Jean-Christophe Grange – Leyleklerin Ucusu

Büyük yolculuk öncesi, Max Böhm’e onu son bir kez ziyaret edeceğime söz vermiştim. O gün, Güneybatı İsviçre’nin üzeri, fırtına bulutlarıyla kaplıydı. Gökyüzü, içinden yarısaydam parıltıların çıktığı siyah ve mavimsi derinlikler açıyordu. Her yandan sıcak bir yel esiyordu. Kiralık arabamın direksiyonunda, Leman Gölü boyunca ilerliyordum. Montreux dönemecin sonunda, elektrikli havadan puslanmış gibi göründü. Gölün suları kaynıyor, turizm mevsimi olmasına rağmen oteller meşum bir sessizliğe mahkûm gibi duruyordu. Kent merkezine varınca yavaşladım, kıvrıla kıvrıla tepeye giden dar sokaklardan birine saptım. Max Böhm’ün dağ evine vardığımda, hava neredeyse kararmıştı. Saatime baktım; beşti. Zili çalıp bekledim. Cevap yok. Bir daha çalıp kulak kabarttım. İçeride hiçbir hareket yoktu. Evin çevresini dolandım; ne bir ışık ne de açık bir pencere vardı.


Bu çok tuhaftı. İlk ziyaretimden aklımda kalanlara göre, Böhm dakik denilebilecek insanlardandı. Arabama dönüp beklemeye koyuldum. Göğün derinliklerinde boğuk gürlemeler yankılanıyordu. Otomobilimin üstünü kapattım. Saat beş buçuk olduğunda, adam hâlâ gelmemişti. Kafeslerini ziyaret etmeye karar verdim. Kuşbilimci belki de yavrularının yemini vermeye gitmişti. Bulle kenti üzerinden Almanca konuşulan kesime geçtim. Yağmur hâlâ kararsızdı, ama rüzgâr şiddetini artırıyor, tekerleklerimin ardından toz bulutları kaldırıyordu. Bir saat kadar sonra Wessembach’a, etrafı çitlerle çevrili tarlalara vardım. Motoru susturdum, ekili toprakların üzerinden kafeslere doğru yürüdüm. Tellerin ardında leylekleri gördüm. Portakal renkli gagalar, siyah beyaz tüyler, keskin bakışlar. Sabırsız görünüyorlardı.

Öfkeyle kanat çırpıyor, gaga tokuşturuyorlardı. Kuşkusuz yaklaşan fırtına, belki de göç güdüsü. İşte o zaman Böhm’ün sözlerini hatırladım: “Leylekler içgüdüsel olarak göçerler. Yolculuklarının başlangıcı iklim ya da beslenme koşullarındaki bir değişikliğe değil, içlerindeki saate dayanır. Günlerden bir gün, hareket zamanı gelir, hepsi bu.” Ağustosun sonlarındaydık, anlaşılan leylekler o esrarlı işareti almışlardı. Biraz daha ötedeki otlaklarda başka leylekler rüzgârda sarsılıyor, gidip geliyorlardı. Havalanmaya çalışıyorlardı, ama Böhm onları “yolmuş”, dengelerini bozup havalanmalarını önlemek amacıyla kanatlarından birinin son boğumundaki tüyleri koparmıştı. Anlaşılan bu “doğa dostunun” dünya düzeni konusunda oldukça değişik görüşleri vardı. Birden yan taraftaki tarlanın rüzgârdan eğilen ekinlerinin arasından kemik torbasını andıran bir adam çıktı. Kesilmiş ot kokusu her yanı sarıyor, sinsi bir baş ağrısının beynime doğru tırmandığını hissediyordum. İskelet uzaktan Almanca bir şeyler bağırdı. Ben de Fransızca birkaç kelime haykırdım. Adam hemen aynı dilde cevap verdi: “Böhm bugün hiç gelmedi. Dün de gelmemişti.

” Adamın kel kafasında dağınık birkaç perçem vardı. Durmadan onları kafasına yapıştırmaya çalışıyordu. Devam etti: “Oysa her gün gelir, hayvanlarının karnını doyururdu.” Arabaya atlayıp Ekoloji Müzesi’nin yolunu tuttum. Montreux’nün yakınında, geleneksel İsviçre dağ evlerinin her ayrıntıya sadık kalınarak yapıldığı, doğal boyutlarda bir müze. Bacalardan her birine, Max Böhm’ün büyük sorumluluğu altında bir çift leylek yerleştirilmişti. Bir süre sonra yapay köyün kapısından giriyordum. Yürüyerek ıssız dar sokaklardan geçtim. İçlerinde hiçlikten başka bir şey oturmuyormuşa benzeyen kahverengi ve beyaz evler labirentinde bir süre yolumu aradım, sonunda kuleyi, yirmi metreden yüksek, karanlık, dört köşe kuleyi gördüm. Kulenin tepesinde, aşağıdan sadece kenarları görünen, dev boyutlu bir yuva vardı. “Avrupa’nın en büyük yuvası” demişti Max Böhm. Leylekler yukarıdaydı, dal ve topraktan yapılmış tahtlarında. Gagalarının takırtısı, bir çene kalabalığının çığlığı gibi boş sokaklarda yankılanıyordu. Böhm’den hiçbir iz yoktu. Geri dönüp nöbetçinin evini aradım.

Gece bekçisini televizyonun karşısında buldum. Elindeki sandvici ısırırken, köpeği de sefertasının içindeki köftelerden kendine bir ziyafet çekiyordu. “Böhm mü?” diye sordu ağzı dolu dolu. “Evvelsi gün gelip, kuleye baktı. Merdiveni çıkardık. (Kuşbilimcinin yuvaya erişmek için kullandığı o cehennem makinesini hatırladım: dededen kalma, kurt yenikli bir itfaiye merdiveni.) Ondan beri, bir daha görünmedi. Malzemeyi bile yerine koymamış.” Omuz silkip ekledi: – Böhm burada, evinde sayılır. Gelir, gider. Söylenecek başka bir şey kalmadığını belli etmek istercesine, sandvicinden bir ısırık daha aldı. Kafamdan karmakarışık düşünceler geçti. – Yine çıkarabilir misiniz? – Neyi? – Merdiveni. Peşimizde köpek, fırtınanın içine daldık. Bekçi konuşmadan yürüyordu.

Belli ki bu gece maceramdan hiç hoşlanmıyordu. Kulenin altına varınca, onun yanındaki samanlığın kapılarını açtı. İki tekerleğe bağlı merdiveni çıkardık. Makine her zamankinden daha tehlikeli görünüyordu. Yine de, bekçinin de yardımıyla zincirleri, makaraları, kabloları çalıştırdım, merdiven yavaşça basamaklarını yükseltti. Tepesi rüzgârda sallanıyordu. Yutkundum, tırmanmaya koyuldum; dikkatle. Tırmandıkça, yükseklik ve rüzgâr görmemi güçleştiriyordu. Ellerimle basamaklara yapıştım. Karnımda uçurumlar oluştuğunu hissediyordum. On metre. Gözlerimi duvara dikip, tırmanmaya devam ettim. On beş metre. Ayaklarım ıslak basamaklarda kayıyordu. Bütünüyle sarsılan merdiven, dizlerime titreşim dalgaları gönderiyordu.

Cesaretimi topladım, kafamı kaldırıp baktım. Yuvaya elimi uzatıp dokunacak kadar yaklaşmıştım. Soluğumu tuttum, yuvadaki dallara da tutunarak son basamakları tırmandım. Leylekler havalandı. Kısa bir süre uçuşan tüylerden başka bir şey yoktu; sonra kâbus göründü. Böhm oradaydı, sırtüstü uzanmış, ağzı açık. Koca yuvada, yerini bulmuştu. Gömleği sıyrılmış, toprağa bulanmış beyaz karnı müstehcen bir şekilde meydandaydı. Gözleri kanlı ve boş çukurlardan farksızdı şimdi. Leyleklerin bebek getirip getirmediklerini bilemem, ama ölülerle ilgilenmeyi iyi bildiklerine kuşku yok. İkinci bölüm Mikroptan arındırılmış beyazlıklar, metal şıkırtıları, hayalet gibi gölgeler. Sabahın üçünde, Montreux’nün küçük hastanesinde, bekliyordum. Acil servis kapıları açılıp kapanıyordu. Hemşireler geçiyordu. Maskeli yüzler görünüyor, orada bulunmama aldırmaksızın yeniden kayboluyorlardı.

Bekçi şoku atlatamamış, yapay köyde kalmıştı. Oysa benim durumum da pek iyi sayılmazdı. Aklım başımdan gitmiş, sarsıntılarla ürperiyordum. Daha önce bir cesede hiç bakmamıştım. İlk defa ceset gören biri için, Böhm’ünki tam bir felaketti. Kuşlar işe dilini yemekle başlamışlardı; sonra da gırtlak bölgesinden daha derinlerdeki bazı şeyleri. Karnında ve yanlarında çeşitli yaralara rastlanmıştı: yırtıklar, ezikler, kesikler. Sonunda kanatlılar tümüyle yiyeceklerdi cesedi; “Leyleklerin etobur olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” diye sormuştu Max Böhm, ilk karşılaşmamızda. Bundan böyle unutmam mümkün değil. İtfaiyeciler cesedi kuşların ağır ve kuşkulu uçuşları altında tüneğinden indirmişlerdi. Cesedi yerde hışırtılı bir örtüye sarmadan önce, Böhm’ün kabuk tutmuş ve toprağa bulanmış etlerini görmüştüm. İtfaiye aracının tepesindeki döner lambaların ışığında bu kesik kesik ay yüzeyi görüntüsünü hiç konuşmadan ve itiraf edeyim, hiçbir şey hissetmeden izlemiştim. Sadece bir çeşit dalgınlık, ürkek bir çekiliş. Şimdi de bekliyordum. Ve hayatımın son aylarını, bir ağıtla noktalanan, coşku ve kuşlarla dolu son iki ayını düşünüyordum.

O zamanlar, her bakımdan doğru dürüst bir gençtim. Otuz iki yaşında, tarih doktoramı henüz almıştım. “Oswald Spengler’de kültür kavramı” konusunda sekiz yıllık bir çabanın sonucu. Uygulamada hiç kimsenin işine yaramayacak, ahlakî alanda da insanı rahatsız edecek bin sayfalık tuğla kalınlığındaki çalışmayı bitirdiğimde, aklımda tek bir şey vardı: eğitimi unutmak. Kitaplardan, müzelerden, sanat ve deneme filmlerinden yorulmuştum. Vekâleten var olmaktan, sanatın seraplarından, insanı temel alan bilimlerin halelerinden yorulmuştum. Harekete geçmek, hayata atılmak istiyordum. “Kaybedecek bir yılları” olduğunu söyleyip –böyle diyorlardı gerçekten– insanî yardım konusunda çalışan genç doktorlar tanıyordum. Mesleklerine sarılmadan önce Hindistan’ı arşınlayıp mistisizmin tadına bakan çiçeği burnunda avukatlar. Oysa benim kafamda ne bir meslek vardı ne de egzotizm ya da başkalarının mutsuzluğuyla ilgili bir arzu. Analığım ve babalığım bir kez daha imdadıma yetiştiler. “Bir kez daha” diyorum, çünkü bu yaşlı diplomat çift, yirmi yıl önce gerçek anne babamın ve abimin hayatına mal olan kazadan beri bana hep ihtiyacım olanı vermişlerdi: önce bir sütanne, ilerleyen yıllarda da paranın alçaklıkları karşısında gerçek bir umursamazlık takınmama imkân tanıyan dolgun bir harçlık. Kısacası Georges ve Nelly Braesler bana benim gibi birini arayan İsviçreli bir dostlarını, Max Böhm’ü görmemi tavsiye etmişlerdi. Bir taraftan Böhm’ün adresine doğru yola çıkarken, bir taraftan da “Benim gibi biri mi?” diye sormuştum. İşin sadece birkaç ay süreceğini söylemişlerdi bana.

O birkaç aydan sonra, gerçek bir iş bulmam için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Sonra, sonra işler beklenmedik bir hal almıştı. Max Böhm’le ilk karşılaşmam, o esrarlı ve anlaşılmaz buluşma, beynime bütün ayrıntılarıyla kazınmıştı. O gün, 17 mayıs 1991 günü, öğleden sonra dörtte, Montreux tepelerinin daracık sokaklarını uzunca bir süre arşınladıktan sonra Lac Sokağı, 3 numaranın önüne varmıştım. Ortaçağ’dan kalma sokak lambalarının sıralandığı meydanı dönünce, masif ahşap kapısının üzerindeki levhada “Max Böhm” yazılı dağ evini görmüştüm. Kapıyı çaldım. Bir dakikadan fazla geçti, sonra tek bir kayadan yontulmuş gibi duran, altmış yaşlarında biri dudağında bir tebessümle göründü. “Louis Antioche’sunuz, değil mi?” diye sordu. Başımla onayladım, Max Böhm’ün evine girdim. Dağ evinin içi mahalleden farksızdı. Odalar dar ve karmaşıktı; hiçbir pencereyi gizlemeyen köşe bucaklarla, etajerlerle, perdelerle kaplıydı. Zemin sayısız basamaklarla ve kerevetlerle bölünmüştü. Böhm bir perdeyi araladı, peşinden derin bodruma inmemi söyledi. Duvarları beyaza boyanmış büyükçe bir odaya girdik. Odada üzerinde bir yazı makinesi ile sayısız belge bulunan meşe bir çalışma masasından başka eşya yoktu.

Masanın yanındaki duvarda da birer Avrupa ve Afrika haritası, bir sürü de kuş gravürü. Oturdum. Böhm çay önerdi. Memnuniyetle kabul ettim (çaydan başka bir şey içmem). Böhm hızlı hareketlerle bir termos, iki fincan, şeker ve limon dilimleri çıkardı. O meşgulken, rahatça inceledim. Kısa boylu ve topluydu, fırça gibi kesilmiş saçları da bembeyazdı. Yine bembeyaz olan bıyığı yuvarlak yüzünü bölüyordu. Tıknaz oluşu onu hantal ve somurtkan gösteriyor, oysa yüzünden değişik bir saflık yayılıyordu. En azından, göz çevresindeki çizgilerden hep gülümsüyor gibiydi. Böhm dikkatle çayımı verdi. Elleri kaba, parmakları kalındı. “Ormanların adamı” diye düşündüm. Üzerinde belli belirsiz askerî bir hava –bir asker ya da sertlik gerektiren bir faaliyet geçmişi– vardı. Sonunda oturdu, ellerini kavuşturdu ve yumuşak bir sesle konuştu: – Demek eski dostlarımın, Braesler’lerin ailesindensiniz.

Gırtlağımı temizledim: – Beni evlat edinmişlerdi. – Ben de çocukları olmadığını düşünüyordum. – Yok zaten. Yani kendi çocukları yok. (Böhm bir şey demediğinden devam ettim.) Gerçek annem ve babam, Braesler’lerin yakın dostlarıydı. Ben yedi yaşındayken annem, babam ve abim bir yangında öldü. Ailemden geriye kalan olmadı. Georges ve Nelly de beni nüfuslarına geçirdiler. – Nelly entelektüel becerilerinizden söz etti. – O konuda biraz abarttığını düşünüyorum. (Çantamı açtım.) Size özgeçmişimi getirmiştim. Böhm uzattığım kâğıdı elinin tersiyle itti. Kocaman, güçlü bir el.

Böyle iki parmağıyla bilek kıracak bir el. Cevapladı: – Nelly’nin yargılarına güvenirim. Size “misyonunuzdan” bahsetmiş miydi? Bu işin çok özel bir görev olduğunu söyledi mi? – Nelly bana hiçbir şey söylemedi. Böhm susup bana baktı. En küçük tepkimi bile gözler gibiydi. – Konu ne? diye sordum. – İnsanlar değil. Böhm sustu. Anlaşıldığı kadarıyla, gizemden hoşlanıyor olmalıydı. Sonunda mırıldandı: – Leyleklerle ilgili. – Leylekler mi? – Bakın, ben bir doğa dostuyum. Kırk yıldan beri kuşlarla ilgileniyorum. Gençliğimde kuşlarla ilgili bilimsel kitapları yutuyor, elde dürbün, günlerimi ormanlarda geçiriyor, her cinsi inceliyordum. Beyaz leylek yüreğimde özel bir yere sahipti. Onu her şeyden önce inanılmaz bir göçmen olduğu, her yıl yirmi bin kilometreden fazla uçtuğu için seviyordum.

Yazın sonunda, leylekler Afrika’ya doğru uçtuklarında, ben de tüm ruhumla onlara eşlik ediyordum. Zaten daha sonraları da seyahat etmeme ve kuşları izlememe izin verecek bir işe gerdim. Ben inşaat mühendisiyim Mösyö Antioche, emekli bir inşaat mühendisi. Meslek hayatım boyunca, kuşların göç yolları üzerinde, Ortadoğu’da, Afrika’da büyük şantiyelerde çalışmanın yollarını bulmaya çabaladım. Bugün, buradan kıpırdamıyorum ama, hâlâ kuş göçlerini inceliyorum. Bu konuda birçok kitap yazdım. – Leylekler hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Benden ne bekliyorsunuz? – Söyleyeceğim. (Böhm çayından bir yudum içti.) Ben burada, Montreux’de emekliye ayrılalı beri, leyleklerimin hayatı kusursuz. Her baharda aynı çiftler gelip, aynı yuvaya konuyorlar. Bir müzik parçasının notaları gibi düzenli. Oysa bu yıl, doğu leylekleri geri dönmedi. – Ne demek istiyorsunuz?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir