Jean Christophe Grange – Taş Meclisi

Diane Thibcrgc in önünde topu topu kırk sekiz saat vardı. Bangkok’tan bir iç hat uçağına binerek Puket’e gidecek, sonra doğruca kuzeye, Andaman Denizi kıyısındaki Takua Pa’ya kadar karadan ilerleyecekti. Orada, otelde kısa bir gece geçirecek, sabahın beşinde yeniden yola düşüp, kuzeye doğru ilerlemeyi sürdürecekti. Öğlen olduğunda, Birmanya sınmnda Ra-Nong’a varması gerekiyordu, oradan da seyahatinin tek amacına ulaşmak için, mangrov ormanına dalacaktı. Ondan sonra geriye, aynı yolu, bu kez aksi yönde alıp, ertesi gece Paris’e kalkacak uçağa yetişmek kalıyordu. Saat farkı ondan yanaydı, Paris dilimine göre beş saat kazançlı çıkacaktı. 6 eylül 1999 pazartesi sabahı, işinde olacaktı. Bundan iyisi can sağlığı… Oysa Puket uçağı bir türlü gelemiyordu şimdi. Hiçbir şey planladığı gibi gitmiyordu. Midesi altüst, tuvalete koştu. Mide bulantısının arttığını hissedip, “Saat farkı olmalı, projeyle bir ilgisi yok” diye düşünmeye çalıştı. Bir saniye sonra, kusuyordu; bağırsaklarını boğazında alev alev hissedinceye kadar kustu. Kanı damarlarında gümbürdüyor, alnı buz gibi, yüreği göğsünde bir yerlerde, her yerde, küt küt. Aynada yüzüne bakü. Bembeyazdı.


Açık renkli, dalgalı perçemleri bu küçük ve düz saçlı esmerler ülkesinde her zamankinden daha çarpıcı geldi; hele boyu -genç kızlığından beri kompleks duyduğu o uzun boyu- daha da çılgındı. / ‘ .) E A N CIIIĐĐSTOPHE ORANGE Diane yüzünü ıslattı, sağ burun deliğindeki altın halkayı sildi, sonra küçük baba cool1 gözlüğünü düzeltti, tişörtünün içinde bir hayalet gibi dalgalanarak transit salonuna geri döndü. Havalandırma buz gibi soğutmuştu salonu. Gidiş panosundaki saatlere bir kez daha baktı. Hâlâ Pu-ket uçağından haber yok. Birkaç adım attı. Gözü salonun hemen her köşesine yapıştırılmış, Tayca ve Đngilizce ilanlara takıldı: ‘Tayland topraklarında uyuşturucuyla yakalanan herkes ölüme mahkûm edilip, kurşuna dizilecek.” Aynı anda, arkasından iki polis memuru geçti. Haki üniformaları ve parlak kabzalı tabancalanyla. Dudaklarını ısırdı; bu kahrolası havaalanında her şey düşman görünüyordu gözüne. Oturdu, vücudunun titremesini önlemeye çabaladı. Sabahtan beri belki bininci kez, yapacaklarını tüm ayrıntılarıyla aklından geçirdi. Başarmak zorundaydı. Bu, kendi seçimiydi.

Kendi hayatı. Paris’e elleri boş dönemezdi. Puket uçağı öğleden sonra ikide kalktı. Diane beş buçuk saat kaybetmişti. Gerçek tropikal bölgeyi Puket’te buldu. Bir rahatlama gibi. Mavimsi bulutlar uzaklarda dağılıyor, gümüş ışınlar göğü aydınla üyordu. Tozlar endişeli çemberler çizerken, pistin kenarındaki ölgün ağaçlar sallanıyordu. Koku vardı asıl. Meyve, yağmur, çürük kokuianyla yüklü musonun yakıcı, boğucu havası. Kendi eşiğini aşan, dağılan hayatın sarhoşluğu. Diane gözlerini kapadı, neredeyse uçağa dayanan körüğün içinde, boylu boyunca yere serilecekti. Öğleden sonra dört. Otomobil kiralama şirketine koştu, görevlinin elinden anahtarları koparırcasına aldı, arabaya gitti. Yolda yağmur başladı.

Önce birkaç damla, sonra gerçek sağanak. Kaputtaki takırtıları kulakları sağır edecek gibi. Silecekler kırmızımsı çamuru atmaya yetmiyordu. Diane parmaklarını direksiyona kenetlemiş, yüzünü cama yapıştırmış, önünü görmeye çalışıyordu. Saat altı. Sağanak karanlıktan hemen önce dindi. Alacakaranlıkta manzara parıldar gibiydi. Parlak pirinç tarlaları, direkler üzerine dikilmiş kahverengi evler, ince uzun boyi 1970’li yıllarda hippi modasını sürdürenlere verilen ad. (ç.n.) ıııı/lu allın öküzler… Bir de şimşeklerin yardığı, sağda solcun bir kızıllıkla uzanan, siyah mermer gibi gök. Takua Pa’ya sekizde vardı. Artık gevşeyebilirdi. Gecikmeye, paniğe rağmen, programını aksatmamıştı. Kent merkezinde, yüksek bir su deposunun yanında bir otel buldu, yemeğini çardağın altında yedi.

Çok daha iyi hissediyordu kendini. Yeniden başlayan yağmur, tüm benliğini güzel bir serinliğe gömüyordu. Işte o zaman göründüler. Skaiclen mini etekleri içinde, küçücük bluzlar giymiş, aşırı makyajlı, kız çocukları. Üiane kızları izledi. On-on iki yaşındalar, fazla değil. Yüksek topukların üzerinde yükselen hakaretlere benziyorlar. Salonun öbür ucunda, sarışın devler birbirlerine dirsek atmaya başlamışlardı bile. Kasap çengelindeki yarım sığırlar kadar iri Almanlar, Avusturyalılar. Diane birden çevresinde bir çeşit düşmanlık hisseder gibi oldu, sanki orada bulunarak bu küçük dünyayı birbirine bağlayan kirli ilişkileri tehdit ediyordu. Öfkeden gırtlağının kavrulduğunu hissetti. Otuz yaşına merdiven dayadığı halde, cinsel ilişkiyi düşünmek bile midesinin bulanmasına, bulantının tüm vücudunu kaplamasına neden oluyordu. Ardına bakmadan, erkek iştahına terk edilmiş bu küçücük kızlar için en ufak bir acıma duymadan, odasına kaçtı. Cibinliğin altına uzanmış, yine amacını düşünüyordu. Tam uykuya dalmadan önce, havaalanındaki tehdit dolu uyarıyı, polislerin üniformasını, silahlarının kabzasını gördü.

Uzaklarda bir yerlerde kilitlerde dönen anahtarları, daha da uzakta helikopterlerin uğultusunu duyar gibi oldu… Sabahın beşinde, çoktan ayaklanmıştı. Keyifsizliği uçup gitmişti sanki. Güneş vardı. Penceresi, bir bitki fırtınasına açılan gemi lombozu gibi, yeşilliğe, renge boğulmuştu. Gerekirse, cangıla geri dönecek kadar güçlü hissetti kendini. Yola koyuldu, öğlene doğru Ra-Nong’a vardı. Tam hesapladığı gibi. Denizi gördü; daha çok, suyun içinden çıkan ağaçların arasına uzun tereddütlerle sokulan çamurlu birikintileri. Bu sulu labirentin dibinde bir yerde, Birmanya sının vardı. Balıkçının biri, tek bir kelime bile etmeden, Diane’] sınıra götürmeyi kabul etti. Kapkara suların üzerinde kay- / / .M’ \ n ı ıı ı; J s ı u ı> il l<; <; n A N <; E maya başladılar. Sıcaklık, ışık, yandan akıp giden yeşil duvarlar… Diane, gırtlağı kupkuru, cildi kavrulacak gibi, her hissettiğine cesaretle katlanıyordu. Bir saat kadar sonra, üzerinde beton binaların dikildiği kumlu bir dile vardılar. Ayağını kuma basınca, ancak küçük bir kızın duyabileceği bir zafer gururu yaşadı; gelmişti işte.

Dünyanın hiçbir yerinde, erişemeyeceği bir nokta yoktu… Yetimhanenin önünde, çocuklar öğle güneşine aldırmadan itişip, kakışıyorlardı. Diane kirli ve dağınık saçlarına, hafif kirpiklerinin altındaki koyu gözlerine baktı. Ana binaya girip, Teresa Maxwell’le görüşmek istediğini söyledi. Terden sırılsıklamdı. Bir aynanın içinden geçiyormuş gibi geldi. Düşünü göre göre eskittiği bir aynanın. Đçinden geniş beyaz bir yaka görünen, lacivert kazak giymiş yaşlı bir kadın geldi. Kimseye güvenmediği, güveneme-yeceği kesin birisi. Kısa gri saçların altındaki geniş ve yumuşak yüzü, sürekli bir çekingenlik ifadesine saplanmış gibi. Diane kendini tanıttı. Madam Maxwell onu bir yanı camlı koridorun ucuna, içinde bir masa ile iki iskemleden başka eşya bulunmayan bir odaya götürdü. Diane içine sadece en önemli belgeleri doldurduğu dosyasını çıkardı. Teresa kuşkuyla sordu: – Kocanız gelmedi mi? – Evli değilim. Teresa’nm yüz çizgileri gerildi. Gözünü burun deliğindeki altın halkadan ayıramıyordu.

– Kaç yaşında siniz? – Otuzuma bastım. – Kısır mısınız? – Sanmıyorum. Teresa dosyayı karıştırmaya koyuldu. Homurdandı: “Pa-ris’tekilerin ne halt karıştırdığını bir anlasam…” Sonra gözlerini Diane’a dikerek, sesini yükseltti: – Hiç de uygun görünmüyorsunuz, Küçükhanım. Gençsiniz, güzelsiniz, bekârsınız. Burada ne arıyorsunuz? Diane elektrik akımına kapılmış gibi dikildi. Sesi kısılmıştı. Đki günden beri ilk kez konuşuyordu: – Madam, buraya, size ulaşmak, neredeyse iki yılımı aldı. Yığınla form doldurdum, sorgulandım. Geçmişimi, kazancımı, <“)/.<¦ I hayalımı didik didik etliler. Tıbbı nmaycııcleıdeıı, psikolojik lesllerden geçmek zorunda kaldım. Sigortamı aılıı dım, iki kez Bangkok’a geldim, bir servet harcadım. Şimdi aı lık dosyam tamamen düzenli, tamamen yasal. On iki bin ki lometre yol geldim, öbür gün de işimin başında olmak zorun dayım.

Onun için rica ediyorum, asıl konuya girebilir miyiz? Beton odada uzayıp giden sessizlik, yakıcıydı. Birden, bir (ebessüm yaşlı kadının yüzündeki kırışıklıkları yok etti: – Benimle gelin. Tepesi vantilatör pervaneleriyle dolu büyük bir odadan geçtiler. Pencereler boyunca perdeler salmıyor, fenol kokusu da, ateş dalgalarmca taşınmışçasına, havada asılı duruyordu. Metal karyolaların sıralandığı koridorlar boyunca her yaştan çocuk bağırıyor, oynuyor, koşuyor, bu sırada da bakıcıları durumu denetim altına almaya uğraşıyorlardı. Çocuk enerjisi, tatlı bir nekahet havasıyla karşılaşmışa benziyordu. Kısa süre sonra ürkütücü ayrıntılar görünmeye başladı. Sakatlıklar, gelişmemiş kol ve bacaklar, yaralar. Dia-ne’ın gözleri elsiz ve ayaksız bir bebeğe takıldı. Teresa Max-well açıkladı. – Güney Hindistan’dan, Andaman Dağlan’nın öte tarafından geldi. Hindu fanatikler ellerini ve ayaklarını kesmiş. Anasını ve babasını öldürmüşler. Müslüman oldukları için. Diane bulantının geri geldiğini hissetti.

Aynı zamanda, beyninden saçma bir düşünce geçti: “Bu kadın böylesi bir sıcakta o kazağı nasıl giyebiliyordu?” Teresa yürümeye devam etti. Yeni bir yatakhaneye girdiler. Yine yataklar. Bir de boşluğu dolduran renkli balonlar. Kadın bir yatağın üzerinde toplanmış bir grup genç kızı gösterdi: – Karenler. Anneleri ve babaları bir mülteci kampında diri diri yakıldı. Geçen yıl. Bunlar da… Diane eklemleri bembeyaz olana dek yaşlı kadının kolunu sıktı. – Madam, dedi soluk soluğa. Onu görmek istiyorum. Şimdi. Müdire neşesizce gülümsedi: – Orada. Diane başını çevirdi, yatakhanenin bir köşesinde, tüm yaşamının savaşını gördü: krepon kâğıdından yapılmış şeritlerle tek başına oynayan küçük bir oğlan. Onu hemen taI!> .lEAH-CIllÜSTOĐ’HE (ÎKANGE nıdı; polaroit resimlerini göndermişlerdi.

Omuzları öylesine zayıftı ki, rüzgârın yardımı olmasa, tişörtünü kaldıramayacağına yemin edebilirdi insan. Diğerlerinden çok dalıa soluk yüzü, yoğun bir dikkat belirtiyordu, çok yoğun, çok gergin, neredeyse asabi bir dikkat. Teresa Maxwell kollarını kavuşturdu. – Altı, yedi yaşında olmalı. Nasıl bileceğiz? Hakkında hiçbir şey bilmiyoruz; ne nereden geldiğini ne de başından geçenleri. Kampların birinden kaçmış olmalı. Ya da bir fahişenin doğurup da terk ettiği çocuklardan biridir. Ra-Nonğ’da, dilencilerin ortasında bulunmuş. Burada kimsenin anlamadığı bir dil konuşuyor. Sonunda, durup durup aynı iki heceyi söylediğini anladık, “lu” ve “sian”. Biz de adını “Lu-Sian” koyduk. Diane gülümsemeye çalıştı, ama dudakları donmuş gibiydi. Sıcağı, vantilatörleri, bulantılarını unutmuştu. Hâlâ uçuşan balonlan kenara itti, çocuğun yanına diz çöküp, oradan onu hayranlıkla seyre koyuldu. Mırıldandı: – Demek adın Lu-Sian.

Biz de sana Lucien deriz. Đkinci kısım Diane Thiberge’in çocukluğu, yaşıtlarından farklı geçmemişti. Her şeyi özenle, dikkatle, tutkuyla, kendini vererek yapan, istekli bir çocuk. Başını eğmiş, oynarken, öylesine ciddi görünürdü ki, büyükler onu rahatsız etmekten çekinirdi. Televizyon izlerken öylesine yoğun bir dikkat gösterirdi ki, ekrandaki görüntüleri gözlerinin içine sokmak ister gibiydi. Uykusu bile bir irade sonucu, tüm benliğiyle kendini verdiği bir karar gibiydi; sanki ertesi sabah aynı yataktan, her zamankinden daha canlı, daha parıltılı fırlamaya yemin etmişti. Diane güvenle büyüyordu. Akşam olduğunda çocukların kulaklarına fısıldanan masallarla uyuyordu. Geleceğine çizgi filmlerin, renkli kitapların, kukla oyunlarının renkli ve yanıltıcı filtresinden bakıyordu. Yüreği tüy doluydu, düşünceleri de nisan karı gibi, mutlu inançların çevresinde billurla-şıyordu. Her zaman onu alıp götürecek bir prens, balo saati gelince onu ışıkla giydirecek bir ana bulacağını biliyordu. Her şey, bir yerlerde, yazılmıştı mutlaka. Beklemek gerekiyordu. Diane da bekledi. Ama gelip onu kapanlar, başka güçler oldu.

On iki yaşındayken, içinde tuhaf arzular duymaya başladı. Vücudunun genişlediği, karmakarışık olduğu hissine kapıldı. Artık hafif istekler değil, yüreğine gizemli bir acı kazıyan ĐN J E A N – C H R 1 S T O P II E GRANGE karanlık ve ürkütücü titreşimler duyuyordu. Arkadaşlarına bahsetti bu hislerinden. Kızlar güldü, omuzlarını silkti, ama Diane onların da aynı duygulan tattıklarını anladı. Onlar sadece beceriksiz makyaj girişimlerinin ya da ilk sigaralarının dumanının ardına saklanmayı yeğliyorlardı. Böylesi bir strateji, Diane’a uygun görünmedi. Genç kız gerçeğin -gerçek ne olursa olsun- gözlerinin içine bakmak istiyordu. Üstelik kusursuz bir bilinçlilik yaşadığından emindi. Artık çevresindeki insanların yalanlarının, anlaşmalarının maskesini anında düşürebileceğini sanıyordu. Büyüklerin dünyası, kaidesinin dibine yıkılıyordu işte. Başlangıçtan beri örnek olarak gösterilen erkekler ve kadınlar şimdi gözlerine hesapçı, art niyetli, ikiyüzlü insanlar olarak görünüyordu. Başta annesi. Diane bir sabah doğumundan beri birlikte yaşadığı kadının onu sevmediğine, hiçbir zaman da sevmeyeceğine karar verdi. Sybille Thiberge ne derse desin ne yaparsa yapsın, genç kız örnek anne numaralarına kanmıyordu artık.

Tam tersine, giderek daha çekinir olmuştu annesinin oynadığı rolden. Fazla sarışın. Fazla güzel. Fazla çekici. Diane gözüne yapaylık belirtisi olarak görünen sadece annesine ve onun çekicilik yeteneğine dönük ayrıntıları hatırladı. Bir erkek iltifat eder etmez, kedi gibi miyavlaması… Çevrede bir erkek görür görmez, abartılı kahkaha merakı… Annesinin yaptığı her şey sahte, yapmacık, hesaplıydı. Bir yalan blokuydu annesi; ortak hayatları da bir kandırmaca, sahtekârlık. Diane bunun kanıtını kaza sırasında, haziran 1983’te, vaftiz annesi Đsabelle Ybert’in düğününden tek başına dönerken buldu. Sybille yeni sevgilisinin kolunda, ayrı gitmek istemişti. “Kaza”. Tanım uygun değildi, ama Diane, Nogent-sur-Marne’m dar sokaklarında başından geçeni böyle adlandırmak istemişti. Bugün bile olanları hatırlamak istemiyordu. Sadece söğüt yapraklarının, uzak ışıkların parıldadığı, yakında da bir kukuletalının soluğunun duyulduğu bir zaman dilimi… Olayın gerçekliğinden kuşkulanmaya başladığında da, bacak arasındaki kılların altında, derisini kabartan ince yara izlerini yoklaması yeterliydi. Böylesi bir kâbusun nasıl gerçekleşebildiğini bilmiyordu genç kız. Ama emin olduğu bir gerçek vardı; her şey annesiıı*ıı yüzündendi.

Bencilliğinin, kendi kaslı kalçalarının, sevgililerinin hırslı tutkusunun oluşturduğu kötülük dolu çemberin dışında kalan her şeyi kesinlikle görmezden gelmesi vü/.ünden. Zaten Diane’ı yalnız başına göndermesinin nedeni de bu değil miydi? Onu unutmamış mıydı? Bu saldırı, Di-.ıııe’m aradığı mahkûm ettirici kanıttı. Kesin kanıt. On dört yaşına basmak üzereydi. Sybille’e hiçbir şey anla I inadı. Annesi olan bitenden habersiz olursa, öcü daha kusursuz, daha eksiksiz olacakmış gibi geliyordu. Kendi ken-(lini iyileştirdi, üzüntüsünü bu sırla mühürledi. Öte yandan, okul başlar başlamaz yatılı yazılmak istediğini bildirdi. Sybille itiraz etmiş olmak için direndi, kısa sürede kızının işleğini kabul etti; anlaşılan bu fazla konuşmayan, çekicilik alanında rakibe olacakmış gibi görünen kızdan kurtulmak düşüncesi hoşuna gitmişti. Fazla konuşmayan, doğru, Diane fazla konuşmuyordu. I )üşündüğü için. Deneyiminden dersler çıkarıyordu. Demek (lünya, gerçek dünya şiddet, ihanet ve kötülükten başka bir şey değildi.

Hayat bu karşı konulmaz gücün, her insanın içinde bulunan, alevlenme fırsatı bekleyen nefret çekirdeğinin çevresinde oluşuyordu. Diane bu gücü incelemeye karar verdi. Dünyanın kurumlaşmış şiddetini yakalamak, izlemek, irdelemek. Đki karar verdi. Birinci karar, lise diplomasını aldıktan sonra, zamanını biyolojiye ve etolojiye hayvan davranışları bilimine ayırmaktı. Uzmanlık dalını çoktan seçmişti: yırtıcılar. Daha ayrıntılı olarak da, yırtıcı hayvanların, sürüngenlerin, hatta böceklerin kendi bölgelerine egemen olmalarına, yıkıcılık sayesinde hayatta kalmalarına imkân sağlayan av ve savaş yöntemleri. Şiddetin özüne dalmanın kendine göre yolunu bulmuştu. Her türlü bilinçten, hayatın mantığı dışında her türlü dürtüden arınmış, doğal şiddet. Bir de belki kendi kazasını yasallaştırma, onu çok daha yaygın, çok daha evrensel bir mantık çerçevesine oturtarak, korkunçluğunu hafifletme çabası. Buraya kadar, kafası içindi. Vücudu için ise, wing-chun’u seçti Diane. Kelime anlamıyla, “sonsuz bahar”. Wing-chun, şaolin boks ‘(t J E A N- C H R IS T O P H E GKANGE okullarının en hızlısı, en etkilisiydi. Anlatılanlara bakılırsa, yakın dövüşü destekleyen Budist bir rahibe tarafından geliştirilmiş bir yöntem.

Diane 1983 ders yılının başlamasıyla birlikte, Fontainebleau bölgesinde, okulunun hemen yanındaki özel wing-chun salonuna yazıldı. Bir yılda, olağanüstü bir yatkınlığı olduğunu gösterdi. O dönemde, bir metre yetmiş santim boyunda olmasına karşın, elli kilodan azdı. Leyleğe benziyordu ama, bir akrobat esnekliğine ve olağanüstü bir kas gücüne sahipti. ‘-. Ellerindeki cevherin farkına varan antrenörler, Diane’ı daha iyi bir eğitimden geçirmeyi, “wou-te” (savaş erdemi ve disiplini) öğretmeyi önerdiler. Diane kabul etmedi. Felsefe ya da kozmik enerji gibi sözler duymak istemiyordu. O sadece vücudunu bir silah gibi hazırlamak, böylece de asla bir daha faka bastırılmayacak bir kız olmak istiyordu. Ustalar -Asyalı katı bilgeler- bu saldırgan cevaplar karşısında üzüntüye kapıldı. Ama karşılarındakinin bir şampiyon olduğunu biliyorlardı; felsefe olsun olmasın, şampiyonlara her köşe başında rastlanmıyordu. Eğitim yoğunlaştı. Yarışmalar birbirini izledi. 1986 yılında, lise öğrencisi Thiberge gençler kategorisinde Fransa şampiyonu oldu. 1987’de Avrupa şampiyonasında gümüş kemer kazandı, 1988’de de altın kemere ulaştı.

Zaferlerini göz açıp kapayıncaya kadar kazanıyordu. Hakemler biraz şaşkın, seyirciler de hafif bir düş kırıklığına uğramış gibiydi. Diane hep yaklaşıyor, hep eğiliyor, gözlerini ellerinden ayırmadığı rakiplerine yapışıyordu. Kızcağızlar daha bir açık ararlarken, omuzlarını mindere yapışmış buluyorlardı. Genç sporcunun yükselişi durdurulamaz görünüyordu. Oysa 1989 yılında, Diane yarışmadan çekilmeye karar verdi. Yirmisini tamamlamak üzereydi, belki de bir mucize eseri, ne yüzünde ne de vücudunda darbe izi vardı. Şansının er ya da geç yüz çevireceğinden emindi; hem üstelik, amacına da varmıştı. y Olmak istediğini olmuştu işte. Her bakımdan tehlikeli, yaklaşılmamasında yarar olacak ,£enç bir kız. Üçüncü kısım O dönemde Diane Thiberge küçük walkman’inde bas yüklü bir Frankie Goes to Hollywood dinliyordu. Bayılıyordu bu gruba. Görüntüde çelişkili, ama burada benzersiz bir büyüyle birleştirilmiş çeşitli eğilimlerin kavşağında oldukları için. Her şeyden önce Frankie, doğrudan Liverpool’dan çıkma serserilerin, sert çocukların kurduğu bir gruptu. Üstelik post-dlsko olarak adlandırılıyorlardı, dans pisti üzerine her çıkanı keyiften kıpır kıpır kıpırdatacak, groove adlı yeni bir ritim geliştirmişlerdi.

Bir de “gay” grubuydu Frankie. En çılgınları; birbirini izleyen bu çığlıklar, bu barbarca titreşimler, bu dikkat çekici sloganlar, XIII. Louis’nin sarayından fırlamışa benzeyen bu deli kanlardan çıkıyordu. Bu özellik müzisyenlere serap gibi bir hafiflik, bir hareketlilik, bir çeviklik kazandınyordu. Grubun beşinci üyesi hiçbir şey çalmıyordu. Arada bir şarkı söylerse, ne âlâ… O sadece dans ediyordu, o sahnenin gerisinde, dert ceketinin altında köprücük -kemiklerini oynatan, “hareketli adamdı”. Diane ürperiyordu; evet, Frankie gerçekten de büyülü bir gruptu. Öğrencinin gece çılgınlığı walkman’le sınırlıydı. Dışarı çıkmıyor, dans etmiyor, kimseyle buluşmuyordu. Cardinal-Le-moine Mahallesi’ndeki küçük stüdyosunda etoloji kitaplarına dalıyor, her gece Lorenz’ln ya da Von Uexküll’ün yapıtlarını gözden geçiriyor, Macdonald’s’lan birbirt ardına deviriyordu. Ne var ki o akşam, harekete geçmeye karar vermişti. Nathalie – Öğretim ve Araştırma Kurumu’nda ağız sulandırıcı ne varsa pençesine geçirmeyi bilen, biyoloji pratik çalışmalarındaki bela – bir parti veriyordu, Diane da bu partiye gitmekte kararlıydı. Harekete ya bugün geçecekti ya da hiç. Öğrenmenin zamanı gelmişti. Diane o önemli geceyi sonradan çok hatırladı.

Saint-Michel Bulvarı’ndaki kesme taşlı binaya varışını, kadife kaplı geniş merdivenin sessizliğini. Sonra, üst katlardan tizlerin düşerce-sine inen boğuk titreşimleri. Titreşimlere uymaya çalışan yüreğinin gümbürtüsünü saltinleştirmeye çalışıyor, parmaklarını armağan olarak getirdiği soğuk şampanya şişesinin ensesinde kenetliyordu. Cilalı kapının ardından gelen gümbürtü öylesine şiddetliydi ki, kapıyı menteşelerinden nasıl sökmediğine şaşmak gerekirdi. “Duymayacaklar bile” dedi parmağını zile uzatırken. Daha parmağını çekmeye fırsat bulamadan açılan kapıdan müzik çağlayanları taştı. O anda Frankie’nin şarkıcısı Holly Johnson’ın “RELAX! DONT DO ĐT!” diye haykıran sesini duydu. Đyiye alamet; en sevdiği grup, onu sınavda yalnız bırakmıyordu. Kemikli yüzü abartılı bir makyajla parıldayan bir esmer, kapının eşiğinde eğilip bükülüyordu. Gorgon Nathalie, olduğu gibi işte. – Diane? diye haykırdı, gelmen beni süper sevindirdi… Kız onu baştan aşağı süzerken, Diane duyduğu yalana gülümsedi. Diane sedef düğmeli uzun siyah bir yelek ve koyu pamukludan -o dönem genç kızların vücuduna egemen olan kumaş- uzun bir don giymişti. Üzerine de kocaman bir manto, o da siyah. – Pijamanı ve şilteni de getirseydin bari, dedi Nathalie alayla. Diane iki parmağıyla genç kızın siyah taftadan elbisesini yokladı.

– Bu akşamki kıyafet balosu değil miydi yoksa? Nathalie bir kahkaha patlattı. Elinden şampanya şişesini alıp bağırdı: – Đçeri gir. Üzerindekileri dipteki odaya bırak. Đçeride parti tüm hızıyla sürüyordu. Mantosunu bıraktıklaıı sonra, büfenin yanma, kimseyi tanımayanların buluşma noktasına dikildi. Ne olursa olsun, sonuna kadar uyanık kalmak için, tek bir kadeh bile içmemeye yemin etmişti. Ne var ki, sıkıcı bir saatin sonunda, üçüncü şampanyasınday-dı. Küçük yudumlar alıyor, bu arada da gözünü dans pistinden ayırmıyordu. Đnce iş başlamıştı. Gece davetleri konusunda fazla tecrübeli olmasa da, tören düzeni hakkında oldukça fazla şey biliyordu. Geceyarısı, peşrevi başlatıyordu. Kızlar dans ediyor, oldukları yerde dönüyor, saçlarını ve kalçalarını gözler önüne seriyor; bu sırada da erkekler geri çekilmiş, bekliyorlardı: çaktırmadan bakmalar, tebessümler, yakınlaşma şakalan… Sabahın ikisinde, herkes canlanmaya başlıyordu. Müzik daha da yükseliyordu. Alkol yasakları süpürmüştü. Artık her umuda izin vardı.

Oğlanlar harekete geçiyor, kalabalığın üzerinden seslenip, avlarına dalıyorlardı. Kalabalığı çılgınlığın eşiğine, yine Frankie götürdü. “Two Tribes.” Diane’m her bir notasını, her bir tınısını ezbere bildiği, vahşi bir ritimle desteklenmiş, savaşa karşı ayaklanma şarkısı. Bu kez, kendini müziğe bıraktı. Çekirge bacaklarını olabildiğince kollayarak, ötekilerin arasına atıldı. Ona doğru çevrilmiş bazı bakışlar yakaladı. Đnanmakta güçlük çekti. Çekingenliğinin, insanları ürküttüğünün de farkındaydı. Güzelliği, dalgalı saçlan ve uzun boyu, hayranlarını çoğu kez uzak tutuyordu. Ama bu gece, hiç kuşku yoktu; birkaç cesur, ona laf bile atmıştı. Şimdi artık vücudunun hafif salınmalarla hareket ettiğini, ritmin üzerinde asılı kalıp diğerlerin arasında dolaştığını hissediyordu. Đşte o zaman, çocuklardan biri, rock yapmak için elini tuttu. Dünyanın bütün dans pistlerinde, nasıl bir müzik duyarsa duysun, en karmaşık adımlar atmaya meraklı biri vardır hep. Diane hemen geri çekildi.

Karşısındaki ısrar etti. Diane ellerinin ayasını kaldırdı, tehdit eder gibi. Hayır. Rock yapmayacaktı. Hayır. Kimse elini tutamazdı. Kimse, hiçbir şeyine uzanamazdı. Çocukcağız bir kahkaha atıp kalabalığa karıştı. Diane bir süre öylece kaldı, sanki temastan yanmış gibi, eline baktı. Sendeledi, geriledi, sonra duvara dayanarak ‘ / >!¦ A N ( 11 K I s i o I’ II K (. K A N O K. çöktü. El yordamıyla, yere bırakılmış, yarısı dolu bir şampanya kadehi buldu. Bir dikişte bitirdi, sonra hareket etmeden, kadehine sarıldı. Üzüntü çevresini sarıyordu.

Bu sahne, acımasız gerçeği hatırlatmıştı. Kendine dokunulmasına dayanamıyordu. En küçük bir dokunmaya, en ufak bir okşayışa. Temas fobisi. Sabahın üçünde, müzik daha derinden gelmeye başladı. Laurie Anderson’dan “O Superman.” Büyüleyici iç çekişlerle bölünmüş, tuhaf bir ninni. Şansını son kez deneme zamanı, loşlukta, şarkının nağmelerinin etkisinde kalmış, birkaç yalnız hayaletten başka kimse görünmüyordu. Birkaç inatçı avcı. Yenilgiyi kabul edemeyen bir iki zavallı kızcağız. Diane allak bullak yüzleri, sendeleyen gölgeleri izledi. Cesetler ve leş yiyicilerle kaplı bir savaş meydanına bakar gibi. Gidip mantosunu aldı, sonra üstü boş şişe dolu büfenin yanından geçti. Aklı dışarıdaydı bile. Aklını başına getirecek, böylelikle bozgununun nedenini araştırmasına izin verecek soğuk havayı düşlüyordu.

Đşte o an, beline dolanan elleri hissetti. Büfeye dayandı, bir yay gibi gergin, döndü. Çevresinde soluklan alkollü üç herif vardı. – Hey çocuklar, gece daha bitmedi… Saldırganlardan biri, yeniden ellerini uzattı. Diane adamı bir kalça hareketiyle atlattı ve masaya döndü. Mantosunu bıraktı, eline bir kadeh alıp içer gibiyapti. Bir an, adamların gittiğini düşündü ama, alkollü soluk ensesini yaladı. Elindeki kadeh parçalandı. Parmaklarının arasındaki cam parçasının kenarında, dudak boyasının Merini gördü. Avucunu camın üzerine dayadı, etinin kesildiğini duydu. – Beni rahat bırakın, diye homurdandı. Arkasındaki herifler kıkır kıkır gülüyorlardı. – Oh, oh, demek zor kadını oynayacaksın! Yakıcı gözyaşları, gözlük çerçevesinden kurtuldu. Açık açık, “Sakın yapma” diye düşündü. Ama sarhoşlardan biri kulağının hemen dibinde emme gürültüsü çıkarıyor, kutu, yarık öyküleri anlatmaya çalışıyordu.

“Sakın yapma” diye yineledi kendi kendine. Oysa gözlüğünü çıkarmış, saçlarını ensesinde toplamıştı bile. Daha hareketini tamamlamaya I irsal bulamadan, berillerden biri elini yeleğinin allına soktu. Memelerine değen parmakların sıcaklığını hissederken, alaycı sesi duydu: – Beni tahrik etme, yavru, ben… Çenenin çatırtısı, “Art of Noise”un sesini bastırdı. Çocuk şömineye doğru uçtu, yüzünü mermerin köşesine çarpıp yardı. Diane bir dirsek darbesi vurmuştu: jang tow. Bir kez daha “HAYIR” dedi kendi kendine, ama eli öküz çenesi şeklini aldı, ikinci saldırganın kaburgalarında patlayıp, tek bir çatırtıyla kırdı. Saldırgan büfenin üzerine yığılıp, binlerce şangırtı ve örtü hışırtısı çıkardı. Diane hareket etmiyordu. Wing-chun mutlak bir hareket ve soluk yönetimine dayanır. Üçüncü serseri kaybolmuştu. Đşte o zaman çevresindeki korkulu yüzlerin, rahatsız mırıltı-lanrı iarkına vardı. Gözlüğünü taktı. Şaşkınlık içindeydi; yarattığı şiddetten ya da skandaldan dolayı değil. Kendi sakinliğinden.

Sağında, Nathalie’nin sesini duydu: – Has… hasta mısın, nesin? Diane yavaşça ev sahibesine dönüp, mırıldandı: – Çok üzgünüm. Odayı boydan boya geçti, sonra omzunun üzerinden, bir kez daha haykırdı: – Çok üzgünüm! Saint-Michel Bulvarı tam da umduğu gibiydi. Issız. Buz gibi. Aydınlık. Diane gözyaşları içinde yürüyordu, bir yandan onuru kırılmıştı. Beklediği kanıtı bulmuştu. Hayatının hep böyle, toplumun dışında, diğerlerinin uzağında geçeceğinin kanıtı. Bir kez daha, başlangıçtaki olayı düşündü. Đçindeki en doğal dürtüyü kıran, vücudunun etrafına şeffaf, anlaşılmaz -ve geçit vermez- bir duvar ören o korkunç sahneyi. Söğütleri, ışıklan yeniden gördü. Ağzındaki otlan, kukuletalının soluğunu yeniden yaşadı. Bir nefret dürtüsüyle, annesinin yüzünü gördü. Dudaklarında bitkin bir tebessüm belirdi; bu gece, kimseden nefret edemeyecek kadar güçsüzdü. Fıskiyesi ışıl ışıl Edmond-Ros-tand Meydanı’na vardı, sol tarafta Luxembourg Bahçelerl’nin davetkâr çalılıkları.

Đçinden gelen dürtüyle koştu, san ve sik I S I O I’ II i: O k A N G yah parmaklıkların arasından uzanan ağaç yapraklarını okşadı. Öylesine hafifti ki, bir daha hiç yere inmeyecekmiş gibi hissediyordu kendini. f Bütün bunlar, 18 kasım 1989 cumartesi günü oldu. Diane / Thiberge yirmi yaşındaydı ama, biliyordu; genç kız hayatını ^sonsuza dek gömdüğünü biliyordu. Dördüncü kısım – Bir isteğiniz var mı? – Hayır, teşekkür ederim. – Emin misiniz? Diane bakışlarını kaldırdı. Mavi üniformalı hostes ona gülümseyerek ve anlayışla bakıyordu. Onu iyice öfkelendiren bir bakışla. Bangkok’tan havalanır havalanmaz, çocuk için önerilen “çocuk mönü”sünün böreklerini kesmeye çalışıyordu. Plastik çatal bıçağın parmaklarının arasında eğilip büküldüğünü, böreklerin kaba hareketleri karşısında parçalanıp dağıldığını görüyordu. Herkes ona bakıyor, beceriksizliğini, gerginliğini seyrediyor gibi geliyordu. Hostes kayboldu. Diane çocuğa yeni bir lokma uzattı. Ağzını açmıyordu işte. Ne yapacağını bilemez bir halde, yüzü yeniden kıpkırmızı oldu.

Bir kez daha, alev alev yüzüyle, salkım saçak saçlarıyla ve siyah gözlü çocuğuyla nasıl göründüğünü düşündü. Bu hostesler kim bilir kaç kez böyle bir sahneye tanık oluyorlardı? Pusulalarını şaşırmış, titrek, kaderlerini bavullarında taşıyan Batılı kadınlara? Mavi gölge yeniden göründü. “Birkaç şeker?” Diane gülümsemeye çalıştı: “Hayır, gerçekten, her şey yolunda.” Bir iki sefer yedirmeye çakşü, boşuna. Çocuğun gözleri, ekrandaki çizgi filme çivilenmişti. Diane bir öğünü kaçırmanın, devlet sorunu olmayacağını düşündü. Tepsiyi kenara itti, kulaklıkları Lucien’ın kafasına yerleştirdi, sonra durakladı. Hangi dili ‘.S .1 1-: AN CUKĐyTOl’IIE G U A N Ci 1C seçecekti? Đngilizce mi? Yoksa Fransızca mı? Yoksa sadece müzik kanalını mı? Her ayrıntı, kafasındaki karışıklığı daha da artırıyordu. Müzikte karar kıldı, sesini özenle ayarladı. Uçaktaki hava yatıştı. Yemek tepsileri götürüldü, ışıklar loşlaştı. Lucien daha şimdiden uyukluyordu. Diane onu sağındaki boş koltuklara yatırdı, sonra o bilindik ekose battaniyenin altına kıvrılarak, gözlerini kapattı.

Genellikle, uzun uçuşlar sırasında, en sevdiği saatlerdi bunlar; loş kabin, uzakta yanıp sönen ışıklı ekran, battaniyelerinin ve kulaklıklarının altında, kozalarına çekilmiş gibi, hareketsiz yolcular… Sanki her şey asılı gibi, bulutların üzerinde bir yerde, uyku ile yükseklik arasında süzülüyor gibi. Diane kafasını koltuğun yastığına dayadı ve hareket etmemeye çalıştı. Kasları giderek gevşedi, omuzlan yavaş yavaş düşmeye başladı. Sükûnetin yeniden damarlarında dolaştığını hissetti. Gözleri kapalı, gözkapaklannm siyah perdesi ardında, kafasından onu buraya, hayatının bu temel dönemecine getiren olayları geçirmeye girişti. Sportif başarıları ve toplumsal girişimleri geride kalmıştı. Diane 1992 yılında etoloji doktorasını en iyi dereceyle aldı: “Kenya’da, Masai Mara Ulusal Parkı’ndaki büyük etoburların av stratejilerini ve av bölgelerini yönetim yöntemleri”. Diplomayı alır almaz, doğanın incelenmesine ve korunmasına büyük fonlar ayıran özel vakıflar için çalışmaya başladı. Diane, Sundarbands kaplanlarını koruma projesi çerçevesinde Güney Sahra’ya, Güneydoğu Asya’ya, başta Bengal olmak üzere Hindistan’a sık sık gitmişti. Aynı zamanda da tek başına izleyip gözlediği, ülkenin en kuzeyindeki Kuzeybaü Toprakları’na kadar peşlerinden gittiği Kanada kurtlarının yaşam tarzları hakkında hazırladığı, bir yıllık bir inceleme çalışmasıyla da dikkat çekiyordu. Bundan böyle incelemeler yapıyor, seyahat ediyor ve tek başına bir göçebe yaşamı sürüyor, kısacası çocukluk düşlerine uygun olarak doğanın içinde yaşıyordu. Her şeye ve herkese, korkularına, gizli tutkularına rağmen, sadece kendine özgü bir mutluluk kurmuş, güçlü bir bağımsızlığa sahip olmuştu. Ne var ki 1!)<)7 yılı onun için yeni bir kilometre taşı olanaklı. Yakında otuz yaşına girecekti. Tek başına bir anlamı yoktu bunun.

Özellikle de Diane gi-I >i biri için; ince uzun vücudu, açık havada geçirdiği hayatı onu zamanın törpüsüne karşı herhangi birinden çok daha iyi korumuştu. Oysa biyolojik bakımdan, 3 sayısı bir dönüm noktasını belirtiyordu. Hayat bilimleri uzmanı olarak, rahmin o yaşta yavaş yavaş işlevini yitirmeye başladığının farkındaydı. Aslında, sanayileşmiş ülkelerdeki âdetlere rağmen, kadının üreme organları çabuk harekete geçmek üzere tasarlanmıştı: Diane’ın sık sık karşılaştığı, henüz on beşine bile basmamış Afrikalı küçük anneler gibi. Bu otuz sayısı ona en temel gerçeklerden birini hatırlatıyordu; asla çocuğu olmayacaktı. Basit ve anlaşılır bir nedenle: asla bir sevgilisi olmayacaktı da ondan.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir