İnan Çetin – Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise

“Anlatacaklarımın hoş şeyler olduğunu söyleyemem, ancak uzun süreden beri suskunum, bu da pek hoş sayılmaz.” Odada uzun bir sessizlik oldu. Bunca yıldır belleğine ağırlık veren her neyse yavaş yavaş gözlerine çöküyor, yaşlı insanlarda pek rastlanmayan bir hız, bir esneklikte yüzünü sık sık ışığa dönüyordu. Beni ona en fazla yakınlaştıran şey neydi, şimdi tam olarak söyleyemem ama saygı gösterilmesi gereken ender insanlardandı. Geniş çevrelerce tanınmıyordum henüz, dergilerde birkaç yazım ve bir kitabım yayımlanmıştı ama anılarını yazdırmak için beni seçmişti. Çok yaşlıydı: Lekelerle kaplı elleri, kadim bir beklentinin, neredeyse ilahi bir adaletin sembolüymüş gibi parlayan yargım gözleri, kalın beyaz kaşları, boğuk sesiyle mitolojik tanrıları andırıyordu. Beni onunla Leyla tanıştırdı. O zamanlar, her ne kadar yazıp çizen biri olsam da her şeyin, insanın da, eşyanın da yalnızca dış kabuğunu görüyordum ki, ancak bir aptal böyle bakar dünyaya. Ama 7 değişiyordum. Hayatım boyunca arzuladığım, nihayet bir parçası olduğum şeylerden uzaklaştıkça zihnim açılıyordu. Fuat, yaşı iddia ettiğim gibi epey ilerlemiş olsa da pörsümüş bir ihtiyar olmaktan uzaktı. Hala dinç, ince bir görüntüsü vardı. Karşısmdakine şunu düşündürüyordu: “Şu yaşlı ama canlı kara gözlere bakın, o gözlerin ne gördüğünü merak ediyor insan.” Gerçekten de o iki kara göz, hayatta çok şey görmüş, yaşamıştı. Onun hayatının izlediği çizgiyi çözmek için ruhani bir rehberliğe ihtiyaç duyabiliriz, çünkü -her birimizin yaşamı kaçınılmaz olarak sıkıntılarla, sınamalarta dolu olsa da- hayatı adeta kurgulanmış, içinde türlü tuzaklar, dolambaçlar barındırıyor.


Bu yüzden, onu dinlerken dehlizlerden gelen sesiere kulak verircesine ısrarla aynı sözü söylüyordum: ‘Anlattıklarınız gerçekten inanılmaz!” “Niye ama, bana inanmıyor musun?” diyor, Leyla’ya dönüyordu: “Senin şüphen var mı?” Pek mütevazı koşullarda yaşadığı için alçakgönüllüydü, espriliydi. Hayatının en güzel yıllarını, dünyanın en güzel yeri olduğuna inandığı İstanbul’da geçirmiş, şimdi de “olağanüstü” dedW ülkesinin geçmişinin muhasebesini kendi hayatı üstünden yapıyordu. Birbirini sessizce tekrarlayarak, bir gerçekleşip yine gerçekdışı olup değişerek süren sözleriyle birlikte, her bir gözeneğinden, her bir gözbebeğinden ofke ve keder S!Zlyordu. 8 İKİNCİ BÖLÜM Söz Ya Da Düstur Leyla yaşadığı adaya geri dönmüştü. Adadan gelip İstanbul’un üzerinde uçan bir deniz kuşu misali inmeden bütün günlerini öyle havada geçirmiş, gelmesiyle dönmesi bir olmuştu. Hafif bir esinti vardı o gün. Köprünün ötesinde, Fuat’a ait dünyada neler olduğunu merak ediyordum. İnsan bazen bugüne değil, geçmişe bağrını açıp yaşam dediğimiz bir yığın kuru sözün geçip gitmed(�ini, bir canlı varlık gibi etrcifta dolandığını anlıyor. Bizi geleceğin yaratıklarından birine döndürüp ruhsuz ama aşırı akıllı yapacak bu dünyada, Fuat’ın hikayesi antatılmaya değer son hikaye mi? Değil kuşkusuz. Ama gerçekte belleğin en korunaklı noktasına yerleşmiş bütün kayıp sesler gibi, Fuat’ın hikayesi de yeniden hayat bulmak istiyor. Akşam saatlerinde -zamanın çürüyen yanını temsil eden tatlı bir sessizlik vardı- Balat’a doğru yola çıktım. Fuat’la randevulaştığımız saati geçirmiştim, çünkü görmeye, duymaya, koklamaya çok daha elverişlidir akşam alacakaranlığı. Bunlar olağanüstüydü; bir süre kımılda, bir kalp gibi büyü, sonra kozana dön diyordu bana. Randevu saatinden epey sonra buluştuğumuzda Fuat -akşam saatlerini pencereden izlemekten hoşlanıp orada sanki kendinden geçerek şekil değiştiriyordu- bir süre yine pencerenin önünde ses9 sizce durdu. Boynunun sarkık derisi, çökmüş yüz etleri, sarkık ağız uçlarıyla boşlukta asılı duran yüzüne karşın dimdik, ince ve çevik bedeniyle tıpkı bir katışmaç kaya gibiydi.

Onunla tanıştığımız gün hayal gücümün kulak kesilip göz olduğunu, onu dinlediğini, gördüğünü hissetmiştim. Bunları ona söylediğimde büyülü bir cümlenin etkisini sınamak istercesine boşluğa baktı. “Sağ ol,” dedi. “Başlayalım mı?” Böylece zamanın konuşmaya elverişsiz hale getirdiği o boğuk ve yorgun sesiyle anlattı. Yüzeyde gördüğünle derinde gizli olan aslında aynı şeydir, dedi. İşte eriştiğim bütün bilgelik. Nitekim ben beni bildim. Ama çok geç bildim. Şimdiki aklım olsaydı, beni dünyanın başka bir yüzünü görmeye çağıran zekayı sever, her şeye akıl yetiştirmeye çalışmaz, zamanın durmayacağını daha çok hatırlar, mutlu bir hayat yaşardım. Şimdi dönüp geriye baktığımda orada bıraktığım hayatım çok az şey ifade ediyor. Sanki zaman kusurluymuş da güzel bir hayat yaşamama engel olmuş. İşin tuhafı, düşlerle, hayallerle değil, düşünüp taşınıp kendime bir hayat yolu çizdiğim yıllarda ne istediğimi bilmememdir. Oysa yetenekli, geleceği okumasını bilen bir babanın evladıydım; babam iyi bir eğitim alınarnı sağlamıştı. Konservatuvarda hocaydım. Müziğe aşıktım, ondaki gönül sesini, ruhsal sesi, ilahi kutsal sesi biraz olsun anlamak, etkisini kavramak, her şeyi nasıl beslediğini görmek, o görünmez titreşen havasını sağurmak için tüm hayatımı verdim.

Ama bütün bunları sevip yaparken ruhumun bir yanı hep huzursuzdu: Lina kendini benden sakladığından beri böyleydim. Komşumuz İlya, Erzurum Aşkale’ye toplama kampına gönderilmişti. Kızı Lina da kendini benden saklamaya o günden sonra başladı. Annem bu sıkıntılı günlerinde Lina ile 10 annesine yardım ediyordu. İnsan yoksulluğun ne olduğunu bilse de yaşarnaclıkça mutlak bir kesinlikle anlayamazmış. Annem bir yiyeceği çiğnemekle yutmak arasında geçen süreyi uzatarak açlığı bastırmanın ne demek olduğunu biliyordu, gençliğinde dünya kendisine daha bir karanlık, katlanılmaz göründüğünde yaşamıştı açlığı. Fakat Una annem kadar güçlü değildi, babası İlya Aşkale’de soğuktan zatürreeye yakalanıp Hakk’a yürüdükten (öldükten) sonra, üzüntüden felç olmuştu. Vücudumuz, ruh ve hayat denen bu belirsiz şeylerden daha az gizemli değildir. Ben de böyle bir kederin ardından, gelecekte yolumu beklediğinden korktuğum tehlikeleri -delilik ya da buna benzer ruh hastalıklarını- engellemek amacıyla kendimi ıssız köşelere, sokaklara değil, işime verdim. Çünkü Una’yla sevgimiz gücünü toplayıp kuvvetlenirken, bu talihsiz olay her şeyi altüst etmişti. Hayatın bu korkunç ağır karmaşasında yolunu yitirmiş bir müzisyenin başka yapacak neyi olabilir ki. Una ile evlenmekten vazgeçmiştim. Hayatımızı, belki de, ömür boyu yatağa mahkum olacak bir kadına adamak zor iştir. Fakat Una’ya duyduğum sevgide bir eksilme olmamıştı, deyim yerindeyse, bir rüyaydı bu sevgi, zihnimde sürüyordu. İşte o sıralarda annem hastalandı, ölüm döşeğindeydi.

Ölüm kanlı yarayı emen bir sinek gibi annemi tüketiyor ama o, tüm dünya kendisine karşı saldırganlık içindeymişçesine töreleri ağır bu toplumdan intikam alıyordu, çok öfkeliydi, bedeni sanki zayıflamıyor da sivrileşiyordu. Babamın ölümünden sonra annem, ortak bir yazgının işaretleriyle besleniyormuşuz da hafızamız aynı şeyleri saklıyormuşçasına beni hep geçmişteki hikayelerle sınıyordu. Ben annerne bağlı bir evlattım, eziyet çekmekten duyduğu garip bir hazla yatağında söylene söylene Hakk’a yürüyene kadar başucundan ayrılmamıştım onun. Annem, ölmeden birkaç ll gün önce yanı başında otururken yaklaşınarnı söyledi. O solgun yüzünün üstüne eğilirken ruhunun çürüyen bedeninden çıkmak istediğini düşündüm, tabii çok üzüldüm, ağlamaklı oldum. “Lina’yı seviyor musun Fuat?” dedi. “Seviyorum anne,” dedim. “Ama bunu konuşmanın faydası yok.” Yanaklarından kayıp giden bir damla gözyaşına aldırmadan -sanki gözyaşı olup akınıştı kederi- dedi ki: “Lina’yı hala seviyorsan onu terk etme oğlum. Onunla evleneceğine bana söz ver.” Bu, ölüm düşüncesini tam anlamıyla özel yapan şeydi. Ardında iz bırakmanın, hayatı ve ölümü birleştirmenin bir yoluydu. “Kaşlarını çatma yavrum,” diye devam etti annem, sesinden çok hırıltısı duyuluyordu. “Sevgi bildiğimiz en çıplak duygudur, gizlisiz saklısızdır, kendi içinde bir çözümdür.” Annemin bu sözleri ağıatacaktı beni.

Ondan hiç böylesi kelimelerden kurulmuş cümleler duymamıştım ve bu konudaki kuşkum bugün de dağılmış değil, bana hep bir acayiplik var gibi geliyor. Fakat şuna kesinlikle eminim ki, ölüm döşeğindeyken insanların hayat hakkındaki görüşleri daha berrak ve parlak oluyor. Annemin cesedinin üstüne toprak atılırken her türlü edebe karşı gelen sonsuzca yaşamak diretişi de toprağa karışıyordu, yaşamın bir dizi garip olayıyla birlikte. Annemin benliğinde açılan bilinmez, tanırolanamaz gediğin ötesinde ne vardı bilmiyorum ama yakaran sesi sanki mistik bir derinlikte ilahi bir kuşağı temsil ediyordu. Annemin vasiyetini bu yüzden önemsedim, evlatlık görevimi yerine getirmek veyahut ona verdiğim sözü önemsediğimden değil, sözünü ettiğim ilahi, insani kuşağı bilip tanıyayım diye.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir