Kar o gün başladı. Sabah saat on birde renksiz gökyüzünde beliren iri kar taneleri Romerike’nin tarlalarını, bahçelerini ve çayırlarını bir uzay filosu gibi istila etti. Saat ikide kar temizleme araçları Lilleström’de çalışmaya başlamıştı bile. İki buçukta, Sara Kvinesland Toyota Corolla SR5’ini Kolloveien’m müstakil evlerinin arasında yavaş yavaş ve dikkatlice sürerken kasım karı kasabanın engebeli arazilerini yorgan gibi örtmüştü. Evlerin gündüz vakti daha farklı göründüğünü düşündü. Öyle ki neredeyse evin girişini kaçıracaktı. Frene basınca araba kaydı ve arka koltuktan bir sızlanma sesi geldi. Sara dikiz aynasında oğlunun asık suratını gördü. “Uzun sürmeyecek hayatım” dedi. Garajın önünde, beyazların arasında görünen geniş, siyah bir asfalt alan vardı. Nakliye kamyonu yeni gitmiş olmalıydı. Sara’nm boğazı düğümlendi. Çok geç kalmadığını umdu. “Burada kim oturuyor?” diye sordu, arka koltuktan gelen ses. “Bir tanıdığım” dedi Sara, aynada saçını istemsizce kontrol ederken. “Sadece on dakika, hayatım. Anahtarı kontakta bırakıyorum, radyo dinleyebilirsin.” Bir cevap beklemeden arabadan indi, altları kayan ayakkabılarıyla güç bela kapıya yürüdü. Bu eve daha önce birçok kere gelmişti ama bunu gün ortasında, komşuların meraklı bakışlarına maruz kalacağı bir saatte hiç yapmamıştı. Gece ziyaretlerinin daha masum olduğunu söyleyemezdi elbette; yine de bu işlerin akşam karanlığı çöktükten sonra yapılması ona hep daha makul gelmişti. içeriden gelen zil sesi, reçel kavanozundaki bir yabanarı-sınm vızıltısını andırıyordu. Çaresizlik duygusu iyice artınca komşu evlerin camlarına göz gezdirdi. Gövdeleri kararmış çıplak elma ağaçlarının, gri gökyüzünün ve süt beyazı zeminin yansımaları dışında bir şey yoktu. Nihayet kapının arkasından gelen ayak seslerini duyunca derin bir oh çekti. Az sonra içeride, adamın kollarındaydı. “Gitme aşkım” dedi, ses tellerinde bir hıçkırığın gezindiğini duymuştu. Adam “Gitmek zorundayım” dedi, bu konuyu konuşmaktan artık sıkıldığını belli eden monoton bir sesle. Elleri aşina oldukları yerleri ararken hiç sıkılmışa benzemiyordu ama. “Hayır, değilsin” diye fısıldadı Sara, onun kulağına. “Ama gitmek istiyorsun. Artık cesaretin yok.” “Bunun ikimizle bir ilgisi yok.” Sara adamın sesinde beliren öfkeyi duyarken, bir yandan da güçlü ama nazik elinin belinden aşağı kayıp eteğinin içine ve kalçalarına uzandığını hissetti. Eşlerinin her hareketini, adımını, nefesini ve ritmini bilen tecrübeli dansçılar gibiydi elleri. Önce yumuşak sevişme, güzel olanı yaşanacaktı. Sonraysa sert olanı ve acı… Adamın eli montunun üzerinde dolaştı, kalın kumaşın altındaki meme uçlarını aradı. Meme uçlarına oldu olası bayılır, eli hep oraya giderdi. Belki de kendinde olmadığı içindi. “Garajın önüne mi park ettin?” diye sordu, meme uçlarından birini sertçe bükerek. Sara başını sallarken acının beynine bir zevk oku gibi saplandığını hissetti. Bacak arası az sonra orada olacak parmaklara şimdiden hazırdı. “Oğlum arabada bekliyor.” Adamın eli aniden durdu. “Merak etme, hiçbir şey bilmiyor” diye inledi Sara, tereddüt eden eli hissedince. “Peki kocan? O nerede?” “Sence nerede olabilir? İşte tabii ki.” Bu kez kendi sesi Öfkeli çıkmıştı. Hem kocasından bahsedilmesi hem de onun hakkında öfkelenmeden konuşmakta zorlandığı içindi bu; ve de bedeninin adamın bedenine acilen ihtiyaç duyması… Sara Kvinesland onun pantolununun fermuarını indirdi. “Yapma…” dedi adam, Sara’nın bileğini kavrayarak. Sara diğer eliyle adamın yüzüne bir tokat patlattı. Yanağı kızaran adam ona şaşkın gözlerle baktı. Sara gülümsedi, adamın kalın siyah saçlarından tutup yüzünü yüzüne yaklaştırdı. “Tamam, gidebilirsin” diye fısıldadı. “Ama önce beni becermen gerek. Anlaşıldı mı?” Adamın nefesinin sıcaklığını yüzünde hissetti; artık nefes nefeseydi. Yüzüne bir tokat daha yerken penisi Sara’nın diğer elinde büyümeye başladı. İçine her defasında biraz daha sertçe girse de artık bitmişti. Sara uyuşmuş haldeydi; büyü uçup gitmişti; gerilim kaybolmuş, geriye yalnızca hüsran kalmıştı. Onu kaybediyordu. Hatta burada öylece yatarken onu çoktan kaybettiğim biliyordu. Hasret çekerek geçen seneler, döktüğü onca gözyaşı, o istediği için yaptığı zavallı şeyler. Karşılığında eline ne geçmişti ki? Tek şey dışında. Adam yatağın ucunda, ayaktaydı. Kapalı gözleriyle gidip geliyordu. Sara onun göğsüne bakıyordu. Başta yadırgasa da bir süre sonra göğüs kaslarının üzerindeki pürüzsüz bembeyaz teninin görüntüsünü beğenmeye başlamıştı. Kamu ahlakı adına meme uçları eklenmeyen eski zaman heykellerini hatırlatıyordu ona. Adamın inlemeleri artıyordu. Biraz sonra vahşi bir kükremenin geleceğini biliyordu. 0 sesi seviyordu. Orgazmın, hayalindeki en vahşi zevkleri bile gölgede bırakır gibi yüzünü her defasında saran o hayret dolu, estetik, neredeyse acı çeken ifadeyi de. Artık son kükremeyi, resimleri, perdeleri, halıları olmayan buz gibi soğuk yatak odasına yapacağı son veda haykırışını bekliyordu. Sonra adam giyinecek, hayır diyemeyeceği bir iş teklifi aldığını söylediği yere, ülkenin diğer ucuna gitmek üzere yola çıkacaktı. İş teklifine hayır diyemezken buna hayır diyebilmişti. Buna… Ve hâlâ büyük bir hazla inleyebiliyordu. Sara gözlerini kapadı. Ama o son kükreme gelmedi. Adam durmuştu. “Ne oldu?” diye sordu, gözlerini açarak. Adamın yüzü karmakarışıktı; ifadesinde zevkten eser yoktu. “Bir yüz gördüm” diye fısıldadı. Sara geri çekildi. “Nerede?” “Pencerenin dışında.” Pencere yatağın diğer tarafında, başının hemen üzerindeydi. Yana doğru döndü. Bacaklarının arasından çıkan organın çoktan yumuşadığını hissetti. Başının üzerindeki pencere dışarıyı göremeyeceği kadar yüksekteydi. Birinin dışarıda dikilip içeri bakması için de. Azalan günışığı yüzünden tek görebildiği tavan lambasının cama vuran yansıması oldu. “Kendini görmüşsündür” dedi, neredeyse öyle olması için yalvararak. “Ben de başta öyle sandım” dedi adam, gözlerini pencereden ayırmamıştı. Sara dizlerinin üzerinde doğruldu. Ayağa kalkıp bahçeye baktı. Yüz oradaydı. İçi rahatlayarak güldü. Beyaz bir surattı bu. Gözleri ve ağzı, muhtemelen garaj yolunun siyah çakıltaşlarıyla çizilmişti. Kolları ise elma ağaçlarının dallarıyla yapılmıştı. “Tanrım” dedi nefes nefese. “Sadece bir kardan adam.” Kahkahaları gözyaşlarına dönüştü; bedenini saran kollan hissedene kadar çaresizce ağladı. “Artık gideyim” dedi hıçkırarak. “Biraz daha kal” dedi adam. Biraz daha kaldı. Evden çıkıp garaja yürüdüğünde neredeyse kırk dakika geçmişti. Adam onu fırsat buldukça arayacağına dair söz vermişti. Sara onun iyi bir yalancı olduğunu biliyordu ve ilk kez bundan memnundu. Daha arabaya binmeden arka koltuktaki oğlunun beti benzi atmış bir halde ona baktığını gördü. Kapının kolunu çekti ama kilitliydi. Şaşırdı. Buğulu camlardan arabanın içindeki oğluna baktı. Çocuk, ancak annesi cama vurunca kilidi açtı. Sara şoför koltuğuna oturdu. Radyo kapalıydı ve içerisi buz gibiydi. Anahtar yan koltukta duruyordu. Oğluna döndü. Yüzü solgun, alt dudağı titriyordu. “Kötü bir şey mi oldu?” diye sordu. “Evet” dedi çocuk. “Onu gördüm.” Küçük bir çocukken, eşiyle kanepede televizyon izlerlerken aralarına sokulup elleriyle gözlerini kapadığı zamanlardan beri duyduğunu hatırlamadığı korku dolu, tiz bir sesle konuşuyordu oğlu. Oysa artık sesi kalınlaşmış, annesine iyi geceler öpücüğü vermeyi bırakmış, arabalara ve kızlara ilgi duymaya başlamıştı. O da günün birinde kızın biriyle arabaya atlayıp onu terk edecekti. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu Sara, kontaktaki anahtarı çevirerek. “Kardan adam…” Motordan ses gelmeyince birden paniğe kapıldı. Neden korktuğunu bilmiyordu. Ön camdan dışarı bakıp anahtarı tekrar çevirdi. Akü mü bitmişti? “Peki neye benziyordu bu kardan adam?” diye sordu. Gaz pedalına abandı, anahtarı öyle sert çevirdi ki kırıldı sandı. Oğlunun cevabı motorun gürültüsü içinde kayboldu. Motor çalışınca arabayı vitese taktı ve bir an önce gitmek istermiş gibi debriyajı bıraktı. Tekerlekler yumuşak, sulu karda patinaj çekti. Gaz pedalına daha da yüklendi ve araba yana savruldu. Sonunda lastikler asfaltı kavradı ve araba yalpalayarak yola çıktı. “Baban bizi bekliyor” dedi. “Acele etmemiz lazım.” Radyonun düğmesini çevirdi ve içerideki soğuk hava kendi sesi dışında bir şeyle dolsun diye sesini açtı. Ronald Reagan’m önceki gece Amerika’daki seçimde Jimmy Carter’ı mağlup ettiği haberini yüzüncü kez tekrar ediyordu bir spiker. Çocuk bir şey daha söyledi. Sara aynaya baktı. “Ne dedin?” diye sordu, yüksek sesle. Çocuk tekrar etti ama o yine duyamadı. Kasabanın içinden iki kederli kara çizgi gibi geçen anayola ve nehre doğru ilerlerken radyoyu kapattı. Oğlunun ön koltukların arasından öne doğru eğildiğini fark edince ürktü. Çocuğun sesi kulağına kupkuru bir fısıltı gibi geldi. Sanki ondan başka kimsenin duymasını istemiyordu. “Öleceğiz” dedi çocuk. 2 Kasım 2004, 1. Gün Çakıl Gözler Harry Hole irkilip gözlerini faltaşı gibi açtı. Hava buz gibiydi ve onu uyandıran ses karanlıktan gelmişti. O gün Amerikalıların başkanlarınm bir kez daha George Walker Bush olup olmayacağına karar verecekleri duyuruluyordu. Kasım ayıydı. Harry karanlık günlerin kapıda olduğunu geçirdi aklından. Yorganı üzerinden attı ve ayaklarını yere bastı. Yer döşemesi o kadar soğuktu ki canını yakıyordu. Radyolu saatten bangır bangır gelen haberleri arkasında bırakıp banyoya yürüdü. Aynada yüzüne baktı. Kendisi de kasım ayı gibiydi: kuru, soluk ve iç karartıcı. Gözleri her zamanki gibi kan çanağıydı; burnundaki gözenekler iri, siyah oyuklara benziyordu. Yüzünü sıcak suyla yıkayıp havluyla kuruladığında ve kahvaltı yaptığında alkolden bulanmış açık mavi gözlerinin altındaki torbalar gidecekti. En azından öyle ümit ediyordu. Artık kırk yaşındaydı ve yüzünün önünde uzanan yeni günle nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Bunca kırışıklık düzelecek, kâbuslarla dolu geçen gecelerin ardından -ki çoğu gecesi böyleydi- sabah uyandığında yüzüne yapışan bu ifadenin yerini huzur alabilecek miydi? Sofies Gate’deki konforsuz, küçük evinden çıkıp Oslo Emniyet Müdürlüğü’nün cinayet masasında Dedektif Hole olduğunda aynalara bakmayı kesiyordu. O andan itibaren acılarını, zayıf noktalarını, kâbuslarını, kendilerini kandırma güdülerini ve sebeplerini görmek için başkalarının yüzlerine bakmaya başlıyor, onların yorucu yalanlarını dinleyip yaptığı işi anlamlandırmaya çalışıyordu, işi, kendi içlerinde hapsolmuş insanları gerçekten hapse atmaktı. Onun çok iyi bildiği duygulardan, kinden ve kendinden nefretten mustarip insanlardı bunlar. Soğuktan donan ayak tabanlarının tamı tamına yüz doksan iki santim yukarısında olan kısa sarı saçlarına götürdü elini. Köprücükkemiği, teninin altında bir elbise askısı gibi duruyordu. Son dosyası kapandıktan sonra çok spor yapmıştı. Kimileri işi abarttığım söylemişlerdi. Bisiklet çevirmenin yanında Emniyet Müdürlüğü’nün içindeki spor salonunda ağırlık kaldırmaya başlamıştı. Bedeninin acıyla yanması ve düşüncelerini bastırması hoşuna gidiyordu. Ne var ki daha da zayıftı şimdi. Vücudunda yağ kalmayınca derisiyle kemikleri arasında sadece kas görünür olmuştu. Eskiden geniş omuzları yüzünden Rakel ona doğuştan atlet derdi; şimdiyse bir fotoğrafta gördüğü derisi yüzülmüş kutup ayısına daha çok benziyordu: kaslı, fena halde sıska ve yırtıcı. Basitçe, yok oluyordu işte. Çok umurunda da değildi açıkçası. Harry iç çekti. Kasım ayı. Artık daha karanlık olacaktı. Mutfağa gitti, baş ağrısını dindirmek için bir bardak su içti ve hayretle pencereden dışarı baktı. Sofies Gate’nin karşı tarafındaki binanın bembeyaz çatısından yansıyan parlak ışık, gözlerini acıtıyordu. Kar gece yağmaya başlamıştı. Aklına mektup geldi. Arada bir böyle mektuplar alırdı ama bu seferki özeldi. Toowoomba’dan bahsediyordu. Radyoda bir doğa programı başlamıştı; coşkulu bir ses foklarla ilgili şiirsel cümleler sarf ediyordu. “Berhaus fokları her yaz çiftleşmek için Bering Boğazı’nda buluşurlar. Erkekler çoğunluktadır ve dişiler için rekabet öylesine sert geçer ki kendisine eş bulmayı başaran erkek fok, yavrulama dönemi boyunca onun yanından ayrılmaz. Yavrular doğana ve kendi başlarının çaresine bakabilecek kadar büyüyene dek erkek fok dişisiyle ilgilenir. Bu ilginin sebebi dişiye duyduğu sevgi değil, kendi geni ve soyunun devamını getirmektir. Darwin-ci düşünceye göre Berhaus foklarını tekeşliliğe iten şey ahlak değil, doğal seçilimin kendisidir.” Niye acaba, diye düşündü Harry. Radyodaki ses heyecandan neredeyse tizleşmişti. “Ancak foklar açık denizde yemek aramak için Bering Boğazı’ndan ayrılmadan önce erkek fok dişiyi öldürmeye çalışır. Neden mi? Çünkü dişi Berhaus foku aynı erkekle asla ikinci kez birlikte olmaz! Bu, onun için soyunu sürdürme riskini, tıpkı borsada olduğu gibi, biyolojik olarak dağıtmakla ilgili bir durumdur. Dişinin farklı erkeklerle çiftleşmesinin biyolojik bir nedeni vardır ve erkek bunu bilir. Böylelikle erkek dişiyi öldürerek ileride başka erkeklerden olacak diğer yavruların, yemek bulmak için kendi yavrularıyla rekabet etmesini önlemek ister.” “Burada hazır Darwinci sularda geziniyorken, neden insanlar da foklar gibi düşünmüyor?” diye sordu, başka bir ses. “Zaten öyle düşünmüyor muyuz? Toplumumuz göründüğü kadar tekeşli değil, hiçbir zaman da olmadı. Yakın zaman önce İsveç’te yapılan bir araştırma, dünyaya gelen çocukların yüzde on beşle yirmi arasında bir kesiminin başka bir babadan olduklarını, yani baba sandıkları kişinin aslında biyolojik babaları olmadığını gösterdi. Yüzde yirmi! Yani her beş çocuktan biri koskoca bir yalanın parçası! Ve böylece biyolojik çeşitlilik sürmüş oluyor.” Harry katlanabileceği bir müzik bulmak için radyonun düğmesini kurcaladı. “Desperado”nun eski bir Johnny Cash yorumunu duyunca durdu. Derken birisi sertçe kapıyı çaldı. Harry yatak odasına gitti, kot pantolonunu giyip hole döndü ve kapıyı açtı. “Harry Hole?” Kapıda mavi tulum giymiş, kalın gözlük camlarının arkasından Harry’ye bakan bir adam duruyordu. Gözleri bir çocuğunkiler kadar berraktı. Harry başını salladı. “Sizde mantar var mı?” Adam soruyu ifadesiz bir yüzle sormuştu. Alnına uzun bir saç tutamı sarkıp oraya yapışmıştı. Kolunun altında, fazlaca belge tutturulmuş plastik bir kâğıt altlığı vardı. Harry biraz daha açıklama yapmasını beklediyse de adamdan ses çıkmadı. Açık ve net bir soru sorup susmuştu. “Bu…” dedi Harry, “açıkçası mahrem bir konu.” Adam duymaktan bıktığı espriyi belli belirsiz bir tebessümle karşıladı. “Evinizde mantar var mı? Küf yani?” “Görebildiğim kadarıyla yok” dedi Harry. “Küfün özelliği budur zaten. Kolay kolay belli etmez kendini.” Adam dişlerinin arasından soludu ve topuklarının üzerinde yükseldi. Harry ‘Yani?” diye sordu en sonunda. “Yanisi, sizde de olabilir.” “Niye böyle düşünüyorsunuz?” “Komşunuzda var.” “Öyle mi? Sizce yayılabilir mi?” “Küf yayılmaz. Ama kereste mantarı yayılır.” “Yani…?” “Bu binanın duvarlarındaki havalandırmalar hatalı yapılmış. Bu da kereste mantarının yayılmasına yol açıyor. Mutfağınıza bir bakabilir miyim?” Harry kenara çekildi. Adam mutfağa gidip saç kurutma makinesini andıran turuncu bir şeyi duvara dayadı. Alet iki kez öttü. “Rutubet dedektörü” dedi adam, göstergeye benzeyen bir şeyi incelerken. “Tam düşündüğüm gibi. Şüpheli bir şey görmediniz mi ya da burnunuza tuhaf bir koku gelmedi mi hiç?” Harry adamın neden bahsettiğini anlayamadı. “Bayat ekmeğin üzerindeki küf tabakası gibi mesela?” dedi adam. “Rutubet kokusu.” Harry başını iki yana salladı. “Gözleriniz ağrıyor mu? Yorgun hissediyor musunuz? Ya da baş ağrınız var mı?” Harry omuzlarını silkti. “Tabii ki. Kendimi bildim bileli.” “Yani bu eve taşındığınızdan beri mi?” “Belki de. Bakın…” Fakat adam dinlemiyordu; kemerinden bir bıçak çıkardı. Harry geride durup bıçağı tutan elin havaya kalkışını ve büyük bir kuvvetle duvara saplanışını izledi. Bıçak duvar kâğıdının arkasındaki alçıya girerken inlemeye benzer bir ses çıktı. Adam bıçağı çıkanp yeniden soktu, tozlu bir alçı parçasını kaldırıp söktü ve duvarda büyük bir delik açtı. Ardından küçük bir cep feneri çıkarıp oyuğa tuttu. Kalın gözlüklerinin arkasındaki kaşlan çatıldı. Sonra burnunu oyuğa sokup kokladı. “İşte orada” dedi. “Merhaba çocuklar.” “Kime diyorsunuz?” diye sordu Harry, duvara yaklaşarak. “Aspergillus” dedi adam. “Bir küf cinsi. Küfün üç ya da dört yüz türü vardır ve bunları birbirinden ayırt etmek zordur. Çünkü böyle sert yüzeylerde o kadar ince bir plaka halinde büyür ki göze görünmez. Ama kokusu asla yanıltmaz.” “O zaman durum vahim, öyle mi?” diye sordu Harry. Kendisinin deyimiyle “ucundan Down sendromlu” küçük kız kardeşi Sis için babasıyla birlikte bir İspanya gezisi tertiplediklerinden sonra banka hesabında ne kadar para kaldığını hatırlamaya çalıştı. “Ciddi bir çürüme yok burada. Binaya bir şey olmaz, merak etmeyin” dedi adam. “Ama size olabilir.” “Bana mı?” “Tabii bedeniniz buna meyilliyse. Küflü havayı solumak bazı insanları hasta eder. Yıllarca rahatsızlık çekerler; görünürde bir şey olmadığı ve evin diğer sakinleri sağlıklı olduğu için hastalık hastası olmakla suçlanırlar. Sonra da haşereler duvar kâğıdını ve alçıyı yerler.” “Hinim. Peki ne öneriyorsunuz?” “Bu küfü yok etmeyi elbette.” “Peki bu bana kaça patlayacak?” “Bina sigortasına dahil; yani tek kuruş bile harcamayacaksınız. Sadece önümüzdeki birkaç gün evinize girip çıkmam gerek.” Harry mutfak çekmecesinde yedek anahtarları buldu ve adama verdi. “Bu arada sadece ben geleceğim” dedi adam. “Özellikle bilin istedim. Malum, bir sürü garip olay yaşanıyor.” “Sahiden mi?” Harry üzgün bir tebessümle pencereden dışarı baktı. “Ha?” “Bir şey yok” dedi Harry. “Zaten burada çalınacak bir şey yok. Benim şimdi çıkmam gerek.” Henüz yükselmemiş olan sabah güneşi, geniş Grönland-sleiret caddesinin kenarındaki tepede otuz senedir dikilen Oslo Emniyet Müdürlüğü’nün tüm camlarını ışıldatıyordu. Esasında böyle bir şey planlanmasa da bu şekilde polis Doğu Oslo’nun suç oranı yüksek mahallelerine yakın ve eski bira fabrikasının arsasına yapılan cezaevine neredeyse komşuydu. Etrafını saran kahverengi kuru çalılar, akçaağaçlar ve ıhlamur ağaçları gece boyunca yağan kar yüzünden ince bir gri-beyaz tabakayla kaplanmış, parkı sahibi ölen bir evin üzeri örtülmüş eşyalarına benzetmişti. Harry ana kapıya giden siyah asfalt yolu yürüdü ve Kari Christensen’in akan su motifli porselen duvar dekorunun ebedi sırlar fısıldadığı orta salona girdi. Danışmadaki güvenlik görevlisini başıyla selamladı ve altıncı kattaki cinayet masası bölümüne çıktı. Neredeyse altı ay önce kendisine kırmızı bölgede yeni bir oda verilmesine rağmen ayakları onu bir zamanlar Polis Memuru Jack Halvorsen’le paylaştığı dar ve penceresiz odaya götürüyordu hâlâ. Şimdi o oda Magnus Skarre nindi. Jack Halvorsen ise Vestre Aker Mezarlığı’nda toprağın altındaydı. Ailesi ilk önce oğullarının memleketleri Steinkjer’e gömülmesini istemişti. Jack ile adli tıp birimi Krimsteknisk’in şefi Beate Lönn evli değillerdi, birlikte bile yaşamıyorlardı hatta. Ama Beate’nin hamile olduğunu ve Jack in bebeğinin yazın doğacağını öğrenince oğullarının mezarının Oslo’da olmasına razı gelmişlerdi. Harry yeni odasına girdi. Barcelona futbol kulübünün elli senelik stadına halen Katalancada yeni stadyum anlamına gelen Camp Nou denmesi gibi burası da hep yeni oda olacaktı onun için. Sandalyesine çöktü, radyoyu açtı, kitaplığın rafında, duvara dayanmış fotoğrafları günaydın der gibi selamladı. Günün birinde, olur da raptiye almayı akıl ederse duvara asmak istiyordu onları. Ellen Gjelten, Jack Halvorsen ve Bjarne Möller. Kronolojik bir sırayla karşısında duruyorlardı. Ölü Polisler Derneği’nin üyeleriydi onlar.
Jo Nesbo – Kardan Adam
PDF Kitap İndir |