Jo Nesbo – Kurtarıcı

Kız on dört yaşındaydı, gözlerini sımsıkı kapatır ve odaklanırsa, çatının ötesindeki yıldızları görebileceğinden emindi. Dört bir yanında kadınlar nefes alıp veriyorlardı. Derin, düzenli gece solumaları. Bir tanesi horluyordu; Sara teyzeydi bu, ona açık pencerenin altına serdikleri şilteyi vermişlerdi. Kız gözlerini kapatıp diğerleri gibi solumaya çalıştı. Uyumakta zorluk çekiyordu, özellikle de etrafındaki her şey yepyeni ve farklıyken. Östgard’da gecenin ve pencerenin ardındaki ormanın sesleri farklıydı. Kızın Hisardaki toplantılardan ve yaz kamplarından tanıdığı insanlar her nasılsa değişmişlerdi. Kız da eskisi gibi değildi. Bu yaz aynada gördüğü yüzü ve bedeni yeniydi. Duyguları ve oğlanlar ona bakınca hissettiği o tuhaf, soğuk ve sıcak akımlar da. Özellikle de oğlanlardan biri bakınca. Robert. O da bu yıl farklıydı. Kız gözlerini tekrar açıp öylece baktı.


Tanrı’nın büyük işler başarma gücüne sahip olduğunu, onun çatının ötesindeki yıldızları görmesini sağlayabileceğini biliyordu. Tanrı isterse bunu yapabilirdi. O gün uzun ve olaylı geçmişti. Kuru yaz rüzgârı mısırların arasından fısıldayarak esiyor, ağaçlardaki yapraklar hummalı gibi dans edip tarladaki ziyaretçilerin üstüne gölgelerini düşürüyorlardı. Kurtuluş Ordusunun Subay Eğitim Okulundan gelen bir öğrenci, Faroe Adalan’ndaki vaizlik faaliyetleri ni anlatmıştı. Yakışıklıydı ve derin bir duyarlılık ve tutkuyla konuşmuştu. Ama kız o sırada başının etrafında vızıldayan bir yabanarısını kovmakla meşguldü, sonra da sıcak hava yüzünden üstüne uyuşukluk çökmüştü. Öğrenci konuşmasını bitirince herkes yüzünü, onları gülümseyen, canlı gözlerle izleyen, 50’sini aşkın Bölge Komutanı David Eckhoff a çevirmişti. Adam sağ elini omzunun yukarısına kaldırmış, cennetin krallığını gösterip “Haleluya!” diye bağırarak Kurtuluş Ordusu selamı vermişti. Sonra da öğrencinin yoksullara ve toplumdan dışlanmışlara yaptığı yardımların kutsanması için dua etmiş ve Matta İncilinde, Kurtarıcı İsa’nın da onların arasında olduğundan, sokaklardaki aç ve baldırı çıplak bir yabancı, belki de bir suçlu olduğundan bahseden kısmı anım-satmıştı. Ve Kıyamet Günü’nde en güçsüzlere yardım edenlerin, erdemlilerin, sonsuz yaşama kavuşacaklarını. Konuşması epey uzun sürecek gibiydi, ama sonra biri bir şeyler fısıldayınca adam gülümseyerek, sırada Gençlik Saati’nin olduğunu ve bugün Rikard Nilsen’in konuşma yapacağını söylemişti. Kız, Rikard’ın komutana teşekkür ederken sesini kalınlaştırdığını duymuştu. Rikard her zamanki gibi söyleyeceklerini yazıp ezberlemişti. Ayakta durup hayatını mücadeleye, Isa gibi Tanrı’nın krallığı için savaşmaya adayacağını söylemişti.

Sesi kaygılı ama monotondu ve insanın uykusunu getiriyordu. Çekingen bakışlarını kıza çevirmişti. Kızın gözka-pakları ağırlaşmıştı. Bilindik, suya sabuna dokunmayan, sıkıcı cümleler kurarken Rikard’m terli üstdudağı kımıldıyordu. Kız sırtına dokunan eli hissedince tepki vermemişti. Ta ki belinin arkasına ve daha aşağı inen parmak uçları, tiril tiril yazlık elbisesinin altında ürpermesine yol açana dek. Dönüp bakınca Robert’ın gülümseyen, kahverengi gözlerini görmüştü. Onun gibi esmer tenli olmadığına hayıflanmış-tı, çünkü öyle olsa Robert onun kızardığını göremezdi. “Şşşt” demişti Jon. Robert’la Jon kardeştiler. Jon bir yaş büyük olsa da, küçüklüklerinde çoğu insan onları ikiz sanırdı. Ama Robert artık on yedi yaşındaydı ve yüzleri hâlâ biraz benzese de, aralarındaki farklar belirginleşmişti. Robert mutlu ve fütursuzdu, insanlarla dalga geçmekten hoşlanırdı ve iyi gitar çalardı. Ancak Hisardaki ayinlere geç gelirdi ve şakalarında fazla ileri gittiği olurdu, özellikle de başkalarının güldüğünü fark ettiğinde. Böyle durumlarda Jon müdahale ederdi çoğu zaman.

Jon dürüst, vicdanlı bir delikanlıydı ve -kimse bunu dile getirmese de- hemen herkes onun Subay Eğitim Okuluna gidip Ordu’dan bir kız bulacağını düşünüyordu. Robert içinse aynı şeyi söylemek güçtü. Jon, Robert’tan iki santim uzun olsa da, Robert daha uzun boylu görünürdü tuhaf bir şekilde. Jon on iki yaşından itibaren, dünyanın dertlerini sırtında taşırcasma kambur durmaya başlamıştı. İkisi de esmer tenli, yakışıklı, eli yüzü düzgün çocuklardı ama Robert*ta Jon’da olmayan bir şey vardı. Gözlerinde karanlık ve oyuncu bir ifade olurdu; kız onun bu yönünü daha fazla anlamayı hem istiyor, hem de istemiyordu. Rikard konuşurken kız etrafındaki tamdık yüzler denizine göz gezdirmişti. Günün birinde Kurtuluş Ordusu ndan bir delikanlıyla evlenecekti ve belki de başka bir kasabaya ya da ülkenin başka bir bölgesine gönderileceklerdi. Ama Östgard’a döneceklerdi hep; Ordu burayı yeni satın almıştı ve artık her yaz buraya geleceklerdi. Kalabalığın kenarında, binaya çıkan merdivende, kucağına kurulmuş kediyi okşayan sarışın bir delikanlı oturuyordu. Delikanlı kızın onu fark ettiğini görünce gözlerini kaçırdı hemen; kız onun kendisini seyrettiğini anladı. Buradaki tanı madiği tek kişi oydu; ama adının Mads Gilstrup okluğunu, Östgard’ın eski sahiplerinin torunu olduğunu biliyordu: oğlan kendisinden iki yaş büyüktü ve Gilstrup ailesi zongiııdi. Delikanlı çekiciydi aslında, ama yalnız bir havası vardı. Uom burada ne işi vardı ki? Dün gece de gelmiş, öfkeyle kaş çatarak ortalıkta dolanmış, kimseyle konuşmamıştı. Kız onun kendisine baktığını birkaç kez fark etmişti.

Bu yıl herkes ona bakıyordu. Bu da yeni bir şeydi. Robert’m elini tutup avcuna bir şey tutuşturması ve “Müstakbel generalin konuşması bitince ahıra gel. Sana bir şey göstereceğim” demesiyle bu düşünceleri bölündü. Sonra Robert kalkıp gitti; kız eline bakınca çığlığı basacaktı az kalsın. Diğer elini ağzına bastırarak, avcundaki şeyi çimlere attı. Bir yabanarısıydı bu. Bacakları ve kanatları koparılmış olsa da hareket edebiliyordu. Rikard’m konuşması nihayet bitince, kız ebeveyninin ve Robert’la Jonun kahvelerin durduğu masalara doğru gitmelerini oturduğu yerden seyretti. Kendisinin de, onların da aileleri Oslo cemaatlerinde “nüfuzlu aileler” olarak tanınırdı; kız herkesin gözünün onun üstünde olduğunu biliyordu. Dış tuvalete doğru yürüdü. Köşeyi dönüp de tüm bakışlardan kurtulunca, ahıra koştu. “Bunun ne olduğunu biliyor musun?” dedi Robert gülümseyen gözlerle ve geçen yaz sahip olmadığı kalın bir sesle. Samanların üstüne sırtüstü yatmıştı ve hep kemerinde taşıdığı çakısıyla bir ağaç kökünü yontuyordu. Robert ağaç kökünü kaldırınca, kız onun köke verdiği şekli gördü.

O şekli resimlerde görmüştü daha önce. Tekrar kızardığını Robert’ın içerinin loşluğunda görmediğini umdu. “Hayır” diye yalan söyleyip onun yanma, samanların üstüne oturdu. Delikanlı ona alaycı gözlerle baktı; sanki kızın hakkında bir şey biliyordu, kızın kendisinin bile bilmediği bir şeyi biliyordu. Kız da gözlerini ona dikti ve geriye uzanıp ağırlığını dirseklerine verdi. “Bunun yeri burası” diyen delikanlı, elini kızın eteğinin altına soktu birden. Kız uyluklarının arasında sert ağaç kö- ıs künü hissetti ve bacaklarını kapamasına fırsat kalmadan, ağaç kökü külotuna dokundu. Kız boynunda delikanlının sıcak nefesini hissediyordu. ‘Tapma Robert” diye fısıldadı. “Ama bunu senin için yaptım” diye karşılık verdi delikanlı hırıldayarak. “Dur. İstemiyorum.” “Hayır mı diyorsun? Bana?” Nefesini tutan kızın karşılık vermesine ya da çığlık atmasına fırsat kalmadan, ahır kapısından Jon’un seslendiğini duydular: “Robert! Yapma Robert!” Kız delikanlının gevşeyip onu bıraktığını hissetti: delikanlı elini çekince, ağaç kökü kızın sımsıkı bastırdığı bacaklarının arasında kaldı. “Buraya gel!” dedi Jon, itaatsiz bir köpeğe seslenircesine. Kıkırdayarak ayağa kalkan Robert kıza göz kırptıktan sonra gün ışığına, ağabeyine koştu.

Kız doğrulup üstündeki samanları temizledi; hem rahatlık, hem de utanç duyuyordu. Rahatlamıştı, çünkü Jon onların çılgınca oyununa son vermişti. Utanıyordu, çünkü Jon bunun bir oyundan fazlası olduğunu düşünür gibiydi. Daha sonra, akşam yemeğinden önce dua okunurken, kız dosdoğru Robert’ın kahverengi gözlerine bakmış ve onun dudaklarının bir sözcüğü sessizce söylediğini görmüştü. Bu sözcüğün ne olduğunu anlamasa da kıkırdamaya başlamıştı. Robert deliydi! Kız da… eh, o neydi peki? O da deliydi. Deli. Âşık mıydı? Evet, kesinlikle âşıktı. Hem de on iki ya da on üç yaşındaki gibi değil. Artık on dört yaşındaydı ve bu seferki aşkı daha ciddiydi. Daha önemliydi. Ve daha heyecanlıydı. Öylece yatarken, çatının ötesini görmeye çalışırken, gülmemek için kendini zor tuttu. Pencerenin dibinde yatan Sara teyze homurdandı ve horlamayı kesti. Bir şey ciyakladı.

Bir baykuş? 10 Kızın çişini yapması gerekiyordu. Dışarı çıkmak istemiyordu, ama buna mecburdu. Çiy11 çimlere basarak ahırın arkasına gitmesi gerekiyordu; gecenin bu vaktinde ahır herhalde zifiri karanlıktı, bambaşka bir yer gibiydi. Kız gözlerini kapadıysa da bu işe yaramadı. Uyku tulumundan usulca çıkıp sandalet giydi ve ayaklarının ucuna basa basa kapıya gitti. Gökyüzünde birkaç yıldız belirmişti, ama bir saat kadar sonra doğuda gün doğunca gözden kaybolacaklardı. Kız gecenin ne idüğü belirsiz seslerine kulak kabartarak koşarken, tenini okşayan serin havayı hissetti. Gündüz vakti sessiz kalan böcekler. Avlanan hayvanlar. Rikard uzaktaki ormanda tilkiler gördüğünü söylemişti. Veya belki de bu sesler gündüz vakti ortalıkta dolanan hayvanlara aitti; geceleyin farklı sesler çıkarıyorlardı sadece. Değişiyorlardı. Deri değiştiriyorlardı. Dış tuvalet, ahırın arkasındaki küçük bir tümseğin üstündeydi, yanında başka bir bina yoktu. Kız yaklaştıkça tuvaletin büyümesini seyretti.

O tuhaf, eğri kulübenin işlenmemiş lataları çarpılmış, yarılmış ve grileşmişti. Pencereleri yoktu, kapıda kalp resmi vardı. Tuvaletin en kötü yanı, içeride birinin olup olmadığım bilememekti. Ve kız içeride birinin olduğunu seziyordu. İçerideki kişiden karşılık alabilmek için öksürdü. Ormanın kenarındaki bir daldan bir saksağan havalandı. Bunun dışında etrafta yaprak kımıldamıyordu. Kız taş basamağa çıktı. Kapı kolu niyetine kullanılan tahta parçasını tuttu. Kapıyı çekerek açtı. Karanlık odayı gördü. Nefes verdi. Klozetin yanında bir fener duruyordu, ama kızın onu yakmasına gerek yoktu. Klozet kapağını kaldırdıktan sonra kapıyı kapadı ve kancasını taktı. Sonra geceliğinin eteğini kaldırdı, külotunu indirdi ve oturdu.

Sonraki sessizlikte bir ses duyar gibi oldu. Bir hayvanın, bir saksağanın ya da deri değiştiren böceklerin sesi değildi bu. Tuvaletin arkasındaki uzun otların arasında hızla hareket eden bir şey vardı. Sonra kız işemeye başlayınca, diğer sesi duyamaz oldu. Ama kalbi küt küt atmaya başlamıştı bile. İşini bitirince külotunu çabucak çekip karanlıkta öylece oturarak kulak kabarttı. Ama ağaç tepelerindeki yaprakların hışırtısından ve kulaklarındaki zonklamadan başka ses du-yamıyordu. Nabzının yavaşlamasını bekledikten sonra kancayı çıkarıp kapıyı açtı. Karşısında beliren karanlık şekil, kapının girişini neredeyse tamamen kaplamıştı. Dışarıda, taş basamağın üstünde öylece durup sessizce beklemiş olmalıydı. Kızı itip klozete oturtarak tepesine dikildi. Kapıyı kapadı. “Sen?” dedi kız. “Ben” dedi adam, yabancı, titrek ve boğuk bir sesle. Sonra kızın üstüne çullandı.

Onun altdudağını ısırıp kanatır, elini geceliğinin altına sokup külotunu parçalarken gözleri karanlıkta parlıyordu. Boğazına dayanmış, canını acıtan bıçağı hisseden kız korkudan felç olmuş halde yatıyordu; üstündeki kişi daha pantolonunu çıkarmadan kasığını onunkine sürtmeye başlamıştı, çiftleşen azgın bir köpek gibi. Kız onun “Gıkını çıkarırsan seni doğrarım” dediğini duydu. Ve kızın ağzından tek kelime çıkmadı. Çünkü on dört yaşındaydı ve gözlerini sımsıkı kapatıp da odaklanırsa, çatının ötesindeki yıldızları görebileceğine inanıyordu. Tanrının böyle şeyleri gerçekleştirme gücü vardı. Tanrı isterse bunu yapabilirdi. 14 Aralık 2003 Pazar Ziyaret Adam yüzünün tren penceresindeki yansımasını inceledi; oradaki sırrı çözmeye çalıştı. Ama kırmızı fulardan, ifadesiz bir çehreyle gözlerden, Coucelles’le Ternes’in arasındaki tünellerin duvarlarına yaklaşan metronun ebedi gecesi kadar siyah saçlardan başka bir şey görmedi. Kucağında duran Le Monde da kar yağışı beklendiği söyleniyordu, ama Paris sokakları yukarıdaki gökyüzünü kaplamış alçak bulutların altında soğuk ve ıssızdı hâlâ. Adam nemli beton, insan teri, sıcak yemek, kolonya, tütün, ıslak yün ve safra kokusu karışımı hafif ama belirgin kokuyu burun deliklerini kabartarak içine çekiyordu; tren koltuklarındaki bu kokuyu yıkayarak ya da havalandırarak gidermek asla mümkün olmazdı. Yaklaşan bir trenin oluşturduğu basınç dalgası pencereleri sarstı ve hızla geçip giden soluk ışık kareleri karanlığı bir anlığına kovdu. Adam paltosunun kolunu sıyırıp saatine baktı; bu Seiko SQ50’yi bir müşterisinden, kısmi ödeme niyetine almıştı. Saatin camı şimdiden çizilmişti, muhtemelen hakiki değildi. Saat yediyi çeyrek geçiyordu.

Pazar akşamıydı ve vagonun sadece yarısı doluydu. Adam etrafa bakındı. Metroda uyuyan insanlar vardı; hep olurdu. Özellikle de hafta içinde. Gözlerini kapatıp uykuya dalarlardı ve gündelik yolculukları işle özgürlük arasındaki sessiz bir bağlantı hattına, metronun haritasındaki kırmızı ya da mavi çizgilerin arasındaki rüyasız bir hiçlik fasılasına dönüşürdü. Bir adamın bütün gün böyle gözleri kapalı halde oturarak gidip geldiğini ve öldüğünün ancak günün sonunda temizlikçiler tarafından fark edildiğini okumuştu. Belki de o adam sırf bu yüzden, içine girdiği uçuk sarı tabutta hayatla ötesinin arasında mavi bir bağlantı hattı oluşturmak üzere, bu yeraltı mezarına inmişti. Burada rahatsız edilmeyeceğini biliyordu. Kendisiyse zıt yönde bir bağlantı hattı oluşturuyordu. Hayata dönüyordu. Bu gece burada bir işi halledecekti, sonra da Oslo’da halletmesi gereken bir iş vardı. Son bir iş. Ardından bu yeraltı mezarlarını bir daha dönmemek üzere terk edecekti. Ternes’te ahenksiz bir siren çaldı ve kapılar kapandı. Sonra tren tekrar hızlandı.

Gözlerini kapatan adam diğer kokuyu hayal etmeye çalıştı. Pisuvar tabletlerinin ve sıcak, taze sidiğin kokusunu. Özgürlük kokusunu. Ama öğretmen olan annesinin ona söylediği şey doğruydu belki de. İnsanın beyni gördüğü ya da duyduğu her şeyi en ince ayrıntısına dek anımsayabilse de, en temel kokuları bile tam olarak ammsayamazdı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir