Jean Echenoz – 1914

Anthime öğle yemeğini yedikten sonra bisikletle bir gezintiye çıktı, çünkü hava buna inanılmaz uygundu ve cumartesi günündeydik, işi sayesinde aylaklık edebildiği bir gün. Ağustos ayının güzel güneşinden yararlanmayı, biraz egzersiz yapıp kır havası solumayı, kuşkusuz çimenlere uzanıp kitap okumayı tasarlıyordu. Tel sepete sığmayacak kalınlıkta bir kitap almış ve bagaj lastiğiyle bisikletine bağlamıştı. Serbest pedalla, on küsur kilometre düz yolu kolayca kat edip kenti ardında bırakmıştı ki önüne bir tepe çıkınca pedalların üstünde ayağa kalkıp bisikletinin üstünde soldan sağa kalça sallamak ve ter atmak zorunda kaldı. Büyükçe bir tepe değildi bu, Vendee bölgesinde bu yükseltilerin nasıl olduğunu biliyoruz, hafif bir tümsek, ama manzarayı izleyebileceğimiz kadar yüksek. Anthime bu yüksekliğe çıkınca, aniden tantanacı bir rüzgâr koptu, az kalsın kasketi uçup gidecek, bisikletinin dengesi bozulacaktı. Kilise adamlarının kendileri için tasarlamış olduğu Euntes marka sağlam bir bisikletti bu, gut hastalığına yakalanmış bir köy papazından satın alınmıştı. Bölgede yaz ortasında, özellikle de böyle güneşli bir havada, bu kadar canlı, gürültülü ve ani hava hareketleri nadir olur, bu yüzden Anthime bir ayağını yere basmak zorunda kaldı, diğer ayağı pedaldayken bisikleti yana eğdi, bir yandan da sağır edici fırtınanın ortasında kasketini alnına yapıştırmaya çalışıyordu. Sonra çevresindeki manzaraya dikkat etti. Çepeçevre serpiştirilmiş köyler, bol bol tarla ve otlak. Buradan okyanus görülmüyordu, ama varlığı hissediliyordu, yirmi kilometre batıda nefes alıp veriyordu, Anthime okyanusa dört, hatta beş kez gemiyle açılmıştı, balık avlamayı hiç beceremediği için av günlerinde arkadaşlarına pek faydası dokunmamıştı, ama yine de muhasebecilik mesleği sayesinde bu avlara katılabiliyordu, rıhtıma döndüklerinde uskumruları, mezgitleri, pisibalıklarmı, kalkanları ve diğerlerini ayırıp saymak hep makbule geçiyordu çünkü. Ağustosun ilk günündeydik ve Anthime manzarayı şöyle bir süzdü. Ondan başka kimseciklerin olmadığı bu tepeden bakınca, bir çan kulesi çevresinde alçak duvarlı evlerin kümelendiği, nadiren geçen otomobillerden çok tahıl hasadım taşıyan öküz ve at arabalarının gidip geldiği ince bir yol ağıyla birbirine bağlanmış salkım salkım beş altı kasaba görünüyordu. Bütün diğer sesleri örten, ayrıca Anthime’i şapkasının siperini tutmaya zorlayan gürültülü ve gerçekten mevsime göre alışılmadık ani rüzgâr yüzünden bir anlığına bozulmuş olsa da, hiç kuşkusuz hoş bir manzaraydı bu. Sürekli hareket eden havanın sesinden başka hiçbir şey işitilmiyordu, öğleden sonra saat dörttü.


Anthime dalgın bakışlarını bir kasabadan diğerine gezdirirken o güne kadar hiç karşılaşmadığı bir şey oldu. Çan kulelerinin tepesinde hep birden ve bir anda bir hareketlenme başlamıştı, minik ama düzenli hareketlerdi bunlar; siyah bir kare ile beyaz bir kare, her iki ya da üç saniyede bir, yanıp sönen ışıklar gibi belirip kaybolmaya başlıyor, fabrikalardaki bazı makinaların otomatik supabını andırırcasına bir açılıp bir kapanıyordu. Anthime, açılıp kapanan şalterlere ya da göz kırpmalarına benzeyen bitmek bilmez hareketleri, tanımadığı kişilerin uzaklardan yolladığı bu işaretleri izledi, ama anlayamadı. Derken, ortaya çıktığı gibi aniden kesiliveren rüzgârın baskın uğultusu yerini, o ana kadar üstü örtülmüş bir gürültüye bırakıverdi. Aslında bunlar çan kulelerinin üstünde hareketlenmeye başlayarak ciddi bir düzensizlik içinde, tehditkâr biçimde, hep birlikte çalan çanlardı. Anthime çok genç olduğu için pek fazla cenaze törenine katılmamıştı, dolayısıyla böyle bir şeyle de karşılaşmamıştı, buna karşın çanların tonunu tanıdı. Çanları böyle çok nadir çalardık, bu hareketliliğin görüntüsü sesinden önce ulaşmıştı ona. Dünyanın şimdiki durumunu düşündüğümüzde çan sesleri kesinlikle seferberlik anlamına geliyordu. Tıpkı herkes gibi, Anthime de pek inanmasa da bunu biraz bekliyordu, ama bunun bir cumartesi günü olabileceği aklına gelmezdi. Hemen harekete geçmeksizin, çanların törensi edayla çalışını neredeyse bir dakika izledi, bisikletini düzeltip ayağını pedala koydu, kendini yokuş aşağı bıraktı, oradan da evinin yolunu tuttu. Kaim kitap ani bir sarsıntı sonucu Anthime farkına varmadan düştü, Aures habet, et non audet (Kulakları vardır ama duymazlar) başlığını taşıyan bölümlerden birinin sayfaları üzerine, karnının üstüne, yolun kenarında, ebedi yalnızlığı içinde buldu kendini. Kente girişinden itibaren Anthime insanların evlerinden çıkmaya başladıklarını ve bir araya gelip kümeler oluşturarak Place Royale’a. doğru yürüyüşe geçtiklerini gördü. Erkekler sinirli gibiydiler, sıcaktan mayışmış, sağa sola bakıp birbirlerine sesleniyorlar, kendilerinden pek de emin görünmeksizin, anlamsız hareketler yapıyorlardı. Anthime eve dönüp bisikletini bıraktıktan sonra, artık bütün sokaklardan meydana doğru akan kalabalığın arasına karıştı; meydanda gülümseyen insanlar bayrakları ve şişeleri havaya kaldırıyor, hararetle konuşuyor, birbirini sıkıştırıyor, insan kümeleri taşıyan at arabalarına zorlukla yol açıyorlardı.

Herkes seferberlikten çok memnuna benziyordu. Ateşli tartışmalar, ölçüsüz kahkahalar, marşlar ve şarkılar, kişnemeler arasına sıkışan hamasi nidalar. Anthime bir tuhafiye dükkânının bulunduğu meydanın karşı tarafında, Crebillon sokağının köşesinde, heyecan ve terden kızarmış, bu hareketli insan yığınının uzağında, Charles’m karaltısını gördü, bakışlarım yakalamaya çalıştı. Bunu yapamayınca, insanların arasından ona doğru yol açmaya çalıştı. Kalabalığın uzağında duran, fabrikadaki bürosundaymış gibi takım elbise giymiş, açık renk ince kravat takmış Charles, sevgisiz bakışlarını nümayişe dikmişti. Boynunda Girard & Boitte tan alınmış Re ve ideal marka fotoğraf makinası asılıydı her zamanki gibi. O yöne doğru yürüyen Anthime bir kasılıp bir gevşemek zorunda kaldı, birbirine ters işler, ama Charles’ın varlığıyla ne olursa olsun içinde doğan cekıngence sıkıntıyı yenmek için gerekliydi bu. Öteki onun gözlerinin içine baktı, sonra bakışı Anthime’in serçe parmağında bulunan şövalye yüzüğüne kaydı. Bak şu işe, bu da nerden çıktı şimdi. Bir de sağ eline takmışsın. Daha çok sol ele takılır bu. Biliyorum, diye onayladı Anthime, süs için değil, bileğim acıyor. Ha, oyle mi, dedi Charles, peki tokalaşırken rahatsız etmiyor mu. Çok az tokalaşırım, dedi Anthime, ayrıca bir de avcum-daki ağrılar için takıyorum zaten, acıyı dindiriyor. Biraz ağır, ama işe yarıyor.

Manyetizması var, anlayacağın. Manyetizma, diye yineledi Charles atom kadar gülümsemeyle, burnundan yine atom kadar nefesi dışarı atarak, başını sallayıp omuzlarını silkerek ve gözlerini kaçırarak – bir saniye içinde beş hareket ve Anthime daha da alındı. Ee, dedi işaret parmağıyla pankart sallayan bir insan kümesini gösterip konuşmayı sürdürmeyi deneyerek, sen ne diyorsun bu işe. Kaçınılmazdı zaten, diye karşılık verdi Charles, soğuk soğuk bakan gözlerinden birini kapatıp diğerini makinanın vizörüne yapıştırarak, ama bu en fazla on beş günlük iş. Yok, yok, diye karşı çıkmaya cesaret etti Anthime, ben bundan pek emin değilim. İyi o zaman, dedi Charles, yarın görürüz. Ve ertesi sabah hepimiz kışlada buluştuk. Anthime çok erkenden gitti, yolda av ve kahvehane arkadaşlarıyla, Padioleau, Bossi, Arcenel’le buluştu. Arcenel önceki gece kutlamanın çok geç saate kadar sürmesinden yakınıyordu yarım ağız: hemoroit, alkol sersemliği. Narin, biraz çekingen, zayıf ve parlak yüzlü Padioleau, mesleği kasaplık olmasına rağmen tombul kasap çırağı görünümünün tam aksine sahipti. Bossi mezbahacı görünümüne sahip olmaktan pek memnun olmasa da aslında mesleği buydu. Arcenel ise herhangi özel bir görünümü olmayan, hırdavatçılık mesleğini icra ediyordu. Ama bu üçü, her biri kendi tarzında hayvanlarla çok ilgileniyorlardı, çok şey görmüşlerdi, bir hayli fazlasını da göreceklerdi. Tıpkı diğer erken gelenler gibi bedenlerine uyan üniforma almaya hak kazandılar, oysa öğleye doğru hâlâ kibirli ve soğuk duran Charles’a bu tavrı, üstüne pek uymayan kıyafetlere patlamıştı. Ama kibirli kibirli itiraz edip müdür yardımcısı konumunu ileri sürerek küstahça rezalet çıkarmaya başlayınca, o soğuk kalantora uymuş görünen bir parka ve kırmızı bir pantolonu başkalarından – açıkçası Bossi’den, bir de Padioleau’danalıp verdiler, oysa o bunlara iğrenmiş gibi bakıyordu.

Bu nedenle Padioleau kendini parkası içinde deli gibi yüzerken buldu, Bossi ise, ömrünün geri kalan kısmında bu pantolona asla uyum sağlayamayacaktı. Yirmi üç yaşında, kendi yaşıtı neredeyse bütün erkekler gibi bir bıyıkla işaretlenmiş, nadiren tebessüm eden, sıradan suratlı, üniformasını her zamanki iş kıyafetinden daha heybetlice taşıyor gibi de görünmeyen, orta boylu eleman Anthime, gidip Charles’la konuşmayı düşündü. Charles ise yirmi yedi yaşındaydı, yüzündeki ifadesizliğin ya da bıyığın Anthime’den aşağı kalır yanı yoktu, ama ondan daha çevik, daha uzun, daha canlıydı, dingin ve buz gibi bakışlarla bakardı dünyaya, temastan oldum bittim kaçınırdı ve aralarında kuşkusuz Anthime’in de bulunduğu alt tabakadan kim olursa olsun muhatap almazdı. Bu yüzden Anthime ona yanaşmak yerine, pantolonuna küfürler savuran Bossi’yi yatıştırayım bari diyerek, arkadaşlarının yanma gitmeyi yeğledi. Anthime yine de Charles’a doğru son bir kez döndü, onun tütün kutusundan sigara çıkarışını, kutuyu cebine geri koyusunu, sonra da, birden fark edip, en yakınındaki subaya da sessizce sigara ikram edişini seyretti. Ardından, aylardan beri tıpkı önüne ne gelirse çektiği gibi o subayın da fotoğrafını çektiğini gördü, bu iste, kısa bir süre önce bazı fotoğraflarının Le Miroir ve L’Illustration gibi amatör fotoğrafçılık dergilerinde yayınlanmasını görecek kadar ustalaşmıştı. Sonraki günler kışlada her şey çabuk gelişti. Son yedekler de geldikten sonra seferberlikçileri kaydettiler, otuz dört ila kırk yaşlarındaki yaşlı heriflerdi bunlar, hemen talime sokup canlarını çıkardılar ve doğrusu, pazartesinden perşembeye kadar bu talimler birbirini kovaladı, aksam olduğunda kimsenin mecali kalmıyordu. Sonra mangalar oluşturulduğunda işler daha da ciddileşti: Anthime, 10. bölüğün 11. mangasmdaydı, bunlar da sırasıyla 5. ordu, 11. kolordu, 21. piyade tümeni, 42. birlik, 93.

piyade alayına bağlıydı. Yaka numarası 4221’di. Yedek kumanyalarla birlikte cephane de dağıtıldı ve o günün akşamı, yine herkes epey içmişti. Kendimizi ancak ertesi gün asker gibi hissettik. Sabah alay yürüyüşe başlamış, sonrasında manevra alanında yüzbaşı tarafından teftiş edilmiş, öğleden sonra, tren saati gelinceye kadar, kentte resmigeçit yapmıştı. Geçit töreni neşeliydi, her biri üniforması içinde dimdik yürüyor, önüne bakmaya çalışıyordu. 93. alay caddeyi ve kentin geniş sokaklarını kat etti, insanlar sokak kenarlarında alkışlarını, çiçeklerini ve cesaretlendirici sözlerini esirgemiyorlardı. Charles elbette birliğin en önünde yer almanın yolunu bulmuştu, yanında hâlâ üniformasına alışamamış Bossis, hep arkasından şikâyet eden Arcenel ve Padioleau -annesi parkasını omuzdan ve kol ağızlarından küçültmeye zaman bulabilmişti- ile birlikte birliğin ortasında yer alıyordu. Diğerleriyle şakalaşarak ama bu arada adımlarına da dikkat ederek, gururla yürüyen Anthime caddenin sol kaldırımında Blanche’ı görür gibi oldu. Önce benzettiğini düşündü, ama hayır, bu oydu, Blanche’tı, bayramlıklarını giymişti, açık pembe etek ve mevsimlik mor yelek. Güneşe karşı silah olsun diye, başının üstünde geniş bir şemsiye açmıştı, oysa biz, askerler, şakakları fena halde sıkan kepin, talimatlara göre sıkıca sarılmış ama o gün henüz sırta yük bindirmeyen çantanın altında sürekli olarak ter atıyorduk.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir