Jo Nesbo – Nemesis

Harry yaşlı adamı astronota benzetti. Komik, kısa adımlar, katı hareketler, siyah, donuk gözler ve parke zeminde sürünen ayakkabılar. Adam yerle temasını yitirmekten, havalanıp uzaya doğru süzülmekten korkuyordu belki de. Harry çıkış kapısının tepesinde, beyaz duvarda asılı saate baktı. Pencerenin ardında, Bogstadveien’daki cuma kalabalığında, insanlar çabuk çabuk geçip gidiyordu. Alçalmış ekim güneşi, iş çıkışı saatinde uzaklaşan bir arabanın yan aynasından yansıyordu. Harry yaşlı adama odaklandı. Şapka ve acilen yıkanması gereken zarif, gri pardösü. Altında tüvit ceket, kravat ve jilet gibi ütülenmiş eski, gri bir pantolon. Topuklarına kadar her yeri cilalanmış ayakkabılar. Majorstuen’da sürüsüne bereket emeklilerden biri. Tahmin değildi bu. Harry, August Schulz’un, savaş sırasında Auschwitz’te geçirdiği dönem sayılmazsa, hayatı boyunca Majorstuen’da yaşamış, 81 yaşında, emekli bir giyim perakendecisi olduğunu biliyordu. Adamın dizlerindeki katılığın sebebiyse, her gün kızını ziyarete gidip gelirken geçtiği Ringveien üstgeçidinden düşmüş olmasıydı. Kollarını doksan derece açıyla öne uzatması, adamın büsbütün mekanik bir oyuncak gibi görünmesine yol açıyordu.


Sağ kolunda kahverengi bir baston asılıydı, sol elindeyse 2 numaralı veznedeki kısa saçlı, genç adama uzattığı hesap cüzdanı vardı. Harry vezne görevlisinin yüzünü göremese de, onun yaşlı adama sempatiyle sinir karışımı bir ifadeyle baktığını biliyordu. Saat artık 15.17’ydi ve nihayet August Schulz’un sırası gelmişti. 1 numaralı veznede oturan Stine Grette, az önce çekini bozdurmuş olan mavi yün şapkalı delikanlıya vereceği 730 kronu sayıyordu. Banknotları bankoya birer birer koydukça, sol yüzükparmağındaki elmas ışıldıyordu. Harry 3 numaralı veznenin önünü göremese de, orada bir kadının önündeki puseti salladığını biliyordu; kadın bunu oyalanmak için yapıyordu herhalde, çünkü pusetteki çocuk uyuyordu. Kadın Bayan Brænne’dan hizmet almak için bekliyordu, Bayan Brænne ise telefonla konuştuğu bir adama, bir hesaptan para çekebilmesi için hesap sahibinin yazılı izninin gerektiğini yüksek sesle anlatıyordu. Ayrıca adama kendisinin bankada çalıştığı için bu işleri bildiğini, onunsa bilmediğini ve artık bu konuşmaya son vermelerinin muhtemelen daha iyi olacağını söyledi. O sırada kapı açıldı, biri uzun, diğeri kısa boylu, bir örnek iş tulumları giymiş iki adam uzun adımlarla bankaya girdiler. Stine Grette başını kaldırdı. Harry saatine bakıp saymaya başladı. Adamlar Stine’nin oturduğu köşeye doğru koştular. Uzun boylu adam su birikintilerinin üstünden geçermiş gibi, kısa boylu olansa gereğinden fazla kas yapmış biri gibi yuvarlanırcasına yürüyordu. Mavi şapkalı delikanlı yavaşça dönüp ön kapıya doğru yürümeye başladı; para saymakla öyle meşguldü ki iki adamı görmedi.

Uzun boylu adam, Stine’ye “Selam” diyerek siyah bir çantayı bankoya pat diye koydu. Kısa boylu adam aynalı güneş gözlüğünü iterek yüzüne oturttu, dosdoğru yürüyüp çantanın yanına aynısından bir çanta koydu. “Para!” diye ciyakladı. “Kapıyı aç!” *** Duraklatma düğmesine basılmıştı sanki: Bankadaki tüm hareketler donup kaldı. Zamanın durmadığının tek göstergesi pencerenin ardındaki trafikti. Bir de saatin saniye ibresi, ki bu arada on saniyenin geçtiğini gösteriyordu. Stine masasının altındaki bir düğmeye bastı. Elektronik bir uğultu duyulunca, kısa boylu adam banko kapısını diziyle itip duvara yasladı. “Anahtar kimde?” diye sordu. “Çabuk, bütün gün bekleyemeyiz!” Stine başını geriye çevirip “Helge!” diye seslendi. “Ne var?” Bu ses bankadaki tek odanın açık kapısından gelmişti. “Konuklarımız var Helge!” Okuma gözlüğü takmış, papyonlu bir adam belirdi. “Bu beyler ATM’yi açmanı istiyorlar Helge” dedi Stine. Helge Klementsen şimdi bankonun iç tarafında duran, iş tulumlu iki adama boş boş baktı. Uzun boylu adam ön kapıya kaygıyla göz atarken, kısa boylu adam gözlerini şube müdüründen ayırmadı.

“Ha, tabii. Elbette” diye inledi Helge geciktiği bir randevusunu yeni hatırlamışçasına ve delice kahkahalar atmaya başladı. Harry hiç kımıldamadı, gözleriyle bu insanların hareketlerinin ve mimiklerinin bütün ayrıntılarını algılamaya yöneldi. Yirmi beş saniye. Harry kapının üstündeki saate bakmayı sürdürse de, şube müdürünün ATM’nin kapağını açtığını ve iki tane uzun, dikdörtgen metal kutuyu çıkarıp iki adama verdiğini gözucuyla görebiliyordu. Tüm bunlar epeyce hızlı ve sessizce gerçekleşiyordu. Elli saniye. “Bunlar da sana babalık!” Kısa boylu adam, çantasından çıkardığı iki tane benzer metal kutuyu Helge’ye uzattı. Şube müdürü yutkundu, başıyla onayladı, kutuları aldı ve ATM’nin içine yerleştirdi. “İyi hafta sonları!” diyen kısa boylu adam çantayı tutarak doğruldu. Bir buçuk dakika. “Acele etmeyin” dedi Helge. Kısa boylu adam kaskatı kesildi. Harry yanaklarını emerek odaklanmaya çalıştı. “Makbuz…” dedi Helge.

İki adam ufak tefek, kır saçlı şube müdürüne upuzun bir an boyunca bakakaldılar. Sonra kısa boylu adam gülmeye başladı. Tiz, kulak tırmalayan kahkahaları isterikleşiyordu, metamfetamin kullanan insanlar gibi gülüyordu. “İmza atmadan gideceğimizi sanmıyordun herhalde? İki milyonu makbuz vermeden teslim alacağımızı?” “Eh” dedi Helge. “Biriniz geçen hafta az kalsın unutuyordunuz.” “Teslimatlara o kadar çok kural koydular ki” dedi kısa boylu adam, Helge’yle birlikte imza atarken; sonra sarı ve pembe formları değiş tokuş ettiler. Harry ön kapının kapanmasını bekledikten sonra saate bir kez daha baktı. İki dakika on saniye. Nordea Bankası’nın beyaz zırhlı aracının uzaklaştığını cam kapıdan görebiliyordu. Bankadaki insanlar konuşmalarına devam ettiler. Harry saymasına gerek olmasa da saydı. Yedi kişi. Üçü bankonun arkasındaydı, bebek ve tulumlu bir adam dahil olmak üzere dört kişi de bankonun önündeydi; bu adam bankaya az önce girmişti ve ortadaki masayı kullanarak, bir ödeme fişine hesap numarasını yazıyordu. Harry ödemenin Sunshine Tours şirketine yapılacağını biliyordu. “İyi günler” diyen August Schulz ayaklarını sürüyerek ön kapıya doğru yürümeye başladı.

Saat tam 15.21.10’du ve her şey o anda başladı. Kapı açılınca Harry, Stine Grette’nin başını kâğıtlardan kaldırıp, sonra hemen indirdiğini gördü. Kadın başını tekrar, bu kez yavaşça kaldırdı. Harry dikkatini ön kapıya yöneltti. Bankaya yeni giren adam iş tulumunun fermuarını indirip içinden siyah ve zeytin yeşili bir AG3 çıkarmıştı bile. Gözleri hariç yüzünün tamamı, lacivert bir kar maskesiyle örtülüydü. Harry sıfırdan saymaya başladı. Kar maskesinin adamın ağzının bulunması gereken kısmı, bir Kocaayak kuklası gibi hareket ediyordu şimdi: “Bu bir soygundur. Kimse kımıldamasın!” Adam sesini yükseltmemişti, ama küçük ve kutu gibi banka binasında top patlamıştı sanki. Harry, Stine’yi inceledi. Uzaktan gelen trafik uğultusunun arasında, tüfeğe şarjör takılırken çıkan yağlı metal sesini duydu. Kadının sol omzu neredeyse fark edilmeyecek kadar hafifçe düştü. Cesur kız, diye düşündü Harry.

Veya belki de korkudan ödü kopuyor. Harry’nin Oslo Polis Koleji’ndeki psikoloji öğretmeni Aune, insanların yeterince korktuklarında düşünmeyi kestiklerini ve programlandıkları şekilde davrandıklarını söylemişti. Banka çalışanlarının sessiz soygun alarmına genellikle neredeyse şoka girmiş haldeyken bastıklarını ve birçoğunun alarma bastığını sonradan hatırlayamadığını söylemişti. O sırada otomatik pilottaydılar. Bir banka soyguncusu da aynı şekilde, onu durdurmaya çalışan herkesi vurmaya programlamıştır kendini, demişti Aune. Banka soyguncusu ne kadar korkarsa, herhangi birinin onun fikrini değiştirebilmesi ihtimali o kadar azalır. Harry banka soyguncusunun gözlerine odaklanmaya çalışırken kaskatıydı. Gözleri maviydi. Soyguncu omzundan indirdiği siyah spor çantasını bankonun üstünden diğer tarafa attı. Siyahlı adam altı adımda banko kapısına ulaştı, üstünden atlayıp yüzünde boş bir ifadeyle oturan Stine’nin hemen arkasında durdu. İyi, diye düşündü Harry. Kız kendisine verilen talimatlara uyuyor; hırsıza gözlerini dikerek onu kışkırtmıyor. Adam tüfeğin namlusunu Stine’nin boynuna doğrulttu, öne eğilip kadının kulağına bir şeyler fısıldadı. Kadın henüz paniklemese de Harry, Stine’nin göğsünün inip kalktığını görebiliyordu; narin bedeni, birden dar gelmeye başlayan beyaz bluzun içinde nefes almakta zorlanıyor gibiydi. On beş saniye.

Kadın genzini temizledi. Bir kez. İki kez. Ses telleri nihayet devreye girdi: “Helge. ATM’nin anahtarları.” Sesi kısık ve boğuktu; üç dakika önce aşağı yukarı aynı sözleri söylemiş sesle alakası yoktu. Harry, Helge’yi göremese de, adamın söylenenleri duyduğunu ve şimdiden odasının kapısında durduğunu biliyordu. “Çabuk, yoksa…” Kadının sesi zar zor duyuluyordu; daha sonra çöken sessizlikte, bankada August Schulz’un parke zemine çok yavaşça, davul derisinde gezdirilen bir çift fırça misali sürtünen ayakkabılarının sesinden başka bir şey duyulmadı. “…beni vuracak.” Harry pencereden dışarıya baktı. Dışarıda motoru çalışan bir araba olurdu çoğunlukla, ama bu sefer aynı manzarayı göremedi. Bulanık halde geçip giden arabalar ve insanlar vardı sadece. “Helge…” Kadın yalvarıyordu. Haydi Helge, diye düşündü Harry telaşla. Yaşlanmaya yüz tutmuş o banka müdürü hakkında da çok şey biliyordu.

Harry adamın evde bekleyen iki kanişi, bir karısı ve evlenmekten geçenlerde vazgeçmiş hamile bir kızı olduğunu biliyordu. Bavullarını toplamışlardı ve Helge döner dönmez arabayla dağ evlerine gitmeye hazırdılar. Helge şu an kendini suya gömülmüş gibi, insan ne kadar acele ederse etsin bütün hareketlerinin yavaşladığı rüyalardan birindeymiş gibi hissediyordu. Sonra Harry’nin görüş alanına girdi. Banka soyguncusu, Stine’nin koltuğunu döndürmüştü; hâlâ kadının arkasındaydı, ama Stine şimdi Helge’ye dönüktü. Helge bir atı beslemek zorunda olan korkmuş bir çocuk gibi uzak durarak anahtarları uzattı; kolunu olabildiğince uzatmıştı. Maskeli adam, Stine’nin kulağına bir şeyler fısıldarken makineli tüfeği Helge’ye çevirince adam iki sarsak adımla geriledi. Stine genzini temizledi: “Diyor ki, ATM’yi aç ve parayı siyah spor çantasına koy.” Helge kendisine doğrultulmuş silaha şaşkın şaşkın bakıyordu. “Yirmi beş saniyen var, sonra vuracak. Seni değil. Beni.” Helge bir şey söylemek istercesine ağzını açıp kapadı. “Hadi Helge” dedi Stine. Soygunun başlamasından beri otuz saniye geçmişti.

August Schulz ön kapıya neredeyse ulaşmıştı. Şube müdürü, ATM’nin önünde diz çöküp anahtarlara düşünceli gözlerle baktı. Dört anahtar vardı. “Yirmi saniye kaldı” diye seslendi Stine. Majorstuen Karakolu, diye düşündü Harry. Devriye arabaları yola çıkmıştır. Sekiz sokak öteden. Cuma iş çıkışı trafiği. Helge anahtarlardan birini titreyen parmaklarla tutup kilide soktu. Anahtar yarısında sıkıştı. Adam daha sert ittirdi. “On yedi.” “Ama…” diye söze başladı adam. “On beş.” Helge anahtarı çıkarıp diğerlerinden birini denedi.

Bu seferki girdi, ama dönmedi. “Tanrım.” “On üç. Yeşil bantlı olanı kullan Helge.” Klementsen anahtarlara onları ilk kez görmüş gibi bakıyordu. “On bir.” Üçüncü anahtar girdi. Ve döndü. Adam kapıyı çekip açarak Stine’yle soyguncuya döndü. “Bir kilit daha var…” “Dokuz!” diye bağırdı Stine. Hüngür hüngür ağlayan, gözleri artık görmeyen Helge doğru anahtarı bulmak için, körler alfabesini okurcasına anahtarların kenarlarına dokundu. “Yedi.” Harry dikkatle kulak kabarttı. Henüz polis sireni sesi yoktu. August Schulz ön kapının kolunu kavradı.

Anahtar demeti yere düşünce metal şıngırtısı duyuldu. “Beş” diye fısıldadı Stine. Kapı açıldı ve bankaya sokağın sesleri doldu. Harry uzaktan can çekişme feryadını andıran, tanıdık bir sesin geldiğini duyar gibi oldu. Ses tekrar yükseldi. Polis sirenleri. Sonra kapı kapandı. “İki, Helge!” Harry gözlerini kapayıp ikiye kadar saydı. “İşte oldu!” Bağıran Helge’ydi. İkinci kilidi açmıştı ve şimdi dizlerinin üstünde doğrulmuş halde, sıkışmış kutuları çekiştiriyordu. “Parayı çıkarayım! Ben…” Tiz bir çığlık adamın sözünü kesti. Harry bankanın diğer tarafına baktı; orada duran bir kadın, tüfeğini Stine’nin boynuna dayamış olan hareketsiz banka soyguncusuna dehşetle bakıyordu. Gözlerini iki kere kırpıştıran kadın, bebek arabasını başıyla sessizce gösterdi; çocuk daha da yüksek sesle bağırmaya başlamıştı. İlk kutu dışarı çıkınca Helge az kalsın sırtüstü devriliyordu. Adam siyah spor çantasını yanına çekti.

Altı saniye sonra bütün para çantadaydı. Klementsen aldığı talimata uyarak spor çantasının fermuarını kapadı ve bankonun yanında durdu. İletişimin tamamı Stine aracılığıyla gerçekleşmişti; kadının sesi artık şaşılacak kadar ölçülü ve sakindi. Bir dakika üç saniye. Soygun tamamlanmıştı. Para bir spor çantasındaydı. Birkaç saniye sonra ilk polis arabası gelecek. Dört dakika sonra başka polis arabaları bankanın etrafındaki kaçış yollarını kesecek. Soyguncunun vücudundaki tüm hücreler kaçıp gitme vaktinin geldiğini haykırıyor olmalıydı. Sonra Harry’nin anlamadığı bir şey oldu. Hiçbir mantığı yoktu. Soyguncu kaçmak yerine Stine’nin koltuğunu kendine çevirdi. Eğilip kadına bir şeyler fısıldadı. Harry gözlerini kıstı. Bir ara doktora gidip gözlerini muayene ettirmesi gerekiyordu.

Ama gördü. Kadın, yüzü görünmeyen işkencecisinde odaklanmıştı; adamın fısıldadığı sözlerin önemini kavradıkça yüzü yavaşça dönüşüm geçiriyordu. Şimdi pörtlemiş gözlerinin üstündeki ince, bakımlı kaşları “s” şeklini almıştı; üst dudağı yukarı kıvrıldı ve ağız kenarları tuhaf bir gülümsemeyle aşağı çekildi. Çocuk ağlamayı, başladığı gibi ansızın kesiverdi. Harry derin bir nefes aldı. Çünkü biliyordu. Karşısında ustaca çekilmiş, donmuş bir film karesi vardı. İki insan bir saliseliğine donakalmışlardı, biri diğerine idam hükmünü bildirirken maskeli yüzle çaresiz yüzün arasındaki uzaklık iki karıştı. İnfazcı ve kurbanı. Kadının boynuna doğrultulmuş tüfek ve ince bir zincirden sarkan küçük bir altın kalp. Harry göremese de, kadının ince teninin altındaki kalbinin atışlarını hissedebiliyor. Boğuk bir inilti. Harry kulak kabartıyor. Ama polis sirenlerinin değil, yan odada çalan telefonun sesi sadece. Maskeli adam dönüp bankoların ardında, tavanda asılı duran güvenlik kamerasına bakıyor.

Siyah eldivenli elini kaldırıp beş parmağını gösteriyor, sonra da diğer elinin işaret parmağını kaldırıyor. Altı parmak. Fazla uzun altı saniye. Adam tekrar Stine’ye dönüyor, tüfeği iki eliyle tutuyor, kalça hizasında tutarak namluyu kadına doğru kaldırıyor, silahın geri tepmesine hazırlık olarak bacaklarını biraz açıyor. Telefon çalmayı sürdürüyor. Bir dakika on iki saniye. Stine elini vedalaşırcasına hafifçe kaldırırken, elmas yüzük ışıldıyor. Adam tetiği tam 15.22.22’de çekiyor. Sert ve boğuk bir patlama sesi duyuluyor. Stine’nin koltuğu geriye devrilirken kadının başı boynunun üstünde, ezilmiş bir bez bebeğin kafası gibi sallanıyor. Sonra koltuk geriye devriliyor. Kadının başı bir masanın kenarına tok bir sesle çarpıyor ve Harry artık onu göremiyor. Yeni Nordea bireysel emeklilik sisteminin, vezne camının iç tarafına yapıştırılmış tanıtım afişinin kanlandığını da görmüyor.

Israrla, öfkeyle çalan telefonun sesini duyuyor sadece. Maskeli soyguncu spor çantasını alıyor. Harry’nin karar vermesi gerek. Soyguncu bankonun üstünden geçiyor. Harry kararını veriyor. Birden koltuğundan fırlıyor. Altı adım. Şimdi orada. Ve telefonu açıyor: “Ne var!” Sonraki sessizlikte, oturma odasındaki televizyondan gelen polis sireni sesini, komşulardan gelen Pakistan’a özgü bir pop şarkısını ve merdiven boşluğundan gelen, Bayan Madsen’ınkilere benzeyen güçlü ayak seslerini duyuyor. Hattın diğer ucundan hafif bir kahkaha sesi geliyor sonra. Çok uzaktan gelen bir kahkaha bu. Geçmişten gelircesine uzaktan. Harry’nin geçmişiyle ilgili bildiklerinin yüzde yetmişi muğlak söylentilerden ve kuyruklu yalanlardan ibaret artık. Ama arayan kişiyi tanıdı. “Hâlâ bu maço ifadeyi kullanıyorsun ha Harry?” “Anna?” “Vay, bravo Harry.

” Harry midesine neredeyse viski gibi yayılan tatlı sıcaklığı hissedebiliyordu. Neredeyse. Duvara astığı bir fotoğrafı gördü aynadan. Çok eskiden, ikisi de çocukken kız kardeşiyle birlikte Hvitsten’de tatilde çekilmiş bir fotoğrafı. Hâlâ, başlarına kötü bir şey gelemeyeceğini zanneden çocuklar gibi gülümsüyorlardı. “Pazar akşamları neler yaparsın Harry?” “Eee.” Kendi sesini duyan Harry, Anna’nınkini otomatikman taklit ettiğini fark etti. Biraz fazla kalın ve uzun çıkmıştı sesi. Bunu yapmak istemiyordu. Şimdi değil. Öksürüp ses tonunu normalleştirdi: “İnsanların genellikle yaptığı şeyi.” “Neymiş o?” “Film seyrederim.” 3 Acı Evi “Videoyu izledin mi?” Polis Memuru Halvorsen kendisinden dokuz yaş büyük iş arkadaşı Dedektif Harry Hole’a genç, masum yüzündeki şaşkınlıkla bakarken arkasına yaslanınca eskimiş ofis koltuğu gıcırdayarak isyan etti. “Kesinlikle” dedi Harry, baş ve işaretparmaklarını burnunun kemerinde gezdirip kan çanağı gözlerinin altındaki torbaları gösterdi. “Bütün hafta sonu mu?” “Cumartesi sabahından pazar akşamına kadar.

” “Eh, en azından cuma gecen güzel geçmiştir” dedi Halvorsen. “Evet.” Harry ceket cebinden çıkardığı mavi dosyayı Halvorsen’in masasına koydu. “Görgü tanıklarının ifadelerini okudum.” Harry diğer cebinden gri bir French Colonial kahvesi paketi çıkardı. Halvorsen’le paylaştığı ofis, Grönland Emniyet Müdürlüğü’nün altıncı katındaki kırmızı bölgede, koridorun neredeyse en ucundaydı. İki ay önce satın aldıkları Rancilio Silvia marka espresso makinesini dosya dolabının üstündeki iftihar köşesine koymuşlardı; makinenin yukarısında, bacaklarını masaya uzatmış, oturan bir kızın çerçeveli fotoğrafı asılıydı. Yüzü çilli kız somurtuyor gibi görünse de, aslında kendini tutamayıp gülüyordu. Arka planda, fotoğrafın asılı olduğu ofis duvarı vardı. “Dört polisten üçünün ‘enteresan’ kelimesini düzgün yazamadığını biliyor muydun?” dedi Harry, ceketini askılığa asarken. “Ya ‘t’ ile ‘r’ arasındaki ‘e’yi unutuyorlar ya da…” “Enteresan.” “Sen hafta sonu ne yaptın?” “Cuma günümü, kimliği belirsiz bir kaçığın bizi arayıp da araba bombası ihbarında bulunması yüzünden Amerikan Büyükelçiliği’nin önünde bir arabada oturarak geçirdim. Yanlış alarmdı tabii, ama artık ortalık öyle gergin ki orada bütün akşam boyunca oturmak zorunda kaldık. Cumartesi günü hayatımın kadınını bulmayı bir kez daha denedim. Pazar günü, onun var olmadığına karar verdim.

Sen görgü tanıklarının ifadelerinden soyguncu hakkında neler öğrendin?” Halvorsen makineye iki kaşık kahve koydu. “Hiçbir şey” dedi Harry kazağını çıkarırken. Kazağın altına kömür grisi bir tişört giymişti; bir zamanlar siyah olan bu tişörtte artık solmuş olan Violent Femmes yazısı vardı. Harry ofis koltuğuna inleyerek çöktü. “Adamı soygundan önce banka civarında gören olmamış. Biri Bogstadveien Caddesi’nin diğer tarafındaki 7-Eleven’dan çıkarken, adamın Industrigata’da koştuğunu görmüş. Kar maskesi dikkatini çekmiş. Bankanın dış tarafındaki güvenlik kamerası, 7-Eleven’dan çıkan tanığın ve bir çöp konteynerinin önünden geçen soyguncuyu gösteriyor. Tanığın bize söyleyebildiği ve videoda bulunmayan tek şey, soyguncunun Industrigata’da yolun karşısına geçip sonra diğer kaldırıma döndüğü.” “Hangi kaldırımdan gideceğine karar veremeyen biri. Bana hiç enteresan gelmedi.” Halvorsen kahve makinesine filtreyi yerleştirdi. “Üç ‘e’, bir ‘r’ ve bir ‘s’ ile.” “Banka soygunları hakkında pek bilgin yok, değil mi Halvorsen?” “Neden olsun ki? Bizim işimiz katilleri yakalamak. Soyguncularla Hedmarklılar ilgilenebilir.

” “Hedmarklılar?” “Hırsızlık Masası’nda dolanırken fark etmedin mi? Köylü aksanlarını, örgü hırkalarını. Neyse, ne demeye çalışıyorsun?” “Victor’ı diyorum.” “Köpek eğitmenini mi?” “Suç mahalline önce köpeklerin gelmesi kuraldır; deneyimli banka soyguncuları bunu bilirler. İyi bir köpek, bir soyguncunun izini sürebilir, ama adam sokağın diğer tarafına geçerse ve yoldan da arabalar geçerse köpek kokuyu kaybeder.” “Yani?” Halvorsen kahvenin üstünü kepçeyle bastırarak dümdüz yaptı; profesyonelleri amatörlerden ayıran şeyin bu olduğuna inanıyordu. “Yani büyük ihtimalle deneyimli bir banka soyguncusuyla karşı karşıyayız. Bu da zanlıların sayısının epey azalması demektir. Hırsızlık Masası Şefi’nin bana söylediğine göre…” “Ivarsson mu? Konuşmuyorsunuz sanıyordum?” “Konuşmuyoruz. Soruşturma ekibinin tamamına konuşuyordu aslında. Oslo’daki banka soyguncusu sayısının yüzden az olduğunu söyledi. Bunların ellisi öyle aptal veya uyuşturucu bağımlısı ya da deli ki, onları neredeyse her seferinde enseliyoruz. Bunların yarısı hapishanede, yani onları eleyebiliriz. Soygunculardan kırkı, planlama konusunda yardım aldıkları sürece işlerini kazasız belasız halledebilecek becerikli tipler. On tane de profesyonel var, yani zırhlı araçlara ve merkez şubelere saldıranlar. Onları yakalamak için şansa ihtiyacımız oluyor ve gözümüzü üzerlerinden ayırmamaya çalışıyoruz.

Soygun sırasında başka yerde olduklarını kanıtlamaları isteniyor şu an.” Harry dosya dolabının üstünde guruldayan Silvia’ya göz attı. “Cumartesi de Adli Tıp’tan Weber’le konuştum.” “Weber bu ay emekli oluyor sanıyordum.” “Bir hata olmuş. Yaza kadar çalışacak.” Halvorsen kıkırdadı. “İyice aksileşmiştir o zaman.” “Evet, ama sebebi o değil” dedi Harry. “Ekibi hiçbir şey bulamadı.” “Hiçbir şey mi?” “Tek bir parmak izi bile. Tek bir saç teli bile. Giysi ipliği bile bulamamışlar. Soyguncunun ayakkabılarının da yepyeni olduğu ayak izlerinden anlaşılıyor.” “Yani aşınma izlerinden bir şey çıkarmak mümkün değil.

” “Dooğru” dedi Harry, “o”yu uzatarak. Kahve fincanlarından birini Harry’nin masasına götürürken “Peki ya soyguncunun silahı?” diye sordu Halvorsen. Başını kaldırıp bakınca, Harry’nin sol kaşının neredeyse kısa sarı saçlarının altına girecek kadar kalkmış olduğunu fark etti. “Pardon. Cinayet silahı.” “Teşekkürler. Bulunamadı.” Halvorsen kendi masasına oturup kahvesini yudumladı. “Yani kısacası, adamın teki kalabalık bir bankaya güpegündüz girip iki milyon kron çaldı, bir kadını öldürdü, Norveç’in başkentinin merkezinde kalabalık değilse de yoğun trafikli bir sokağa, polis karakoluna birkaç yüz metre uzaklıktaki bir sokağa çıktı ve bizim, yani maaşlı profesyonel polislerin elinde hiç ipucu yok…” Harry başını ağır ağır sallayarak onayladı. “Neredeyse hiç. Video var elimizde.” “Seni tanıyorsam, her saniyesini ezberlemişsindir.” “Hayır, salisesine kadar ezberledim.” “Tanıkların ifadelerini harfiyen söyleyebilir misin peki?” “Sadece August Schulz’unkini söyleyebilirim. Savaşla ilgili bir sürü ilginç şey anlattı bana.

Giyim endüstrisindeki rakiplerinin isimlerini saydı; o güya iyi Norveçliler, savaş sırasında adamın ailesinin malına mülküne el konulmasını desteklemişler. O insanların şimdilerde neler yaptıklarını en ince ayrıntısına kadar biliyordu. Ama banka soygunundan habersizdi.” Kahvelerini sessizce içtiler. Pencereye yağmur vuruyordu. “Bu hayatı seviyorsun değil mi?” dedi Halvorsen birden. “Hafta sonları tek başına oturup hayaletlerin izini sürmeyi.” Harry gülümsedi, ama yanıt vermedi. “Artık ailevi sorumlulukların olduğundan, tek tabanca yaşamayı bırakmışsındır diye düşünüyordum.” Yüzünü ekşiten Harry, genç meslektaşına ihtar mahiyetinde bir bakış attı. “Ben durumu öyle görmüyorum sanırım” dedi yavaşça. “Biliyorsun, birlikte yaşamıyoruz bile.” “Evet ama Rakel’in küçük bir oğlu var, bu da işleri epey değiştiriyor değil mi?” “Oleg” dedi Harry, dosya dolabına ağır hareketlerle giderken. “Cuma günü uçakla Moskova’ya gittiler.” “Ya?” “Mahkeme için.

Babası çocuğun velayetini istiyormuş.” “Ah, tamam. Adam nasıl biri peki?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir