Etnoloji, “İnsan Bilimleri” denen daha pek çok bilim dalıyla birlikte, tıpkı Çiçeron’un gururuyla, atalannın ilkinin kendisi olduğunu durmadan yinelernekten çekinmeyen zıpçıktı gibi, her seferinde öyküsünü yeniden anlatmak özelliğini paylaşıyor. Matematikçiler, Sümer ve Akş.t’tan beri, soyağaçlanm yİnelernek gereği duymuyorlar, ne de Tir’deki lal kumaş boyacılan ve cam üreticilerinden beri kiroyacılar ve ne de Arkhimides’in halef ve selefierinden beri, fizikçiler. Bazen kibirli bir edayla Bilimin Tarihi’ne dönüşen şu bilim öyküleri, insan aklının kaçınılmaz yolculuğunu anlatmaya yöneldiklerinden, boşinançlann ve büyülerin karanlıklarında çakan ilk kıvılcımdan başlayarak, insana maddenin tekniklerine egemen olmasını sağlayan muzaffer maddeciliğin gelişine kadar, yine de güvence desteğine muhtaç. Etnoloji de, en azından modern bölümünde kurala bir istisna getirmedi. T. K Penniman, iyi bilinen yapıtı A Hundred Years of Anthropology (Antropolojinin Bir Yüzyılı)’nda, üçüncü baskısının önsözünde şöyle yazıyor: “Bu eserin birinci baskısının 1935’te yayınlanması gerektiğini öğrendiğimde, A Hundred Years of Anthropology. başlığının özellikle uygun düşeceğini düşündüm, çünkü . 1835, Darwin’in, Galapagos adalarını ziyaret ettiği ve ilerde, 1859’da, Türlerin Kökeni ile doruğuna varacağı ça7 lışmalannın başlangıcını keşfettiği yıl dı.” Şöyle ki, eğer bilimlerin -Bilim’in- öyküsü bir “ilerleme”yi göstermek isterse, bir çıkış noktasına gereksinimi var’: Arkhimides’in harnarnda yıkanması, Hewton’ın elması, Darwin’in Beagle adlı gemiyle çıktığı yolculuk, ki “Kolomb’un yolculuğu örneği”, yeni bir dünyanın keşfiyle sonuçlanacaktı. · Ama belki de bu beklenmedik çikış noktalarını, kişisel ya da kollektif bir fikrin, uzun düşüncelerden sonra, birer varış noktaları gibi kabul etmek gerekiyor: Ya da daha basitçe, Darwin’in durumundaki gibi, duygusal bir önyargı gibi; Türlerin Kökeni, 24 Kasım 1859’da yayınlandı. Bu arada Prens Albert ziyaretçilere, çeşitli Avrupa ülkelerinin sanayi ve sanat ürünlerini kıyaslama olanağı veren ilk Uluslararası Sergi’nin açılışını yapmıştı. Başkası’nın bu şekilde keşfi, “Türlerin Kökeni”nden ve olguları, tutarlı bir bütünlüğe katmaya fırsat veren sistemlerin yayınlanmasından çok daha önem taşıyordu. Bu da bizi etnolojik “düşünce” diyebileceğimiz üç zaman belirlemeye götürüyor: – Başkası’nın keşfi; – Gözlemci için belirgin şu başkasılık duygusunun altını çizen ya da güçlendiren olguların toplanması; – Bu başkasılığı -geçici olarak- tatmin edici biçimde açıklamaya fırsat veren bir düşüncenin yapılanması. “Zaman” ve “düşünce” sözcükleri burada amaçlı kullanıldı. Aslında bir keşif, yeni bir “bilim”in rayına oturtulması sırasında vazgeçilmez biçimde aşılması gereken aşamalar sözkonusu değil. Okur, bir aynı çağda, bazen aynı yazarda, bu üç zamanın, Başkası’na bir aynı yaklaşımda, birbirle8 riyle kanştığmı görebilir: “Zamanlar”dan biri, bu durumda sadece ayrıcalıklı hale gelecektir. “Düşünce” deyimi de, gözlemcinin başkasılığı ancak kendini keşfetmek, içinde yaşadığı toplumu ve çağını anlamak için arayacağı özel bir yolu vurguluyor. Kendisine uzat.ılan bu aynada, duruma göre, umut nedenleri, adı konmamış bir barbarlığın ortasında, tek düşünce biçimi olasılığına, tek uygarlığa sahip insan olmanın gururunu bulacak. Ayrıca rastladığı en garip geleneklerin, kendi yaşam biçimine çok yakın olduğunu ya da vahşetin, yalnız bir kavim ya da bölgeye özgü bir özellik olmadığını da bulabilir. Olgulan yorumlamaya fırsat verecek sistemler, bunlardan doğacak. Hatta sistemler bazen, olgulara pek aldırmayan filozoflann düşüncelerinden meydana gelecek: Örneğin Auguste Comte ve onun Paris’te, 1830 ile 1842 arasında yayınlanan Pozitif Felsefe Dersleri; örneğin, ondan çok daha önce, insanı hayvanlıktan, vahşlliğe, barbarlığa, sonra da uygarlığa götüren ve yüzyıllar boyunca aynı yolu çiğneyen Lucrecia ya da Aristoteles ve kalabalık topluluk … O zaman bir uygarlığın sınırsız düşsel dünyasında kanıtlar aramaktan baş�a yapacak kalmıyor. Bir düşüncenin çevresinde ekoller doğuyor, yapılanıp yükseliyor; başkalan da, çok daha sonra, gözlemlenecek olgulann toplanmasını -başkasılığın ölçütlerini- en öne yerleştirmeyi, bunlan incelemeyi, sınıflandırmayı ve en sonunda, ama en sonunda da, bundan bir “düşünce” çıkarmayı değil, bunun yerine, dağınık öğelerin yardımıyla yeniden yapılanmayı denediler: Eşyaların, kurumlann, anlatı ya da geleneklerin yardımıyla, tutarlı bir düşünce sistemi için: Kavramlar ve toplanan olgulann ancak ifadelerini oluşturduğu imgelerin bütünü, kısacası, za9 man, mekan, insan ve insanın dünyadaki yeri ·için, bütünüyle başka bir kavram yakalamayı denemek: Bir uygarlık zihniyeti. Aklın yeni bir gelişimi, o olmazsa yeni bir bilim dalı için bir nokta saptamak gerektiğine göre, etnoloji belki de insanın bir akarsuda kendi yansımasını ilk gördüğü andaki hayretinden ve bu başkasının, suda dalgalanıp titreşen bu imgenin, kendi görüntüsü, asla yakalayamayacağı bir başka kendisi olduğunu keşfetmesinden doğmuştur. 10 BİRİNCİ BÖLÜM BAŞKASI’NI TANIMA Halikamassos’lu -İ.Ö. yaklaşık 400-440 yıllarında doğduğu şehir- Herodotos’a “Tarih’in Babası” ünvanını vermek, bir alışkanlık halini almıştır. Historie deyimi bize doğrudan Herodotos’tan geliyor, ama İ.Ö. 5. yüzyılda ”araştırmaları sırasında bizzat gördüğü ve öğrendiğini nakleden” bir tanığın yürüttüğü “soruşturma” anlamı taşıyor (A. Barguet, Herodotos, Bütün Eserleri, Giriş, s.9). Herodotos büyük bir gezgindi. Üstelik gözlemlerneyi bilirdi, hem sıkça söylendiği gibi, yalnız garip ve olağanüstü olanı gözlemlernekle kalmaz, belirtici, temel olanı da görürdü. Modem bir etnolojik ansiklopedide, bir halkın yaşam tarzını tanımlamak için yeralabilecek bir olgu. Herodotos, bir kozmografya, ideal bir geometrik dünya (Okyanus nehriyle çevrelenmiş hatasız bir teker) kurmayı amaçlamadan, gezdiği ülkeleri, tanıştığı ya da birinci elden dinlediği insanlan anlatıyor. IV. kitapta (melpomene) anlatılan Sithes’lerin gelenekleri, çağdaş uzmanların eleştirel dikkatini çekti (örneğin Benveniste ve M. Eliade, Şamanlık, s. ı 75). Libyalllara aynlan IV. kitabın ikinci bölümü öylesine bugÜnkü Mağrip’te gözlemlenebilen olgularla bağlantılı çizgilere yer verir ki, bu da pek çok yorumlara yolaçtı: Tritonis gölü (bugünkü Şat-ül Cerid) yöresinde yaşayan Mahli’lerde, genç kızların töll resel savaşı gibi, Athena ve onun Libya kökenli olduğu belki ileri sürülebilecek koruyucusu (Jean Servier, Yılın Kapıları, s.14) gibi, Batı Salıra’daki tuzlar ve İbn-i Batuta’nın 14. yüzyılda Tegazze’de anlattığı tuz bloklanndan inşa edilmiş evler gibi; Yunanca’ da ololuye olan “kadın çığlıklan”nın Berberi ·dilinde “İliliyon” olması gibi (Jean Servier, Herodotos’ta üç Libya sözcüğü, Sami Dilleri Dilbilim Araştırmalan Özetleri, 1953). Aynı şekilde araştınldığmda halkların adları arasmda da olası yaklaştırmalar ortaya çıkmıştır: Zanes ve igavavan ya da zava. Çok zaman Antik Çağ denizcileri gözlemlemeden, (aktarmakla) yetindiler. Onlar için yegane geçerli olan, ticaret yolları ile kıyıdaki sabit imlerdi. Gezi anlatımlannın pek de ilklerinden sayılmayan Hannon’un uzun deniz yolculuğu anılan, yolun riziko ve tehlikelerini gösteriyor, çünkü her tür bilinmeyen ilk giriş, tipik öğrenme senaryosunu üretiyor. Burada, Hannon’un yolculuğunda başetmesi gereken canavarlar ve düşmanlar var. Fırlattıkları taşlarla gernileri parçalamayı deneyen “hayvan postlanna bürünmüş. vahşi insanlar”dan, “denizi dolduran gece ateşleri”nden, “kıyıyı horda edip çıkılamaz hale getiren, flüt ve tef seslerinin eşlik ettiği ulurnalarla ateş akıntıları”ndan sözediyor (Victor Berard, Ulysses’in Deniz Yolculukları, c.4, Nausikaa, s.494). Menelas, Homeros çağı destanlarının bilinen dünyasını baştan sona dolaştı ve Fenike’de, Kıbrıs’a yaptığı deniz yolculuğunu da, “Mısır”da ve Etyopyalılar Arasmda”da anlattı (Odysseia, IV. 83).
Jean Servier – Etnoloji
PDF Kitap İndir |