İnan Çetin – Kureyş’in Kurtları

Dedem i flah olmaz bir hayalci, iyi bir masal anlatıcısıydı, ama tümüyle gerçekdışı bir hikaye anlatacak son kişiydi. Onun yarı gerçek yarı hayali bir varlık olduğunu düşündüğüm yılların üstünden neredeyse yarım yüzyıl geçmiş. Belki bu yüzden, şimdi ben de onun gibi akıl almaz hikayeleri seviyorum; güzel taş evleri, birbirinden güzel hayvanları, her yıl değişen meyve ağaçlarını, iyi insanları da. Ve anılarıyla baş başa kalmış boş bir evi görünce çok üzülüyorum, bir düşman gelip de evi yemiş gibi. Babası, annesi, kız kardeşi ve kimi dostları dünyadan göçmüştü dedemin; ebediyen ayrılacağını düşünmediği kişilerle tek tek vedalaşıyor, kimsesizleşiyordu. Onu hep pencere kenarına oturmuş karanlığın sokağa inişini seyrederken bulurdum. Gelen geçen olmazdı pek. İkimiz oturur, sessizce karanlığı izlerdik. Hava açıksa ve bulut da yoksa gökyüzünün mavi tacında yıldızlar yüzerdi. Aşağıdaysa her yer karanlık, belirsiz … Uzakta loş dağlar, yakında belli belirsiz taş evler ve birer leke gibi geceye düşmüş ağaçlar. Biraz aşağıdan ise nehrin uğultusu gelir, kulaklarımızda zaman gibi çınlardı. Temmuz, yayla ayıydı. Yayladaki evimiz bir düzlüğün başında, iki derenin arasında, ormanlarla kaplı büyük dağın yakınındaydı. Akşamları dağların yakınlaştığı , çardağa kadar indiği sezilirdi, insan sesleri suların sesine karışırdı: Her zaman güzel renkler, duyumlar içeren bir dünya. Ama bu dünyaya uzun süredir ayak basmıyordu dedem.


Çok yaşlıydı, kasabanın birkaç yüz metre dışındaki küçük bir konağı andıran taş evinden pek az dışarı çıkıyordu. Takdire şayan, cesur, saygın kişiliğiyle ailemizin gurur duyduğu bir insandı dedem, kasabayı yücelten pek çok işte onun imzası vardı. Bu uzun boylu adamın sevgisi de dillere destandı, kelimelere yer vermez bir sevgi. Elbette gerçekte karşılıksız sevdiği tek kişi 9 ninemdi, tek şey ise insanüstü ama ancak bir insan aracılığıyla etkinleşen gizemli güçlerdi ki annem, dedemin hayvanlar üstünde olduğu kadar gelecek üstünde de büyük bir etkisi olduğuna inanır, kimi zaman durup gökyüzüne baktığında, “Dedeniz yıldızlarda ne görüyor olabilir?” derdi. Gerçekten de dedem bazı geceler gözlerini dikip gökyüzünü incelerdi. Başlangıçta onun can sıkıntısından kayan yıldızları saydığını düşünmüştüm, ama sonra tıpkı yolların kesişmesini, kavşağın dörtlüğüyle çatallaşmasını çağrıştıran bir duruma bakar gibi yıldızlara baktığını, gidilecek yolu tahmin etmeye çalıştığını anlayacaktım. Aslında, birtakım insanların neden öbürlerinden farklı olduklarını o yıllarda öğrendim, gün geçtikçe tuhaflaşan dedem sayesinde. Öyle ki, sadece söyledikleri değil, hareketleri, davranışları, bakışları, konuşurken kelimeler arasında durakladığında büründüğü gizem, her şeyi tuhaflaşıyordu dedemin. O yaz yine yayladaydık ama dedemsiz yaylanın tadı tuzu kaçmıştı. Annem ilk gün, y ılanların bize dokunmaması ve evimizden uzak durması için şu duayı okumuştu: Yılan yılan nurlu yılan / Küme ağaçlar aşkına/ Küme bulutlar aşkına/ Biz evimizi yüklenip getirdik/ Sen evini yüklen git. Bunu, yaylanın başındaki dağın öte düzlüklerinde yaşayanlardan öğrenmişti. Ağuiçenler diyorlardı onlara. Dedeme “Her Şeyin E fendisi” lakabını da bu Ağuiçenlerin yaşlılarından biri takmıştı. Annem çoğu zaman iğnelemek için “Her Şeyi Bilen Adam” derdi dedeme. Yalnız iğnelemek için değil, övmek için de.

Bunu söylerken, dedemin her daim geleceği gördüğünü, gökyüzünde yazılı çizgilerin doğruluğunu bazen avuçlarda, bazen de hiç anlamadığımız şekillerde okuduğunu kastederdi ki, dedemi iğnelemesi de , onu övmesi de bu sebeptendi. Derken bir gün, hep merak ettiğim Ağuiçenlerden o yaşlı adam yayladaki evimize misafir geldi, dedemin de orada bulunmasını istiyordu. Dedemi kasabadan alıp at sırtında yaylaya getirmek görevi bana verilmişti. Gidip getirecektim ama dedemi at üstünde düşününce, tuhaf bir durum, Her Şeyin Efendisi’nin birden değişeceğini, at üstünde göğe çıkacağını kuruyordum ki, atın ön ayakları şaha kalkıp yerden kesiliyor, sonra at da dedem de yakut rengine girip gökte kayboluyorlardı. 10 Bunları yolda anlattığımda dedem kulaklarını dikti: “Yakut mu dedin torunum?” “Evet dede, ikiniz de yakut rengine girip gökte kayboluyordunuz.” “Yakut demek hal . ” Dedemin böyle anlarda dalgınlaştığını, sesinin düştüğünü, duygusallaştığını hissettiğimde üzülüyordum. Onu zayıf görmekten korkuyordum. Tedirgin leşiyordum. Oysa asıl tedirgin olan dedemdi. Çağlar boyu sürüp giden bir arayış hikayesini anlatırcasına birden susmuştu, getirememişti sonunu. Hayatında bir kere olsun hiçbir işi yarıda bırakmamış bir adamdı ama o an bir ses duymuş da suskunlaşmıştı, düğümlenmişti boğazı. Sonra gerçekten bir ses, gürültü duymuş olacak, başını çevirip sağa sola, sonra göğe baktı. Göğsü kasılı atının yularını çekti: “Deh.” “Ağuiçen niye benim orada bulunmamı istiyormuş torunum?” dedi.

Dönemecin ardında binlerce kıvrımla dökülen, fokurdayıp çağıldayan Ağlayan Şelale vardı, onun önünden geçiyorduk. “Bilmiyorum dede” dedim. Onun uzun suskunluklarının zevki bana da bulaşmıştı herhalde. Yayla evine gelene kadar bir daha konuşmadık. Eve geldiğimizde, ağır ağır attan inişine yardım ettim, bastonunu aldı, yavaşça kapıya yöneldi. Tıpkı bastonu gibi dimdik yürüyordu. Kendine güvenle dolup taşan bu dik yürüyüşüne rağmen, çevresinde bulunan arı kovanlarına, merteklere asılmış balkabaklarına, gölgedeki tuluğa, şarıl şarıl akan çeşmeye, güneşte kurutulmaya bırakılmış yaban armuduna ve ağaçta ötüp duran serçeye, kısacası her şeye öyle bir bakıyordu ki, onları son kez görüyormuş gibi. Öte yandan buraya her gelişinde yaptığı gibi, adeta unuttuğu bir dilden aklında kalan son sözcükler dökülüyordu dudaklarından. Dalıp gitmiştim ona bakarken. Kulaklarım ise keskin. Biraz düşünceli, fısıldayan bir sesle, “İnsanın en iyi tanıdığı şey, zihninin tohumundan yeşerendir torunum” dediğini duyuyordum. Gerçi kimi zaman ayaklarının altında toprak, başının üstünde gök yokmuş gibi konuşabiliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir