çamaşır taşı, dibek taşı, fırın, çeşme veya kuyu vardı. Avlu yeteri kadar genişse bir kıyısında sebze de yetiştirilirdi. 1835’te İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, Osmanlı evlerinin avluları için, “Keşke Shakspeare, Romeo ve Juli-et’in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı” demişti. 20 | BİZ OSMANLIYIZ Ayrıca evler başkalarının avlularını göremeyecek şekilde konumlandırılırdı. “Osmanlı insanı” dediğimiz zaman hem bir şefkat manzumesini hatırlamalıyız, hem de bir cesaret âbidesini… Onların hepsini olmasa bile, bir çoğunu “yürek adam” olarak tanımlamak mümkündür! “Yürek adam” formasyonundan son derece mahrum bulunduğumuz, ama son derece büyük bir iştiyakla da ulaşmak istediğimiz o hasrete acaba nasıl ulaşabiliriz? Bunun için sihirli bir formül yok; hatta bunun bir formülü de yok. Yönetimin, mahallenin, ailenin, eğitim sisteminin ve toplumun bu konuda bir “ortak niyet” belirlemesi gerekir. “Yürek adam’larm yetişmesinde sokaklar kadar mahallelerin, eğitim sistemi kadar yaşanan evlerin rolü var. Meselâ sayısız “yürek adam”m yetiştiği Osmanlı evleri sözün tam anlamıyla “yaşanacak mekânlar”dı ve evin tamamı kullanılırdı. Gösterişe açılan tek bir kapısı bile yoktu. Her kapı insana açılır, her bölüm insanın kendini huzurlu ve mutlu hissedeceği şekilde tasarlanırdı.

Osmanlı evinin odaları yüksek tavanlıydı. Tavanın yüksek oluşu insan ruhunu hem yüceltir, hem de ruha ferahlık ve sükûnet verirdi. (Alçak tavanlı “daire”lerde ruhumuz bunalıyor, depresyona giriyoruz.) Evlerin pencereleri karşılıklı birbirine açılırdı. Komşular pencereden pencereye “sohbet” eder, birbirlerine karşı muhabbetlerini artırırlardı. Ayrıca evde biten herhangi bir şeyi komşudan istemenin en kestirme yolu yine bu pencerelerdi: “Hû komşu, misafir geldi de bir içimlik kahveniz var mı?” diye başlayan sohbetler genelde koyulaşır, vakti unutturur, ama komşuluğu da ilerletirdi. (Evler üst üste binip “apartman” olduğundan beri balkon kapıları BİZ OSMANLIYIZ 21 halı-kilim silkme kavgasına açılıyor, komşuluk da gitti gidiyor.) Tek veya çift katlı olan Osmanlı evlerinin bir tarafı, genellikle sokak ya da caddeye bakardı. Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler ve ambar yer alırdı. Alt kattan üst kata çıkışlar ahşap merdivenle sağlanırdı. Üst katta “divanhane” (buna baş oda diyebiliriz), haremlik (kadınların bulunduğu bölüm), selâmlık (erkeklerin bulunduğu bölüm) olurdu. Bazı evlerde ise bir “yaz odası” (evin nispeten daha serin olan bölümü) bulunurdu. Merdiven başındaki geniş mekânın adı “sofa” idi. Sofadan odalara geçilirdi. Odalardan birinin sokağa bakan ve hane halkının dışarıyı görebilmesini sağlayan bir çıkması olurdu.

Buna “köşk” denirdi. 7 Üst kat pencereleri “cumba”lı olup dışarıdan içerisi gö-rünmeyecek şekilde kafeslenmişti. Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı. Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hatta aydınlanmak için birer ocak bulundurulurdu. Bir de odalarda yatak ve yorganların konduğu bir “yüklük” vardı. Yüklüğün bir köşesi banyo olarak kullanılırdı. (Asıl yıkanma yerleri, sıhhî olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıydı.) Osmanlı ailesi sofra bezi ya da “sini” denilen büyük bakır tepsi üzerinde yemek yer, yemek yediği mekânda oturur, gece olunca da yatakları serip uyurdu. Sabah yatakları kaldırıp hayatına devam ederdi. Odalar hemen hemen mobilyasızdı. Yani evin her köşesi insana tahsis edilmiş, insanın yaşam alanı eşya ile smırlandırılmamıştı. Bu da o mekânlarda yaşayanları rahatlatan bir faktördü. (Şimdiki evlerde 22 I BİZ OSMANLIYIZ insanın değil, eşyanın saltanatı var.) Mobilya yerine, pencere kenarlarında divan ve sekiler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen hah ve yer minderleri bulunurdu. Mimari anlayış tamamıyla Osmanlı insanının hayat görüşünün bir yansımasıydı.

Evlerini kendi faniliklerini simgelercesine, kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumlarıyla devlet binalarını, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparlardı. (Günümüzde ise depremlerde önce kamu binaları yıkılıyor.) Bu yansımanın bir boyutu “devlet-i ebed müddet” anlayışı, diğer boyutu ise “hayırda ebedileşme” arayışıydı. Dışarıdan bakıldığında, zengin eviyle fakir evini ayırt etmek pek mümkün değildi. Bu da, bugün pek çok çatışma alanı oluşturan sınıflar arası farkın, Osmanlı toplumunda yok denecek kadar az olduğunun ilginç bir göstergesidir. Osmanlı evlerini gayrimüslim evlerinden ayıran bir özellik var: Bir Batılı gezgin, bu özelliği şöyle açıklıyor: “Türklerle Rumların karışık yaşadığı köylerde, bacasında leyleklerin yuva yaptığını gördüğünüz her ev bilin ki Türk evidir. Çünkü onlar leylekleri rahatsız etmenin günah olduğuna inandıkları için ateş yakmazlar.” Kısaca söylemek gerekirse, Osmanlı evleri içe dönük, ama dışa kapalıydı. Bu yapılanma hem İslâmî aile yapısının hassasiyetiyle, hem de aileyi ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir. Bu evlerde ve ortamlarda yetişen isimleri hatırlarsak, mekânın ve ortamın, çocuk yetiştirmede ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. İnsan “tesadüfen” yetişmez!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir