İpek S. Burnett – Romancı

“istemez!” Olduğu yerde kalakaldı genç kız, daha içeri bile giremeden. Oysa usulca vurmuştu kapıyı, tık tık, tokmağı dikkatlice çevirmiş, kapıyı yavaşça itmişti, hiç gıcırtısız. Küçücük bir adım atmıştı içeri. Elinde orta boy metal bir tepsi, tepsinin üzerinde üstü kapaklarla örtülü plastik tabaklar, kaseler, kaşık, çatal, bıçak, bi rkaç kağıt peçete ve iki dilim tuzsuz ekmek. “İstemez!” dedi yaşlı kadın. “Ama … ” dedi genç kız, geti remedi gerisini. İhtiyar bir kadın, çıplak duvarlı odanın köşesinde, o odaya uymayan yüksek arkalıklı, geniş, kadife bi r koltuğa oturmuş. Kadının bedeni sanki pamuklu kumaş gibi çekmiş, küçücük kalmış. Cildi solgun, gözleri saydam. Elleri lekeli. Başında, topuz yapılmaya uğraşılmış, olmamış, yarı dağınık kalmış beyaz, seyrek bir saç demeti. Kulaklarında inci küpeler, yakasında çiçekli bir iğne. Üzerindeki hırka, etek, bluz hep kahverengi. Bileklerinde lastiği gevşeyip düşmüş ten rengi çoraplar. Ayaklarında havlu terlikler.


Kapının eşiğinde, elinde tepsiyle dikilen ufak tefek esmer bir kız. Midesinde kötü bir his, korku belki. Üzerinde beyaz önlük, ayağında beyaz bez pabuçlar ve kısa çoraplar. O da zayıf. Kaküllü, kalın telli, kapkara saçları kulaklarının arkasına 7 itilmiş. Gözleri simsiyah iki kuyu. Yüzünde tek tük sivilceler. Dudakları gül kurusu. “Aç değilim,” d iye söylendi yaşlı kadın. Öfkeli değildi bu ses, kırgındı sanki. Genç kız biraz cesaretlendi, bir iki adım daha yaklaştı. Çekingen, gülümsemeye çalıştı. Kadın ondan yana baktı, içini çekti. “Ne var bugün?” d iye sordu. “Çoban salata, karnıyarık, şehriyeli pilav, muhallebi.

” “Sakızlı muhallebi mi?” Genç kız şaşkın, gözlerini kırpıştırdı bir süre. “Sade galiba.” Yatağın üzerinde kenarları işlemeli, ipek gibi, saten gibi parlak bir örtü. Başucu sehpasının üzerinde birkaç kitap, ilaç kutuları, bir bardak su. Duvarlarda ne bir ayna, ne bir tablo ya da takvim. Sanki terk edilmişti bu oda. Sanki yangında ilk kurtarılacaklar alınıp götürülmüştü. Ama kadını o koca kadife koltukta görmemiş, görememişti itfaiyeciler. Unutmuşlardı geride. Alev alev. “Aç değilim,” d iye tekrarladı kadın, gözlerini genç kızın kuyu gözlerinden kaçırarak. “Gidebilirsin.” Yapacak başka bir şey yoktu. Döndü arkasını genç kız, çıktı gitti. Uzun ve dardı koridorlar.

Gri ve gölgeli. Rutubetli gibi kokuyordu her yer. Hemen hemen bütün odaların kapıları kapalıydı. Genç kızın ayak sesleri dışında tek duyulabilen, boğuk radyo anonsları, kısık öksürükler ve çıplak floresan ışıkların cızırtısıydı. Asansörü geçti, arkadaki merdivenlere yöneldi. O yukarı aşağı, aşağı yukarı sürekli seyahat eden küçük kutu fazla 8 havasızdı. Hem ya kopuverirse asılı olduğu o ipler? Ya düşüverirse sonsuz bir boşluğa? Alt kata, elinde dengede tutmaya çalıştığı tepsisiyle, karnıyarığın hafif yanık kokusunu içine çeke çeke indi. Yemekhanenin mutfağına döndü. Mavi önlüklü, boneli, elleri kaşıklı, kepçeli kadınlar arasında Mualla Yengesi’ni aradı buldu. Başını bir kazanın içine uzatmış, burnunu av köpeği gibi çeke çeke kayıp bir baharatın izini sürüyordu Mualla Yenge. “Nanesi eksik bunun!” Kaldırdı başını, önce genç kızın mahcup yüzüne sonra da ellerindeki dolu tepsiye baktı. “Hayrola?” “A-627 istemedi yemeğini,” dedi genç kız hafif suçlu. Kalın kaşlarını çattı Mualla Yenge. “Yok ama, olmaz böyle. İstemiyorum dedi diye geri getirmeyeceksin yemeği.

Bırakacaksın. Belki birazdan acıkacak. Ne olacak o zaman? Akşam yemeğini altı buçuğa kadar götürmüyoruz. Ne yapacak saatlerce aç aç? Soğuk moğuk yerdi sonradan.” “Geri götüreyim mi yenge?” “Boş ver. Eve gidince konuşuruz bunu. Şimdi bırak o tepsiyi, A-303’ünkini götür. Şurada, şeker hastalarının bölümünde. Birkaç dilim de fazladan kepekli ekmek ekle, A-303 bunun tersine maşallah bir iştahlı, bir iştahlı.” Saat altı gibi akşam ekibine devrettiler tavaları, tencereleri, tepsileri. Önlüklerini bir kenara asıp çıktılar binadan. Armutlu otobüsü tam köşebaşından kalkıyordu. On beş dakikada bir geliyordu yenisi. Beklerlerken Mualla Yenge genç kızın kaküllerini düzeltti parmaklarıyla. “Ne güzel saçların var, uzatsana kızcağızım.

Şöyle örersin arkadan, iki yandan. Açarsın, başka havası olur. Değil mi?” İki oğul anası Mualla Yenge hep bir kızı olsun istemişti. Arkasında durup saçlarını tarayacağı, birlikte örtü, çarşaf alışverişine çıkacağı, nasıl ev kadını olacağını öğretip za9 man zaman cezvedeki kahveyi beklerken dertleşebileceği bir kız. Otobüs en sonunda geldi. İşçiler, işsizler, anneler, çocuklarla sıkış tıkış; ter, soğan ve çiçeksi deodorant kokularıyla buram buram. İnişli çıkışlı dar sokaklardan geçerlerken genç kız kafaların kalabalığından birazcık olsun dışarıyı görmeye çalıştı. Yama yama bir İstanbul. Gri beton, gri asfalt, tek tük yeşil ağaçlar, tek tük kırmızı bayraklar, bir parçacık mavi Boğaz. Adamın biri inmeye çalışırken ayağına bastı. Özür dilemedi tabii, fark etmedi bile. Genç kız acıyla gözlerini yumdu, açtı, yumdu, açtı. Sonra da eğilip beyaz bez pabucundaki çamurlu, gölge lekeye baktı. İşte o an hissetti tabanlarının sızısını, bacaklarının ve dizlerinin çelimsizliğini. Yorgundu.

Mualla Yengesi’ne baktı, o da böyle mi hissediyor diye. O dolgun yüze, iri gözlere, devrik kalın kaşlara baktı. Başına sardığı mavi beyaz eşarbın düğümüyle oynuyordu Mualla Yenge. Düşünceli bir hali vardı. Az biraz trafik, birkaç küfür ve korna, en sonunda gidecekleri yere varmışlardı. İte kaka sıyrıldılar otobüsün kalabalığından, indiler bir yokuş başında. Genç kız öğrenememişti yolları daha. Bu civar tanıdık sayılırdı ama yine de şu sıvaları dökülmüş, balkonları çamaşır ipli, iki üç katlı evler arasında hangisi Mualla Yengeler’inkiydi hatırlayamıyordu. Sokakta birkaç oğlan sönük bir topun peşinde koşuyordu nefes nefese. Boş su şişeleri, sigara izmaritleri, yarısı yenip yarısına boş verilmiş elmalar ve simitler, çiğnenip nanesi tüketilmiş çikletler yatıyordu kaldırım kenarlarında. Az ilerde bir yerden gelen akşam ezanının derin ve dumanlı sesi bastırıverdi arabaların kornalarını. Allahu ckber, Allalııı ckbcr. Bir uyarı almış gibi hızlanıverdi ikisinin de adımları. 10 “Hiç sesin çıkmıyor,” dedi Mualla Yenge çantasını girişteki paltoluğa asıp o aşınmış beyaz bez ayakkabılarından kurtulunca. “Yoruldun tabii.

İlk gün en zoru. Alışacaksın.” Sabah beş buçukta çıkmışlardı evden, daha gökyüzü kara bir delik, hava Boğaz’ın soğuğu ve tuzuyla ağırlaşmış bir sisken. Otobüsten tam önünde inmişlerdi Alaçam Vakfı Etiler Dinlenme Evi’nin. Kocaman gri-kahverengi iki beton bina. Altı kat, pencere pencere. Balkonlarda tek tük sandalyeler, saksılar. Perdelerin gerisinde saklı, küçük hayatlar. Kaderle kavgalı, hafızaları karışmış, iştahları kaçmış, ağrılı, acılı, saçları seyrek, dudakları buruşuk, elleri damar damar, yalnız, yapayalnız insanlar. 1 �er dakikası bir öncekinden yavaş geçen günler. Ve o yaşlı, yorgun dillerde sanki adresleri şaştığından bir ömür boyu cevaplanamamış dualar, hala tekrar tekrar. Günün çoğu mutfağın karman çorman kokuları ve sıcağında geçtiğinden, genç kız öğlene kcıdcır göz göze gelememişti huzurevinin bu gerçek yüzüyle. Mutfakta hayat başkaydı. Çatal bıçak gürültüsü, tencerelerin bulut bulut teri, boneli önlüklü kadınların birbirlerine laf atışı: “Bize bir türkü söylemek yok mu Emine Hatun?” “Böreğin altını yakmayın yine!” “Tamam, tuzsuz olacak ama bu kadar da tatsız olması �art değil, biraz biber serpiştirin şunun içine bari.” “Barbunyayı suya bastınız mı?” “Bizimki yine rakı sofrasında kaybetti kendini.

Dün gecenin bir saatinde leş gibi döndü eve.” “Benim oğlanın karnesi de maşallah, hepsi pekiyi bu dönem, bir tane iyi var o da hayat bilgisi. Sanki hayatı o sıralarda öğrenecek ya!” Genç kız öğlen tepsileri taşırken görmüştü huzurevinin asıl sakinlerini. İki büklüm, bastonlu, tıraşları uzamış adamları, kıyafetleri de tenleri gibi eski kokan, rujları dudaklarının 11 kenarlarından taşan, asık yüzlü kadınları. O yorgunluğu, pişmanlığı, hayatın sonunu. Küçücük adımlarla yürüyordu buranın insanları. Oturunca daha da ufalıyorlardı. Konuştuklarında sesleri de bedenleri gibi sızlıyordu. “Ah, amanın amanın. Kızım bir zahmet şu asansörün kapısını tutar mısın?” On yedi yaşındaydı ama kendini yüz yaşında hissetmişti bugün. Mualla Yengesi altı yıldır çalışıyordu burada. Belki de dediği gibi alışıyordu insan. “Evet, yoruldum biraz,” diye itiraf etti genç kız. Bedeninden çok ruhu yorulmuştu, huzurevinin diğer sakinleri gibi. Küçüktü Mualla Yengesi’yle İsmail Dayısı’nın evi.

Neredeyse köydeki kendi evinden bile küçüktü ama buranın içinde yok yoktu. Televizyon, video, DVD, müzik seti, çamaşır makinesi, kurutucu, mikrodalga fırın, mutfak robotu, mikser, bulaşık makinesi, bilgisayar, yazıcı. İrili ufaklı, kutu kutu teknoloji. Çoğu siyah, kimi beyaz. Hepsi markalı. Çok zengin olmalıydı İsmail Dayısı. Ama o zaman niye böyle kirli bir arka sokakta, niye küçücük bir dairede yaşıyorlardı ki? Daha iyi olmaz mıydı bu kadar alet yerine birazcık açık alan, pencereden bakınca bir incir ağacı, duvarda sımsıkı dokunmuş bir kilim, sedirde kocaman yastıklar, karanfil kokulu geniş bir salon? İsmail Dayısı koltukta yayılmış, üzerinde bir fanila ve buruşuk bol bir pantolon, haberleri seyrediyordu başını iki yana sallaya sallaya. “Vay namussuzlar, vay namussuzlar!” “Huzurevinin mutfağından evin mutfağına. Her gün böyle,” diye söylendi Mualla Yenge kendi kendine. Sonra başını salona doğru çevirip sesini yükseltti, “Çocuklar nerede?” “Markette,” dedi İsmail Dayı gözleri ekranda. “İkisi de mi?” “İkisi de. Yaz geldi, okul, ödev dertleri yok. İki kuruş bir şey kazansınlar. Doğru dürüst çıraklık yapmayı öğrensinler. Yoksa işleri güçleri top ve kız peşinde koşmak olacak.

” 12 Memo on sekiz yaşındaydı, lise ikiye geçmişti, İbo on altı yaşında ve orta sondaydı. “İnadına çalışmıyor, inadına sınıfta kalıyorlar, sırf atılmak için!” diye yana yakıla anlatmıştı Mualla Yenge. İsmail Dayı dünden razıydı bakkalı onlara devretmeye ama Mualla Yenge, “Lise diplomasız adam mı kcıldı .ırtık!” diye üsteliyordu işte. Genç kız Tavşanlı’dan İstanbul’a geleli neredeyse üç gün olmuştu ama bir kerecik ve kısacık görmüştü Memo ve lbo’yu. İlk gün Mualla Yenge bir heyecan, elinden çeke çeke onu bakkala götürmüş, “Bakın siz kardeş sayılı rsınız, aynı köyden geliyoruz hepimiz ne de olsa,” d iye tanıştırmıştı onları. İki esmer, asker tıraşlı çocuk. Kısa boylu olan küçüğü sesini kalınlaştırıp magandcı taklidi yapar gibi, “Selcımün aleyküm,” demişti. Daha boylu, daha kemikli ve gözlüklü olan abisi, kısacık bir an genç kızın dağınık kfıküllerinde, pembe dudcıklarında gezdirmişti gözlerini, sonrcı hcıfifçe gülümsemişti. Mualla Yenge de “Bu kcıdar mı? Kız o kcıdcır yoldan geldi bizimle olmcıya!” diye yarı kızgın, yarı kırgın çıkmıştı bakkaldan. “Gel canım, sen benim uysal kızımsın. Bunlar da aynen babaları olacak o herif gibi işe yaramaz yüzsüz şeyler! Ah anan ne şanslı olduğunu bir bilse!” İsmail Dayı televizyonla atışmaya devam ededursun, Mualla Yenge buzdolabından yoğurdu ve dolmaları çıkardı. Ekmeği ekmek tahtasına yatırdı. “Otur kızım,” dedi. “Sen bugün çok yoruldun, belli.

Tek iş şu dolmaları ısıtmak, o kadar.” Ocağı yaktıktan ve kestiği beş altı dilim ekmeği bir sepete koyduktan sonra kendisi de mutfak masasının başına oturdu. İçerden İsmail Dayı’nın sesi geliyordu. “Yok, daha neler!” “Hep böyle spikerlerle kavgalı bu adam.” Sonra omuzlarını silkti. “Bana kalsa televizyonu atıp kurtulaccığım, ev çok 1 _., ‘ daha huzurlu olacak. Sürekli şu saçma sapan haberler, gürültülü maçlar. Bir de çocuklar, o paparazzi midir nedir, onlara bayılıyorlar. Tek dertleri kısa etekli kız görmek. Onun yerine radyoyu açıp şöyle güzel güzel türkü dinlesek fena mı olurdu? Oy madımak. Oy madımak. Neyse sen geldin, bu yaz bana sen yoldaşsın. İyi oldu böyle.” Genç kız sessiz sessiz onu dinliyordu ama aslında aklı kendi anacığındaydı.

Suçluluk gibi ekşimsi bir tat vardı ağzında. Anası onu uzaklara yollamaya razı olmuştu olmasına ama ya şimdi nasıl da özlüyordur, nasıl da endişelidir, tek başına evde bir aşağı bir yukarı … Kim bilir ne üzgündür, ne yalnızdır. Mualla Yenge kalktı tencerenin kapağını açıp şöyle bir baktı. “Neredeyse hazır.” İsmail Dayı’nın dolmasını, yanında bol kaymaklı yoğurt ve birkaç dilim ekmekle içeri götürdü. “Hele şükür! Açlıktan geberecektim be kadın!” Mualla Yenge mutfağa döndü. “Biz burada yiyelim e mi kızım? Biraz da huzurevini konuşalım, ne var ne yok … Bu arada aklıma koydum, seni biraz şişmanlatacağız bu yaz hazır buradayken. Baksana bir deri bir kemiksin. Benim yemeklerim yarayacak sana.” Önce birkaç kaşık yediler ikisi de. Sonra Mualla Yenge konuya döndü. “Bak kızım, huzurevini gördün, mutfakta bir sürü kadın, tam bir curcuna. Sen de tabii yardım edebilirsin. Sebzeleri yıkarsın, soyarsın falan. Ama benim senin için asıl düşündüğüm, bu odalara yemek götürme işi.

” Genç kız kuyu gözlerini açabildiği kadar açmış, tüm dikkatini vermiş dinliyordu şimdi. “Kimileri hasta, kimileri çok yaşlı, kimileri de sırf inadından inmiyor yemekhaneye. O küçücük odada bir başlarına ne yapıyorlarsa … Neyse. Seni A bloktaki odalara yolla14 Vll lım diyorum. A blok, tek başına yaşayanlar. B blokta bir odayı iki kişi paylaşıyor. Yani A blok zenginler, B blok orta halliler. Bakma arada kızları, oğulları, torunları falan geliyor ,ıma yine de çok yalnız bu insanlar. Çoğu kimsesiz, onun için oradalar. Birbirlerinin sohbetlerinden de bunalıyorlar. Nasıl bunalmasınlar, hep bir ‘Bizim zamanımızda!’ Aynı hikayeleri unutup baştan anlatıyorlar. Bir de ‘Bugün şuram ağrıyor, buram tutulmuş.’ Yazık. Bakma hepimiz yaşlanacağız, hepimiz öyle olacağız. Hayat.

Neyse, uzun lafın kısası bu insanlar düşkün. Kendilerini birazcık olsun dinleyecek, arkadaşlık edecek birine muhtaç. En çok da yeni, genç bir yüze.” Mualla Yenge ağzına bir dolma attı. Çiğnerken düşündü, düşündü, düşündü. “Sen A bloğa tepsileri götürünce bu en düşkünlerle birazcık ahbaplık et, e mi? Öyle tepsiyi bırakıp çekip gitme. Hatırlarını sor. Yastıklarını düzelt. Bak çok makbule geçecek. Sana da sevap yazılır hem. Sonra bu yaşlıların ömürleri çok da kalmamış. Olur da biri bu yaz gidiverirse, bir bakarsın sana az da olsa bir bahşiş bırakmış. Ne kadar üst katta olursan, o kadar iyi. Üst katlar o tırnağım kadar Boğaz manzarası için daha çok ödüyor, inanır mısın? Mesela bugün biri istemedi ya yemeğini, otur de ki ‘Olmaz teyzeciğim (ya da amcacığım), siz bunu yiyince kadar ben dönmüyorum mutfağa.’ Eğer sen geri gelmezsen ben bilirim ki dostluk ediyorsun bir sakinle, başkasını yollarım bir sonraki odaya.

Anlaşıldı m ı?” Salı O gece çok karışıktı genç kızın rüyaları. İstanbul gibi kalabalık, yabancı. Sabah dört kırk beşte Mualla Yengesi omzuna dokunup uyandırdığında, nerede olduğunu, hatta kim olduğunu bile u nutmuş bir hali vardı. 15 “Hadi kızım, hazırlan da çıkalım.” Saçlarını hırçınca taradı. Aynada az biraz dinlenmiş yüzünü inceledi, çenesindeki iltihaplanmaya başlamış sivilceyi patlattı, çıkan kanı bir parça tuvalet kağıdıyla sildi. Sonra kapıda Mualla Yengesi’nin ona aldığı, kendisininkilerle bir örnek bez pabuçlarını giydi. Diliyle ıslattı avucunu, o dünden kalma lekeyi silmeye çalıştı, beceremedi. Sokakta birkaç uykusuz serseri kedi ve birkaç kayıp cin dışında kimsecikler yoktu. Çakmak çakmaktı otobüs şoförünün gözleri, çatal çataldı “Hayırlı sabahlar” d iyen sesi. Bu defa ferahtı otobüsün havası. Yine huzurevinin önündeki durakta indiler. Gece bekçisini selamlayıp mutfağa yöneldiler. Önce oturup yeni demlenmiş çaylarını içtiler. Kahvaltı en kolayıydı.

Her gün aynı: Tabaklarda bir küçük kutu yağ, bir küçük kutu bal, vişne ya da çilek reçel i, kibrit kutusu kadar tuzu çıkarılmış bey;ız peynir, üç beş tane yine tuzu çıkarılmış siyah zeytin, domatL’S, salatalık ve çay. Öğle yemeği saati geldiğinde, elinde tepsi A bloğun arka merdivenlerini tırmanmaya başladı genç kız. Bir yukarı, bir aşağı. “Nasılsınız bugün amcacığım?” d iye soruyordu Mualla Yengesi’nin öğrettiği gibi. “Bugün zeytinyağlı barbunyamız var. Köfte, bademli pilav. Tatlı olarak da kayısı kompostosu. Buyurun, afiyet olsun.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir