Ismet Zeki Eyuboglu – Tanriya Kafa Tutanlar

Bu çalışma yayımlanalı yirmi yıl oldu, çok kısa bir sürede geniş ilgi uyandırdı, tükendi, ikinci basımını gerçekleştirmek epeyce uzadı. Ben, gençliğinin ilk dönemini Nakşibendi tekkesinde geçirmiş, gericilik olaylarını yaşayarak görmüş, tanımış bir kimseyim, başkalarının öğütlerine, kulaktan dolma bilgi kırıntılarına dayanan açıklamalara gereksinme duymuyorum. Bu tarikatın amacını, ereğini, yetkili odaklardan saklanan düşüncelerini biliyorum, ne yapılmak istendiğini yakından tanıyarak öğrenmenin acılarını duyumsuyorum yüreğimin derinliklerinde. Kur’an önceleri şiiri yasaklamış, ozanları “her oylumda otlayan kimseler… büyücüler, aldatıcılar, kandırıcılar.” diye yermiş nitelemiştir. Ancak, Yedi Askı ozanlarından Lebid (öl. 661) Peygamberi övmeye başlayınca, şiire, ozanlara karşı benimsenen katı tutum değiştirilmiştir Dahası. Peygamber, kendisini öven şiirleri okuyunca. “Đnne mineş-şi’ri le hikmeten, inne min’el-beyani le sihran/öyle şiir var ki bilgeliktir, öyle düzyazı var ki büyüleyicidir” demekten kendini alamamıştır. Demek, yeri gelince övgü, katılıkları yumuşaklığa, yasakları geçerliliğe dönüştürebiliyor. Kur’an, değişik yerlerinde, şarabı kesinlikle yasaklamış, onu içenlerin cehenneme atılacaklarını bildirmiştir. Bu yasaklara karşı Fuzûlî (öl. 1555) bile bile: Kemâl-i hüsn viribdür şarâb-ı nâb sana Sana halâldır ey muğ-bece şarâb sana demekten kendini alamamış, güzelliğine güzellik kattığından dolayı, dinin yasakladığını, geçersiz saymıştır. Đmdi, yorumcu burada, tasavvufun kanatlarını takınarak şarab’ın Tanrı anlamına geldiğini ileri sürecek, dizelere gerçeğin ötesinde bir anlam vermeye kalkışacaktır.


Peki. yine Fuzûlî’nin şu dizelerine ne denecek bakalım: Gönül tâ var elünde câm-i mey tesbihe el urma Namaz ehline uyma anlar ile durma oturma Eğilüb secdeye salma feragat tacını başdan Vuzû suyu bile rahat yuhusu gözden uçurma Sakın pâmâl olursun bûriyâ tek mescide varma Eğer nâçar girsen anda minber gibi çok durma Müezzin nâlesin alma kulağa düşme teşvişe Cehennem kapusun açdırma vaizden haber sorma Cemâat izdiihâmı mescide saldı kudûretler Kudûret üzre lütf it bir kudûret hem sen arturma Hatibin sanma sâdık müftinin kavline fi’l itme Đmamın sanma âkil ihtiyarun ona dabşurma Fuzûlî behre vermez taat-ı nakıs nedir cehdin Kerem kıl zerki taat suretinde hadden aşurma “Ey gönül elinde şarap kadahi var, bırak, teşbihe el sürme Namaz kılanlara uyma, onlarla durma, oturma Secdeye eğilerek özveri tacını başından düşürme Abdest suyuyla esenlik uykusunu gözünden kaçırma Ayak altında kalırsın, sakın, hasır gibi camiye varma Elinde olmadan gidersen de orada minber gibi çok durma Müezzini dinleme, içine bulanıklık-karışıklık düşürme. Vaizden bilgi isteyerek cehennem kapısını açtırma Kalabalık yığıldı, camiye bir soğukluk-katılık doldu Kendine gel, sen de camiye gidip soğukluğu çoğaltma Hatibin söylediğine, bakma, müftünün sözüne inanma Đmamı akıllı sanma, kendini ona verme, güvenme Ey Fuzûlî. ne uğraşırsın, eksik tapınmada yarar yok Kendine gel, ikiyüzlülüğü tapınma sayıp aşılığa vardırma…” Divan yazınının ünlü, büyük ozanının düşünceleri apaçık, kimlere, neleri söyledikleri de besbelli, imdi, bunları okuduktan sonra. Fuzûlî’ye dinsiz, sapkın, tanrıtanımaz demek olanağı var mı? Bu şiirde yoruma yatkın bir tasavvuf kavramı da yoktur. Mevlânâ’dan örnek vermeye kalkarsak daha çarpıcı, dinle bağdaşmayan, dini yeren çok ağır dizeler bulmakta güçlük çekmeyiz. Şeriat yetkilileri, bu dizelere ses çıkaramıyor, öte yandan bu dizelerde sergilenen düşünceleri içeren halk şiirini yeriyor, ozanlarının öldürülmesini uygun görüyor, onlara “kızılbaş-dinsiz-sapkın” demekten kendini alamıyor. Şeyhülislam Yahya Efendi (öl. 1644) bile Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyayı Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürâyî “Camide ikiyüzlüleri bırak, ikiyüzlülük etsinler Meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü” dilegetirdiği gerçeğe yorum gerekmez kanısındayız. Kanuni döneminin ünlü ozanı, padişahla yakınlık kuran, üstelik kazaskerlik gibi en yüksek görev aşamalarından birine yükselen Baki (öl. 1600), “Divan”ında yeralan bir şiirinde şu dizeleri söylemiştir: Bezm-i safa vü reşh-i cam bu zemzem olmuş ol makam Meyhaneler Beytü’l-harâm. pîr-i muğan Şeyhü’l-harâm “Esenlik veren bir toplantı, kadeh teri. zemzem olmuş. Meyhaneler Ka’be, meyhanecibaşı da Ka’be yöneticisidir” derken şeriatın bütün yasaklarını bir yana itmiş, kimseye aldırmamış bile. Bu dizelerin onun değil, başka bir ozanın olduğunu söyleyenler çıkmışsa da. elimizde bulunan “Divan”ında bu şiir vardır.

Divan şiirinin önde gelen ozanlarından biri sayılan Nailî (öl.1666) bir şiirinde: Zühhada açılmaz der-i eyvân-ı hârâbat Ol mastaba-i feyz riyâ-gâh değildir “Meyhane konağının kapısı kuru sofulara açılmaz O bilgi-bolluk aşaması ikiyüzlülük yeri değildir” diyerek öteki ozanların, bu konudaki, düşüncelerine katılmaktan geri durmamıştır. Bu tür örnekleri, divan yazını süresince çoğaltabiliriz, varılacak sonuç değişmez: şeriat yanlısı görünmesine karşın, şeriata, onun getirdiği yaşama anlayışına karşı çıkanların yalnızca sünni inançlarına aykırı davrananlar olmadıkları görülür. Demek, ortada yaşanan, dinin öngördüğü koşullara uymamayı benimseyenler az değildir. Önemli olan, bir gerçeği değiştirmeden, ortamından soyutlamadan açıklığa kavuşturmak, sorun durumuna getirerek çözüm aramaktır. Gerçekte, kişi yarattığının tutsağıdır, bu tutsaklığın kaynağında da inançların katılaştırılması, değişmezlik kazanması vardır. Tanrı ile kul arasına girilmez, kişi yapıp ettiğinden kendi soydaşlarına değil yalnızca tanrıya karşı sorumludur. Oysa bilgisiz dinci başka türlü düşünür, tanrının yapacağını kendisi yapmaya kalkışır, kendini tanrının yerine koyar, Tanrı adına kendiliğinden yargılar vermeye, yargılamaya girişir, işte kişiyi tanrıdan uzaklaştıran, onu tanrıtanımaz duruma getiren olaylardan biri de budur, islam dinine göre, Peygamber bir insandır, ölümlüdür, tanrının elçisidir. Üstün niteliklerle donatılmıştır, tanrısal bir özelliği yoktur. Oysa kimi çevrelerde Peygamber’in, ondan sonra gelen ilk dört halifenin yasakladıkları, bugün, islam dininin temelinde varmış gibi gösterilip uygulanmaktadır. Sözgelişi, sakal, hırka, ayak izi bg. nesnelerin kutsallığı kesinlikle sözkonusu değildir, dahası bunlar birer “put” niteliğindedir. Camilerde dilenmek, çalışmadan geçinmek, gelir karşılığı Kur’an okumak. Kur’anı bir kazanç, bir geçimlik aracı durumuna getirmek yasaktır, dinle bağdaştırılamaz. Yine islam dinine göre çalışmak bir tapım niteliğindedir, kişi kendi emeğiyle geçinme gereğindedir, başkasının emeğini sömürmek, aşırı kazanç edinmek suçtur.

Oysa, toplum kurumlarının bir bölümünü ele geçiren kimi inanç kuruluşlarının böyle yasaklara aldırmadıkları, dini bir örtü gibi gördükleri anlaşılıyor. Öte yandan, düşünme özgürlüğüne en çok karşı çıkanların da bunlar oldukları görülüyor. Benimsenen bir inanç yaşama uygulanırsa, içeriği yerine getirilirse aktöre bakımından değer taşır. Đçinde yaşadığımız toplum düzeni, çağımızın benimsediği uygarlık ilkelerine karşıt bir yapıdadır, bu yapı belli yetki odaklanılın uygulamaları sonucu biçimlenmiş, dine bağlı görünmekle birlikte dinle ilgisi olmayan bir boyaya bürünmüştür. Daha açığını söylemek gerekirse Osmanlıya duyulan özlemin giderilmesine yönelik bir çizgi üzerindedir. Osmanlı toplumunda, Selçuklulardan bu yana sekizyüz yıllık bir öğretim kurumu varlığını sürdürmüştür. “Medrese” denen bu kurumda ulûm-i diniye (din bilimleri] adı altında fıkıh, tefsir, kelâm. hadis okutulmuştur. Aristoteles mantığının ufak bir yorumu olan Đsagoci ise mantığın temel ilkelerini içeren bir bilim sayılıyordu, işte bu öğrencilerle geçen sekizyüz yıllık sürede, Osmanlı yönetimi bilim, felsefe alanında geliştirici, yaratıcı bir atılım gösterememiş, içekapalı bir yaşama düzeninde varlığını sürdürmeye çalışırken tükenmiştir. 19. yüzyıldan sonra “edebiyat” adıyla sürdürülen öğrenciler de divan yazınını içeren bir yapıdaydı, çağdaş uygarlığa ayak uydurabilecek bir ozan. bir yazar yetiştirme olanağı bulunamamıştı. Özellikle halk yazını alay konusuydu. Sünbülzade Vehbi (öl.1809) ünlü “Sunan kasidesinde halk şiiriyle, Türk diliyle alay etmekten geri kalmıyor, bütün düşünce kurumlarını “Osmanlı” diye adlandırıyordu.

Fârisi vü Arabiden iki şehbâl gerek Tâki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan “Söz ankasının yükseklere uçup çıkabilmesi için Farsça ve Arapça’dan iki kanat takınması gerekir” diyordu, Türk dilinin yüksek şiir üretmeye elverişli olamayacağını vurguluyordu. Nabi (öl.1712) ise oğluna öğüt vermek amacıyla yazdığı yapıtında Đ’tibar eyleme hiç hendeseye Düşme ol dâire-i vesveseye “Geometriye değer vererek Kuruntu içine düşme sakın”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir