İnan Çetin – İçimizdeki Şato

Bu öykü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından H. T.’ye adanmıştır. Meraklı okurlar, üniversiteden bu değerli hocanın kim olduğunu öğrenebilirler. Yanılmıyorsam, önemli bir günün arifesindeydik. H. T. erken çıkacağını, biraz dolaşıp sonra da birlikte akşam yemeği yiyebileceğimizi söyledi. Üniversiteden çıkıp deniz kıyısına indiğimizde H., “Önceki gün, Esme bana geldi” dedi. “Üstünde, dudaklarının renginde bir elbise. Gözleri ateşten. Pervane kolları saçlarıyla birlikte savrulunca, inan bana … ” Güldü. Sonra elindeki İçimizdeki Şato kitabının hikayesini özetledi. Belki nedensizdi anlattıkları, ama hikayeyle gerçeklik arasında, gerçeklikle hikaye arasında kesintisiz bir diyalektik süreç süregider.


Biri diğerinin varlığına delalet eder ki biri yoksa diğeri de anlamsızlaşır. H. T. yol yordam bilir. Her çeşit insanla düşüp kalkmış, devlet başkanlarına kadeh kaldırmış, komünistlerle bir ekmeği sekize bölüşürken bedeninin ahşap bir merdiven gibi gıcırdadığını duymuş (duyumsamış), gemiler iskeleye yanaşırken hayaller kurmuş ince hastalığın pençesinde, Heybeli’de. Ama H. T.’yi dinlerken, onun karşısında büyülenmiş olarak kala7 kalmamın nedeni bunlar değil de, anlaşılması çok daha güç bir şeydi. Sözleri alıp beni başka yerlere götürüyordu. Esme’ye gelince, yirmi beş otuz yaşlarında. Kedi gibi, cana yakın, komik, kıvrak, atak. Hem çok genç, hem çok yaşlı. Evlenip boşanmış, çocuğu yok. Babası ve annesi iki ay arayla art arda ölünce, onların hayatını yazmaya adamış kendini. H.

’yle bir balık lokantasına oturduğumuzda yaz gecelerinin sarhoş edici İstanbul’u şaşırtıcı pozlara bürünmüştü: Suyun altında ters dönmüş ışıklar, arabalar, tarihi binalar, kuleler, reklam panoları, daha da altta gecenin gizlenmiş karanlığı. “İnsanlar ve nesneler için oynamaktan daha güzel şey yok” dedi H., yansımaları kastederek. “Şöyle kendini bırakmak, bir çırpıda altüst olmak ya da silkinip kabuğundan çıkmak. Keyif verici ve rahatlatıcı. Esme’yle görüşüyor musunuz?” “Hayır.” “Bana hep senden söz ediyor.” “Ne diye?” Başını dimdik kaldırmış gülüyordu. “Onu ne zamandan beri tanıdığını bilmiyorum. Çok oldu mu?” “Oldu:’ H., söz oyunlarından hoşlanırdı. Esme’yi anlatırken ne kadar ciddi olduğunu kestiremediğim için yersiz bir alınganlık göstermiştim. “Şaka etmiyorum” dedi. İrkiltici sözcükler biter bitmez gülümsemeli insan; ancak ben iç çektim. Büyüklüklerinden korktum sözlerin.

*** Esme kimdi? Sıradan, sessiz, kendi halinde bir siyaset uzmanı. Kulağa pek inandırıcı gelmeyebilir bu tanım, ama öyle. Bir tür münzevi gibi yaşıyordu son zamanlarda, kırk yılda bir 8 sinemaya ya da herhangi bir konsere gidiyor ama zamanının büyük bir bölümünde yalnız. İçten içe azımsanmayacak bir acı çekiyor olabilir mi? Öğreneceğiz. Esme’nin evine gitmeye karar verdiğim bir kış akşamında bunu öğrenebilmek için kendimce çeşitli yöntemler kurmuştum. Işıltılı sözlerle ruhuna çomak sokmak gibi. Biraz çaba harcarsam duygularını harekete geçirebileceğimi ve genizden gelen o nostaljik tınıyı yakaladığımdaysa her şeyi kolayca çözebileceğimi umuyordum. Neden mi? Onu da anlatayım: Yine bir kış günü. Değişken, biri ötekini yalanlayan saatler art arda akıp gidiyordu. Bir sıcak, bir soğuk. Saatler değil de mevsimler değişiyordu adeta. Hani neredeyse olağandışı; ama bu durumu belki siz açıklamak istersiniz, ben asıl konuya döneyim. Bellekler kentidir İstanbul. Her adımda tarihin ağırlığını duymanız için aklınızı yoklamanız yeter. Pek çoğunuza bir şey kazandırmaz tarih (belki), ama zamanın çabuk geçmesini sağlar.

Yürürken hafiflersiniz, bir mahalleden bir mahalleye değil, bir çağdan bir çağa geçmek gibi. Sesler dostçadır üstelik, eski gaddarlıklarını yitirmiş zavallı birer elveda. Esme bunun neresinde şimdi? Tarih gibi iffetli elbisesini mi örtünmüş; doğallığını gizleyerek erkeğinin iştahını kabartan o zarif beden. Tarihle Esme’yi karşılaştırmam boşa değil. Eski ahşap binaların arasında yürüdüğümden olsa gerek. Onların yok oluşlarını göremeyeceğim anı doldurmak ve Esme’nin öyküsünü canlı tutmak. Ansızın sokaklar tarihin tortusuyla kaplanmıştı. Dev binaların, trafiğin ve değişken saatlerin hayhuyundan kurtulmanın yolunu bulmuştum; yolun sonuna geldiğimde artık kaçış yoktu. Esme, hayalin karşıtlığından söz ederken asla ‘gerçek’ sözcüğünü ağzına almazdı: İşte bu yüzden kapandığı eve gelip de orada olduğuma inanasım gelmiyordu. 9 Esme beni içtenlikle karşıladı. Beni beklemediğini ama geldiğime çok sevindiğini söylerken sesi çatallaşmıştı. Sonra kıkırdamıştı. Gözlerim yüksek tavanlı, küf kokulu, büyük evin duvarlarında geziniyordu. Gerçekdışılığı hala hissediyordum ve böylece vicdanım rahat bir soluk alıyordu; fakat zihnimin bir yerinde bir pencere açılmıştı. Böyle duyguların yaşanabileceğine inanabilecek misiniz? Şunu söylemeliyim ki, bunlar benim yaşadıklarım, sizin değil.

Bu sözlerim sizi kızdırabilir, öfkeden kitabı kapayıp okumaktan vazgeçebilirsiniz, ama sizi yeniden okumaya yöneltmek için içimde dehşet bir arzu duyuyorum, bir zorunlulukmuş gibi yükselen bir arzu. Şimdi, gözünüzün önüne yirmi beş yaşında, zayıf, sıradan giysiler içinde bir adam getirin. Bu adam, anlattığım günden aşağı yukarı bir yıl önce tuhaf bir düşünceye kapılmış. Neden olmasın. Pekala siz de kapılabilirsiniz böyle düşüncelere. Kimdir bu adam? Ne ister? Bunun bir işaret, zeki okurlar için bir işaret olduğunu seziyorum. Sözü uzatmamın nedeni, bu adamın ben olduğunu kolayca söyleyememem. Çünkü o kadar değiştim ki yaşadıklarımı nasıl, hangi ben’le anlatacağımı bilemiyorum. Yüzü kasılmış bir el gibiydi, Zeki’nin. Esme’nin babası. Gecenin dinginliğinde sevdiği bir şarkıyı dinlemek, geçmişe aralanmış kapıdan kendi gençliğini anımsamak ve kızını yanı başına oturtup başını okşamak kasılmış yüzüne hava aldırıyordu. Bizde böylesi duygular oluşmamıştı henüz. Uzun zamandır yaşlı adamın zihninde dönüp duran bir şeylerin olduğunu seziyorduysak da birbirini izleyen anıları kapsayan belleği ona yeter, diye düşünüyorduk. Ama o, ne kadar yinelerse yinelesin, anlattıklarıyla hep şaşırtırdı bizi. İşte, bu yaşlı adam benim tuhaf bir düşünceye kapılmam için elinden geleni yapmıştı.

Esme sevgiyle bakıyordu 10 bana -ki tamamlayıcı bir hayal değil bu- ikimizin arasında bir sır olduğunu söylediğinde. Kendini bana beğendirmek için gerçekten de ilk kez olduğu gibiydi Esme. Kişiliğinde göze çarpan ama açığa çıkarmamaya çalıştığı o sallapatilik, umursamazlık ve tıpkı annesininkine benzeyen gözlerindeki o uyarıcı güç, sözcüğün gerçek anlamıyla içimdeki ateşi körüklüyordu. Ancak Zeki Bey -bu konuda üstüne yoktu- sağ ayağının serçeparmağını oynatmaya çalışırken gözlerimizin içine bakıyordu: Aylarca yataktan çıkmayıp -çıkamayıp- da mutlu olan birini gördünüz mü? Oysa, yüzü sevinç ve nostaljiyle nakışlanmıştı Zeki Bey’in. Hiç değilse öyle görünüyordu, serçeparmak kımıldarken. “İnsan aynı şeyi ikinci kez yaşayamaz.” Neden bilmiyorum, o günlerde bir şeyi hayal edemeyecek kadar yorgun ve isteksizdim; gerçi benim gibiler -büyük olasılıkla- çoğun böyle hissederler: Duyguların en kötüsü. Sonunda her yerime sıçradı bu hastalık. Hissediyordum geleceğini. Kekelemeye başladığım andan itibaren hazırlamalıydım kendimi. Dünyanın sonu değildi ya! Ne var ki söylediğim kadar kolay olmuyor, dilsizliğin o hüzünlü yokuşundan bırakmak kendini. Evet, tanısız bir hastalığa yakalanmıştım. Doktorların söylediğine göre geçici bir şey; kendiliğinden iyileşen bir hastalık olur mu? Eve geldiğimizde annem durmadan ağladı; yer yer kırlaşmış güzelim saçları parmaklarının arasında acı çekerken: “Oğlum, ne olur bir kelime söyle! Konuş ne olur, benim bahtsız yavrum!” Dizlerinin üstüne çöküşü ne de hoştu: Yakarışlarının başkaldırısı. Sonra, yavaş yavaş o da benim gibi suskunluğa büründü. Değiştiremeyeceği şeyler olduğunu biliyordu kuşkusuz ama bir bilgiyi yenilemek insanı geçmişten korur.

Böyle düşündüyse başka ne yapabilirdi ki? 1 1 Birkaç gündür konuşamamanın güzelliklerini keşfetmeye çalışıyordum. Olur ya, bir bakmışsınız içim gürültüyle doluyken böyle sessiz kalmamın başka nedenleri vardır; daha derinlerde – Ritsos’un dediği gibi, insan gövdesinden daha anlaşılmaz, daha şaşırtıcı bir şey olabilir mi dünyada? Dilsizdim artık. Bunu birkaç kez söyleyeceğim, bana zevk veriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse olumsuz bir şeyi sevmek insanı sakinleştiriyor. Sözgelimi, çirkinseniz aynayı sevmek gibi. Günlerce aynanın karşısında kendimi izleyip iyice kabuğuma çekilmişken, annem beni rahatsız etmemek için sessizce süzülüyordu odama. Biraz çıkıp insan içine karışmayı ben de istiyordum, fakat bu fikir şaka gibiydi. Memnundum kendimden hem, konuşmaya karşı bir parça dudak büküyordum artık; insanlara borçlu olduğum şu iletişim duygusundan arınmanın yolunu da bulmuştum kendimce. Böylece günler geçti. Bir kez olsun yüzünü görmemiştim Esme’nin. Gelmeyeceğini biliyordum ama yine de bana içtenlikle, korkusuz ve yapmacıksız baktığı günü unutamıyordum. Aşk değildi bu, hayır. Ancak her şeyin bir sınırı var, dayanabileceğimi sandığım bu yalnızlık ve dilsizlik bir şeyleri silip yok etmeden hareket edemiyordu. Sık sık tahmin etmeye çalıştığım kimi eşyanın, nesnelerin değişim anları beni bir zamandan ötekine taşıyorduysa da, gözlerimi aklımdan aldığım anda hiçbirini yaşamamış duygusuna kapılmak fenaydı. İstiyordum ki artık bir yanımla hala var olduğum kuşkusunu taşırken, bir yanımla kentin karmaşası içinde sessizce süzülüp binlerce bakışın altında kendime bir yer edineyim; bu nedenle her sabah gazete bayiine uğrayıp, tomurcuklanıp filizlenen genç kızların, erkeklerin kontrol edilemez gereksinimlerini ilk sayfalarına taşıyan gazeteleri satın alıyordum.

Yaşamla aramda bir bağın kalması gerekti. Bu saçma söz nereden geldi aklıma? Belki kendime bir iş ararken gazetedeki 12 tanımadığım onlarca, yüzlerce insanla kurduğum ilişkiden. Öyle ki iş ilanlarını hiçbir satırını atlamadan okuyordum. Bir iş bulursam hayata daha rahat tutunabilirdim. Ben gazeteleri okurken, annem gelirdi odama, onun da gözlerinde okurdum bu düşünceyi; bir iş bulsam da insan içine çıksam! Bu düşünceden başka bir şey kalmamıştı zihnimde. Ve bir gün gazetede bir ilana ilişti gözüm. Tam bana göre bir iş. “Biçilmiş kaftan” misali, ilan değil de bir davetti sanki. Evden çıkmadan anneme bir not yazıp masaya bıraktım. Dilsizliğimden bu yana ilk kez konuşuyordum onunla, harflerin kaş göz oynatarak konuştuklarını görebilmesi için uzun uzun uğraşmıştım; dile varmış o sessizlikle bir süre oyalanırdı belki. İyi şeyler yapınca uzun aralar bir çırpıda kapanıyor. Kuşkusuz, yanılabilirim ama bu beni korkutmuyor, tersine özgürce yayıyorum ayaklarımın dibine; hayata dönme arzusunun kılıf değiştirmesi. İki sözcük yer değiştirircesine: Konuşamamanın yerini yürümek alıyor. Bu değişimi öyle iyi anımsıyorum ki, yaşlı adam, “Böyle erken bir saatte geldiğinize şaşırdım, ama sevindim de” dediğinde, içimde düzenlenmiş, yerli yerine oturtulmuş her şey, sesinin rüzgarına dayanamayıp bozuldu. İş değişmişti.

Dil… Hayal kırıklığı, diye düşündüm. İyi ki adam çabuk anladı. “İçeri buyurun, lütfen!” dedi. Arkamızdan kapı kapandı, büyük gürültüyle. Koridor uzun, yürü yürü bitmiyor. Buraya gelmekle iyi mi kötü mü yaptığımı bilmezken, koridor boş, duvarlar çıplak. Ayak seslerimiz yankılanıyor, duvara fırlatılan bir top gibi yükseliyor sesler, sonra iniyor, tekrar yükseliyor. ‘Nereye gidiyoruz?’ Tünele benzeyen koridorun bitiminde bir merdiven beliriyor önümüzde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir