Wilbur Smith – Leopar Karanlikta Avlanir

Ufak tefek, son Bushmen’lerin «Koca Kurak» diye adlandırdığı Kalahari çölünden küçücük bir rüzgâr kopmuş, bin mil, hatta daha da fazla yol alıp ta buralara kadar ulaşmıştı. Şimdi Zambezi vadisi yanındaki yükseltinin oralardaydı. Küçük rüzgâr tepeler arasında bölünüp parçalara ayrıldı. Erkek fil bu tepelerden birinin doruğuna yakın yerde duraladı. Tam tepede durup da siluetinin uzaklardan görünmesine İzin vermeyecek kadar kurnazdı. Koca gövdesi oradaki yeni bitmiş msasa ağaçlarının yaprakları sayesinde saklanıyor, rengi geri plandaki gri kayaların önünde o kadar göze çarpmıyordu. Hortumunu elinden geldiği kadar yükseğe kaldırdı, havayı çevresi kıllı burun deliklerine çekti, sonra hortumu kıvırıp demin çektiği havayı kendi ağzının içine doğru üfledi. Üst dudağının yukarısından sarkan iki koku organı, pembe goncalar gibi açıldı hayvan havayı inceledi. Uzak çöllerin incecik, biber gibi tozlarını, yüzlerce yaban bitkisinin polenini, alt vadideki bufalo sürüsünün o sıcak kokusunu bufaloların su İçmekte olduğu havuzun serinliğini hissetti. Bu ve buna benzer kokulan tanıyordu. Her kokunun kaynağının ne kadar uzakta olduğunu doğru olarak tahmin etti. Ama onun esas aradığı koku bu değildi. Bunların hepsini bastıran öteki kötü kokuyu arıyordu o. Yeril tütünün, et yiyen canlı kokusuyla karışımının, araya yıkanmamış yün kokusunun, parafinin, karbolik sabunun, tabaklanmış derinin de katıldığı o insan kokusunu arıyordu. O koku da gelmekteydi burnuna.


Kovalamaca başladığından bu yana, hep aynı uzaklıktaydı o kokunun kaynağı. Erkek fil içinden o kalıtımsal öfkenin kabardığını bir kere daha hissetti. Irkının sayısız kuşaklarını İzlemiş durmuştu o koku. Kendisi daha yavruyken öğrenmişti o kokuyu tanımayı, ondan nefret etmeyi… korkmayı. Hemen hemen tüm hayatı o koku tarafından yönetiliyordu. Ömür boyu süren bu kaçma kovalama işi ancak son zamanlarda bir kesintiye uğramıştı. Onbir yıldır. Zambezi dolaylarındaki sürüler sakin yaşayabilmekteydi. Tabii kendisi bunun nedenini bilemez, anlayamazdı. Kendisine eziyet edenler arasında korkunç bir iç savaşın sürmekte olduğunu, o savaş yüzünden Zambezi dolaylarının savunmasız hedefe döndüğünü, fildişi avcıları için de, fil neslini tüketmekle yükümlü et avcıları için de fazla tehlikeli bir bölge haline geldiğini bilemezdi. O yıllarda sürüler yine kalabalıklaşma olanağı bulmuşlardı ama son zamanlarda eski baskı ve korkular tüm hışmıyla bir kere daha geri dönmüştü nedense. Erkek fil duyduğu öfke ve korkunun etkisiyle mücadele ederken hortumunu bir kere daha kaldırdı, o feci kokuyu iri kemikli kafasının içindeki sinüslerine doğru çekti. Ondan sonra döndü, ağır adımlarla kayalık tepeyi aştı. Vücudu bir an için Afrika göklerinin mavi rengine karşı grimsi bir leke gibi göründü. Koku halâ burnunda, öbür yamaçta yayılmış bekleyen sürüsünün yanına döndü.

Ağaçların arasına dağılmış bekleyen fillerin sayısı üç yüze yakındı. Dişilerin çoğunun yanında yavruları vardı. Bazısı o kadar küçüktü ki şişko damuz yavrularını andırıyor, analarının karnının altındaki boşluğa sığabiliyordu. Minik hortumlarım alınlarına doğru kıvırıyor, boyunlarını gerip kafalarını bacaklar orasında sallanan şişkin memelere uzatmaya çalışıyorlardı. Daha büyükçe olan yavrular sağda solda zıplayıp oynuyor, epey de gürültü çıkarıyordu. Sonunda büyük fillerin tepesi atınca yakındaki bir ağaçtan bir dal koparıyor, hortumlarına kıstırıyor, onunla küçükleri bir iyi pataklamaya girişiyor, yaramazlar bağırarak, şakacı bir telâş içinde kaçışıyordu. Dişiler ve genç erkekler acelesiz bir kararlılıkla bir şeyler yemekteydiler. Hortumlarını sık, dikenli çalıların ara sena uzatıp bir avuç böğürtlen çıkarıyor, aspirin yutan yaşlı bir adam gibi onları ağızlarının ta gerisine, boğazlarına yakın yere yerleştiriyorlardı. Ya da o lekeli, uzun dişleriyle bir msasa ağacının kabuğunu yontuyor, üç metre kadar kısmını soyuyor, soyukları mutlu mutlu o üçgen biçimindeki alt dudaklarının üzerine yerleştiriyorlardı. Kimisi, numara yapan sirk köpekleri gibi iki arka ayağı üzerine kalkıp, ağaçların en yüksekteki yapraklarına uzanıyor, kimisi de geniş alınlarına vücutlarının dört tonluk kuvvetini yükleyerek ağaçları sallıyor sallıyor, sonunda bir yığın olgun meyvenin sağnak gibi yere dökülmesine yol açıyordu. Yamacın alt taraflarında iki gene erkek fil, güçlerini birleştirip yirmi metrelik bir ağacı devirmeyi başardılar. Ağacın en yüksek yapraklarına bir türlü yetişememişlerdi çünkü. Ağaç devrilirken, dokularının yırtılmasından büyük bir çatırtı çıktı, sürünün geri kalanı bu sesi duydu, birden ortalığı deminki mutlu gürültülere çelişki oluşturan şaşırtıcı bir sessizlik sardı. Yavrular korkuyla analarının butlarına yaslandılar, iri memeler donmuş gibi hareketsizleşti, kulaklar gerildi, yalnızca hortumların o çevreyi yoklayıp inceleyen uçlarında hareket kaldı. Erkek fil salınarak tepeden onların yanına doğru indi.

Kalın, sarımsı dişlerini havaya kaldırmıştı. Telâşı yırtık pırtık kulaklarını tutuş biçiminden belli oluyordu. İnsan kokusu hala kafasının içindeydi. En yakındaki dişilerin yanına varınca hortumunu uzatıp kokuyu onlara doğru püskürtü. Dişiler bir anda döndüler, rüzgâr altına doğru seyirttiler Takipçilerin kokusu sürekli burunlarına gelebilsin diye yapıyorlardı bunu içgüdüsel bir hareketti. Sürünün geri kalanı bu manevrayı fark etti, onlar da koşu düzenine geçti. Yavrularla emzikli anaları ortaya aldılar. Bekâr dişiler, yavruların çevresindeydi. Genç erkekler sürünün önüne düştü, yaşlı erkekler iki yanda mevkilerini aldı. Hep birlikte yerleri sarsan adımlarla uzaklaşmaya koyuldular. Bu hızı bir gün bir gece hatta gerekirse ertesi gün de kesintisiz sürdürebilirlerdi. Yaşlı erkek kaçarken aklının karıştığını hissediyordu. Bugüne kadar karşılaştığı hiçbir kovalamaca bunun kadar ısrarlı olmamıştı. Sekizinci gündü bugün. Kovalayanlar hala yaklaşmamış sürüyle temas etmemişti.

Güneydeydiler. Kokularını yaşlı file doğru yolluyorlardı. Ama onun güçsüz gözlerinin göremeyeceği kadar uzakta kalmayı da sürdürüyorlardı. Kalabalıktılar. Bu kadar kalabalığına ömrü boyunca hiç rastlamamıştı. Güneydeki geçitleri kaplayan bir çizgi halinde dağılmışlardı. Bir tek kere görebilmişti kendisi onları. Beşinci gün. Dayanma gücünün sonuna vardığını hissedip sürüyü geri çevirmiş, kovalayanların hattını yarıp geçmeye çalışmıştı. Onlar önlemişlerdi bunu. Ufacık, değnek gibi yaratıklardı. Dokunulsa kırılacak gibi görünmelerine rağmen, ne kadar da tehlikeliydiler! Sarı otların arasından ayağa fırlamış, sürünün güneye geçmesini önlemişlerdi. Durmadan battaniyelerini havada çevirmiş, boş parafin tenekelerine vurup gürültü çıkarmış, sonunda onun da cesaretini kaybetmesine neden olmuşlardı. O zaman yaşlı fil geri dönmüş, sürüsünü bir kere daha kuzeye, büyük nehrin yanındaki tepelere doğru yöneltmişti. Bu tepeler on bin yıldır fillerin ayak izleriyle dolmuştu.

İzler kolay yolları seçer, geçitleri, kayalar arasındaki delikleri bulurdu. Yaşlı fil de sürüsünü böyle bir geçitten geçirmişti. Dar yerlerde sürü tek sıra düzenine giriyor, alan genişleyince yine yayılıp koşu düzenine geçiyordu. Gece de koşturmuştu onları. Mehtap yoktu ama, iri beyaz yıldızlar yere pek yakın gibiydi. Sürü o karanlık ormanlardan hemen hiç ses çıkarmadan geçiyordu. Gece yarısından sonra bir ara yaşlı fil geride kalmış, sürünün öne geçmesine izin vermişti. Bir saat geçmeden, rüzgâr o insan kokusunu yine ulaştırmıştı burnuna. Koku biraz daha hafif, biraz daha uzak gibiydi ama, vardı yine. Hiç yok olmuyordu. Erkek fil hemen tekrar kokmaya başlamış, az sonra da sürüye yetişmişti Şu sıra yavaş ilerliyordu sürü. Takipçiler çok gerilerde kalmıştı. Yolda biraz bir şeyler yemek amacıyla daha da yavaşladılar. Vadinin bu alt kısmında ormanlar daha yeşil, daha sıktı. Msasa ağaçlarının yerini mopani’ler dev baobab’lar alıyor, sıcakta iyice irileşiyorlardı.

Erkek fil İlerdeki suyun kokusunu aldı ne kadar susamış olduğunu ta karnının İçinde hissetti. Ama bir içgüdü, peşindeki tehlikeden ayrı olarak ilerde de bir tehlikenin bekliyor olabileceğini fısıldamaktaydı. Fil sık sık duruyor kocaman gri kafasını sağa sola çeviriyor, kulaklarını koca levhalar gibi geriyor, küçük, zayıf gözlerini büyük çabalarla pırıldatıp ancak ondan sonra tedbirli adımlarla tekrar ilerliyordu. Derken birden duruverdi tekrar. Görüş alanının sınırında bir şey dikkatini çekmişti. Yatık gelen sabah güneşi altında maden gibi parıldayan bir şey. Korkuyla bir adım geri çekildi. Arkasındaki sürü de aynı şeyi yaptı. Duyduğu korku onlara da bulaşıyordu. Fil o yansıyan ışık beneğine baktı, korkusu yavaş yavaş yatıştı. Ormandan gelen rüzgârdan başka hareket yoktu ortalıkta. Duyulabilen tek ses o rüzgârın dallarda çıkardığı sesle, kaygısız kuş ve böceklerin sesleriydi. Yaşlı fil yine de bekliyordu. Karşılara doğru bakıyor, hiç gözünü ayırmıyordu. Derken ışığın çizdiği açı değişti, ilk gördüğüne benzer başka madenî cisimlerin de varlığını, sıralanmış durmakta olduğunu görebildi.

Ağırlığını bir ön ayağından Ötekine geçirdi, boğazından bir kararsızlık böğürtüsü yükseldi. Yaşlı fili korkutan şey karşısındaki bir dizi galvanize levhaydı. Toprağa sokulu kazıkların tepesine çakılmıştı her biri. O kadar uzun süre önce çakılmıştı ki üstlerindeki tüm insan kokusu uçmuş, gitmişti artık. Her levhanın üzerine boyayla bir yazı yazılmıştı. Bu yazılar kızgın güneş altında zamanla solmuş, eskiden kırmızıyken şimdi açık pembe olmuştu. Stilize bir kurukafa, altında iki çapraz kemik, üstünde de «TEHLİKE : MAYIN TARLASI» sözcükleri. Mayınlar buraya yıllar önce, şimdi yerinde yeller esen Rodezya hükümeti tarafından Zambezi kıyılarında bir güvenlik tedbiri olsun diye yerleştirilmiş, böylelikle ZIPRA ve ZANU gerilla kuvvetlerinin nehrin karşı tarafındaki Zambia’dan gelip bölgeye girmesi önlenmeye çalışılmıştı. Milyonlarca anti personel mayını ve daha ağır Claymore mayınlarıyla döşenmiş bu alan öyle uzun, öyle genişti ki, asla temizlenemezdi mayından. Maliyeti, zaten ekonamik sıkıntılar İçinde bulunan yeni siyah hükümetin çıkışamayacağı kadar yüksek olurdu. Yaşlı fil tereddüt ederken birden çevrelerindeki havayı çatırtı sesleri doldurdu. Hırçın kadırgaların sesiydi sanki bu. Arkadan, güneyden geliyordu. Yaşlı fil mayın tarlasından uzaklaşıp seslerin geldiği tarafa doğru döndü. Ormanın hemen üzerinden, iğrenç, kara bir cisim kendisine doğru yaklaşıyordu.

Islık çalan, gümüş renkli bir çemberin altında asılı gibiydi. Gökyüzünü gürültülerle doldurarak sürüye doğru yoklaştı. O kadar alçaktaydı ki tepede dönen pervanesinin yarattığı hava akımı dalların yüksekte olanlarını karmakarışık ediyor, toprağın kuru yüzünden kırmızı bulut gibi tozlar yükseliyordu. Bu yeni tehlikenin karşısında erkek fil tekrar döndü, seyrek çakılmış madenî levhaların orasından son hızla geçti, korku içindeki sürüsü de onun peşi sıra mayın tarlasına daldı. Altında ilk mayın patladığı zaman erkek fil tarlanın elli metre kadar içine girmişti. Mayın yukarıya doğru, sağ arka ayağının kalın derisinden içeriye doğru patladı, ayağın yarısını balta kesmiş gibi koparıverdi. Bacağın üst kısmından kıpkırmızı etler sallanmaya başladı. Yaranın içinde beyaz kemik parıldarken erkek fil üç ayağı üzerinde yine ileriye doğru atıldı, ikinci mayın sağ ön ayağının tam altında patladı, ayağı ve bileği kanlı bir topak haline getirdi. Fil acıyla haykırdı, korku içinde kalçalarının üzerine oturdu, parçalanan bacakları yüzünden daha fazla ilerleyemedi. Yanından geçen emzikli analar mayın tarlasında ilerlediler. Başlangıçta bom bom bom sesleri aralıklıydı. Ama az sonra, manyak bir bateristin tuttuğu tempo gibi kesintili bir stakato’ya dönüştü. Bazen dört beş mayın aynı anda patlıyor, çıkan yoğun ses yandaki tepelere çarpıp yüz yankıya bölünüyordu. Bunların hepsinin gerisinde, bir cehennem orkestrasının yaylı sazları gibi o helikopter pervanesinin ıslıklı sesi yatmaktaydı. Araç tarlaya doğru iniş yapıyor, dönüyor, tarlanın kenarına varınca yükseliyor, dağılan sürüyü tıpkı bir çoban köpeği gibi alanın içinde tutuyordu.

Bir sağa uçuyor, geri dönmeye çalışan bir grup hayvanı bu kararlarından vazgeçiriyor bir sola seğirtiyor, mucize sonucu tarlayı yarasız aşıp nehir yamacına varmış olan genç erkek fili geri püskürtüyordu. Hayvan çaresizlik içinde, olduğu yerde durup dönüyor, tekrar mayın tarlasına dalıyor, bu sefer bir mayın ayağını koparıyor, zavallı haykırıp kükreyerek yıkılıyordu. Patlayan mayınların sesi top ateşleri gibi birbirini izlemekteydi. Her patlamayla birlikte, bir toz sütunu durgun havaya doğru yükseliyor, uçuşan sis gibi kırmızı tozlar manzaranın dehşetini biraz saklıyordu. Toz bulutu ağaç tepelerinin düzeyine kadar varabilmekteydi. Çaresiz hayvanlar patlayan mayınların parlak ışığında aydınlandıkça görülebiliyorlardı. Bir yaşlı dişi, dört ayağını birden kaybetmiş, tarlada yan yatmakta, kalkabilmek İçin kafasını yere vurup durmaktaydı. Bir başkası karnının üzerinde sürünecek İlerlemeye çalışıyor, arka ayaklan ardında sürükleniyordu. Hortumu, yanı başındaki yavrusunu korumak istercesine ona sarılmıştı. O sırada tam göğsünün altında bir Claymore patladı, kaburgalarını dört bir yana saçtı, aynı zamanda yavrunun da arka kısmını havaya uçurdu. Analarından ayrılmış olan birkaç yavru, toz örtüsünün İçinde bağırarak koşuyorlardı. Kulakları korkudan kafalarının iki yanına yamyassı yapışmıştı. Bir gürültü, bir ışık… hepsi karmakarışık bir yığın halinde üst üste döküldüler. Bu böyle uzun süre devam etti. Sonunda patlamalar yavaşladı, yine eskisi gibi aralıklı oldu, daha sonra da kesildi.

Helikopter, uyarı levhalarının dışında yere indi. Motorunun sesi sustu, dönen pervanesi durdu. Artık tek duyulan ses ölmekte olan hayvanların sesiydi. Helikopterin kapısı açıldı, bir adam yere atladı. Siyah bir adamdı. Kolları kesilip çıkarılmış soluk bir blucin ceketle, dapdar, dalgalı boyanmış bir blucin pantolon giymişti. Rodezya savaşı sırasında blucin kumaşı gayrı resmi bir üniforma gibiydi gerillalar için. Adamın ayaklarında süslü püslü batılı çizmeleri vardı. Altın çerçeveli Polaroid havacı gözlüğünü alnında yukarıya doğru itmişti. O gözlükle, ceketin üst cebinin kenarından görünen parıltılı tükenmez kalemler dizisi, eski gerillaların rütbe nişanı gibi bir şeydi. Sağ kolunun altında bir AK 47 saldırı tüfeği taşıyordu. Mayın tarlasının kenarına kadar yürüdü beş dakika kadar hareketsiz durup karşısındaki manzarayı duygusuzca seyretti, sonra tekrar helikoptere doğru döndü. Ön camın gerisinde, pilotun suratı ona doğru döndü. Afro saçlarının tepesinde kulaklıkları hala yerli yerindeydi. Subay ona aldırış etmedi.

Dikkatini helikopterin gövdesine yöneltti. Gövdedeki tüm İşaret ve numaralar yapışkan bantlarla dikkatle kapatılmış, üzeri püskürtme siyah boyayla boyanmıştı. Yapışkan bant bir köşesinden açılmış, altından aracın numarasının köşesi görünüyordu. Subay onu elinin ayasıyla tekrar yapıştırdı, yaptığı işi eleştirici bakışlarla bir süzdü, sonra en yakındaki moponi’nin gölgesine doğru yürüdü. AK 47’sini ağacın gövdesine dayadı, blucinini korumak için yere bir mendil serdi, sırtını ağacın sert kabuklarına dayayıp oturdu. Altın Dunhill çakmağını çıkardı, bir sigara yaktı, içine derin bir soluk çekti, sonra koyu renk, kalın dudaklarından dumanı ağır ağır üfledi. Bundan sonra ilk defa olarak gülümsedi. Soğuk, düşünceli bir gülümseme yayıldı yüzüne. Üçyüz fil eski usulle öldürmek İçin ne kadar adam, ne kadar zaman ve ne kadar mermi gideceğini düşünüyordu. Yoldaş komutan eski savaş günlerindeki kurnazlığının bir zerresini bile kaybetmiş delildi… bunu ondan başka kim düşünebilirdi ki? Başını hayranlık ve saygı yansıtan bir hareketle iki yana salladı. Sigarasını bitirince İzmariti başparmağıyla İşaret parmağı arasında ezip toz haline getirdi. Eski günlerden kalma bir alışanlıktı bu. Gözlerini kapadı. Mayın tarlasından gelen o korkunç inleme ve haykırma sesleri korosu, onun uyumasını engellemedi. Uyanmasına aslında İnsan sesleri neden oldu.

Hemen ayağa kalktı. Uykusundan eser kalmamıştı. Güneşe doğru baktı. Vakit öğleni geçmişti. Helikoptere doğru gidip pilotu uyandırdı. «Geliyorlar.» Kapıyı açtı megafonunu eline aldı, patikaya çıktı, İlk adamlar ağaçların arasında belirinceye kadar bekledi, onlara eğlemen bir tiksintiyle baktı. «Maymunlar!» diye mırıldandı. Onlara karşı, eğitilmiş insanın köylülere duyduğu tiksintiyi, bir Afrikalının başka kabileden bir adama duyduğu nefreti duyuyordu. Fillerin izini sürerek uzun bir sıra halinde yaklaştılar. İki, üç yüz kişiydiler. Hayvan postundan gocuklar, içine eskimiş batı tipi giysiler giymişlerdi, önde erkekler, arkada kadınlar vardı. Kadınların çoğunun memeleri açık kimisi genç başlarını dik tutan, kalçalarını şiirsel bir biçimde sallayarak yürüyen türdendi. Blucinli subay onlara bakarken, içindeki tiksinti, yerini bir beğeni duygusuna bıraktı. Belki daha sonra bunlardan birine vakit ayırabilirim, diye düşündü, bunu düşünürken elini blucininin cebine soktu.

Gelenler mayın tarlasının kenarına dizildiler. Konuşuyor, sevinçle bağırıyor, birkaçı el çırpıp kıkırdaşıyor parmaklarıyla birbirlerine can çekişen koca hayvanları gösteriyordu. Subay bir süre sevinçlerini yaşamalarına izin verdi. Kendi kendilerini kutlamak için böyle bir molaya ihtiyaçları vardı. Sekiz gündür avdaydılar. Durup dinlenmeden yürümüşlerdi. Fil sürüsünü ileri doğru sürmek için davul çalma işini nöbete koymuşlardı. Subay onların sessizleşmesini beklerken, bu ilkel, cahil köylüleri böyle etkin bir bütün haline getirebilen o kişisel mıknatısı, o karakter gücünü bir kere daha düşündü. Bu operasyon baştan sona bir tek kişinin eseriydi. «Tam erkek!» diye başını salladı subay. Sonra kendini bu tapınma benzeri hayranlıktan uyandırmak için silkindi, megafonu dudaklarına götürdü. «Kesin sesinizi! Susun!» diye bağırdı onlara. Arkasından da yapılması gereken İşlerle ilgili talimatı vermeye koyuldu. Eli baltalı ve bıçaklıların arasından kasap ekiplerini seçti, kadınlara çalı yığmalarını, duman tüttürecek ateş yakmalarını, kimisine de mopani kabuklarından sepet örmelerini emretti, ondan sonra dikkatini tekrar kasaplara çevirdi. Yerlilerin hiçbiri daha önce ömründe hava taşıtına binmemişti.

Subay İlk grubu helikoptere bindirip mayın tarlasındaki ilk cesedin oraya indirebilmek için çizmenin sivri burnunu da kullanmak zorunda kaldı. Helikopterin kapısından sarkıp aşağıda yatan ihtiyar erkek file baktı. Kalın kıvrık dişlerini İnceledi, sonra hayvanın aradan geçen süre içinde kan kaybından öldüğünü fark etti. Pilota alçalması için işaret etti. Ağzını yerlilerden en yaşlısının kulağına yaklaştırıp bağırdı. «Sakın ayaklarınızı toprağa basmayın!» Adam başını otomat gibi salladı, «önce dişler, ondan sonra etler.» Adam başını tekrar salladı. Subay onun omzunu tıpışladı, yaşlı yerli aşağıya, hayvanın karnı üzerine sıçradı. Karın, fermante gazları yüzünden şişmeye başlamıştı bile. Köylü çabalayıp dengesini bulmaya uğraştı. Adamları da ellerinde baltalarıyla onun peşinden indiler. Subayın bir el işaretiyle helikopter havalandı, ejderha sineği gibi dişleri iyi gözüken bir başka file doğru uçtu. Bu seferki hala sağdı. Oturur gibi doğruldu, kanlı hortumunu uzatıp sanki helikopteri havadan kopmak istedi. Subay kapının arasından AK 47’siyle nişan aldı, boynun arka tarafına, kafanın vücutla birleştiği yere bir tek el ateş etti.

Dişi fil yıkıldı, yanındaki yavrusu kadar hareketsiz, yere serildi. Subay ikinci kasap ekibinin başkanına başını salladı. Ağırlıklarını o koca gri kafalar üzerinde dengeleyen, asla yere basmamaya dikkat eden baltacılar, önce dişleri kafanın beyaz kemiğinden ayırdılar. Duyarlı bir işti bu. Ters bir vuruş, fildişinin değerini çok düşürebilirdi. Blucinli subayın, sırf bir emre karşı soru sordu diye, yerlilerden birinin çenesini dipçikle kırdığını görmüşlerdi. Fildişini bozana neler yapmazdı ki. Dikkatli çalıştılar. Fildişleri yerinden çıktıkça helikopter onları topluyor ekibi bir sonraki cesede taşıyordu. Akşam bastırırken fillerin çoğu da ya aldıkları yaralardan, ya da yedikleri kurşunlardan ölmüşlerdi ama kurtarıcı mermiyi henüz yememiş olanların çığlıkları hala çevredeki çakal ve sırtlan seslerine karışıyor, geceyi iğrençleştiriyordu. Baltacılar ellerindeki meşalelerin ışığında çalışmayı sürdürmekteydiler. Günün ilk ışıklan, tüm fildişlerinin toplanmış olduğunu gösterdi. Artık baltacılar dikkatlerini, hayvanları kesip parçalamaya yöneltebilirlerdi. Giderek artan sıcaklık onlardan daha hızlıydı. Kokmaya başlıyordu etler.

Bu koku, açılan, parçalanan barsakların kokusuna karışıyor siyahların iştahını arttırıyordu. Helikopter her budu, her kol ve küreği, yerinden çıkarılır çıkarılmaz alıp mayın tarlasının dışındaki güvenil alana taşımaktaydı. Kadınlar etleri şerit şerit kesiyor, ateşlerin yukarısına asıp dumanda islendiriyorlardı. Subay yapılan işi denetlerken bir yandan bu ganimeti hesapladı. Derileri saklayamamaları koruyamamaları çok yazıktı doğrusu. Her post bin dolar ederdi. Ama çok büyük olurdu. İyi tabaklanamaz, kokar, değeri sıfıra İnerdi. Oysa etlerdeki hafif kokuşmuşluk, onları Afrika damak zevkine göre daha değerli hale getirirdi. Tıpkı bir İngiliz’in av hayvanlarının tadından hoşlanması gibi bir şeydi bu. Beş yüz ton ıslak et kuruyunca ağırlığının yarısını kaybederdi. Yine de Zambiya yakınında, bakır madenlerindeki binlerce işçiyi beslemek gerektiğinden, oraları protein konusunda aç pazarlardı. Libresi İki sterline gidiyordu hafif islendirilmiş etler. Bu fiyat üzerinden anlaşmaya varılmıştı bile. Sırf et, bir milyon Amerikan doları tutuyordu.

Ayrıca tabii fildişleri de vardı. Fildişleri helikopterle kampın yarım mil ilerisinde, tepelerde, saklı bir yere taşınmıştı. Orada sıra sıra dizilmiş, seçme bir ekip onların üzerinde çalışmaya başlamış, her dişin enli tarafından içine doğru giren kovuktaki kalın, beyaz, koni biçiminde sinir kütlesini çıkarıyor, sonra dişi üzerindeki tüm kan ve pisliklerden arındırıp temizliyor, hassas burunlu uzak doğu gümrükçülerinin kokuyu almaması için tedbir alıyorlardı. Dört yüz diş vardı. Bir kısmı henüz olgunlaşmamış hayvanların dişleri olduğundan birkaç kilo ancak geliyordu ama, yaşlı erkeklerin dişleri, tanesi seksen sterlinden fazlaya gidecekti. Ortalama, tanesine yirmi sterlin demek akla uygundu. Hong Kong’da cari fiyat, libresine yüz dolardı. Yani toplam sekiz yüz bin dolar. Günün net kârı bir milyon doları geçecekti. Üstelik de, yetişkin erkekler için yıllık gelirin altı yüz doların altında olduğu bir ülkede. Operasyonun diğer ufak tefek fireleri de olmuştu tabii. Baltacılardan biri dengesini tutturamamış, hayvanın üzerinden düşmüştü. Düşünce de oradaki bir anti personel mayınının üzerine kıç üstü oturuvermişti. «Geri zekâlı, maymun!» Subay adamın bu ahmaklığına sıkılmıştı. Cesedinin oradan toplanıp gömülmek üzere hazırlanması için değerli iş zamanından bir saat ziyan etmişlerdi.

Bir başka adam baltasını hızlı savurmaya çabalarken kendi ayağını uçurdu, bir düzine kadarı da oralarını buralarını kesip yaraladılar. Adamlardan bir tanesi, subayın çalılar arasında kendi genç karısına yaptıklarına itiraz ettiği için karnına bir AK 47 kurşunu yedi. Ama yine de işin kârı düşünülürse, bu kayıplar ufak sayılırdı. Yoldaş komutan memnun olacaktı. Haklıydı da memnun olmakta. Fildişi İşinde çalışan ekip işini üçüncü gün sabah bitirdi. Subay onları aşağıdaki isleme işine yardımcı olmaya yolladı, fildişi kampı boşaltıldı. Malı incelemek üzere az sonra oraya gelecek önemli konuğu kimsenin görmemesi gerekiyordu. Konuk helikopterle geldi. Subay parıldayan sıra sıra fildişlerinin yanında hazır ol duruyordu. Pervanenin püskürttüğü hızlı hava akımı ceketine çarptı, blucininin paçalarını dalgalandırdı ama adam o kazık gibi duruşunu bozmadı. Araç yere kondu, içinden pek otoriter biri indi. Yakışıklı adamdı. Dimdik, güçlü, bembeyaz düzgün dişli. O dişler kapkara suratında daha da parlak görünüyordu.

Kıvırcık Afrikalı saçları, biçimli başına pek yakın yerden, kısa kesilmişti. İtalyan modasına göre dikilmiş, İnci rengini andırır gri bir elbise, beyaz gömlek, lacivert kravat. Siyah pabuçları yumuşak dana derisinden elde yapılmıştı. Subaya elini uzattı. Ondan genç olan subay hemen saygılı hazır ol durumunu bozup, babasına koşan bir çocuk gibi ona doğru koştu. «Yoldaş komutan!» «Yo! Yo!» diye takıldı büyük adam subaya. Hâlâ gülümsüyordu. «Artık Yoldaş Komutan değil. Yoldaş Bakan. Bundan böyle bir tomar pasaklı çetecinin başı değil, egemen bir devletin hükümetinde Bakanım.» Bakan taze fildişlerine bakarken yüzünde bir gülümseme belirmesine bir kere daha izin verdi. «Ayrıca da gelmiş geçmiş en başarılı fildişi avcısıyım… yalan mı?» *** Taksi Beşinci Caddenin asfaltı üzerindeki demir kapaklı adam deliklerinden birinde daha sarsılınca Craig Mellow yüzünü buruşturdu. Bergdorf Goodman’ın kapısı önündeydiler. New York taksilerinin çoğu gibi bu arabanın da süspansiyonu daha çok Sherman tanklarına lâyıktı. Craig içinden Mbabwe çukurunda LandRover’le giderken bile bu kadar sarsılmadım diye düşündü.

Bu düşünce birden içinde bir özlem duygusu uyandırdı. Chobe nehrinin aşağı kesiminde büyük Zambezi’nin suladığı yeşil alanlarda yaptığı o eziyetli yolculuğu hatırlamıştı. Bunlar o kadar gerilerde kalmıştı ki şimdi! Anıları kafasından uzaklaştırdı, şimdiki zamana döndü, yayıncısıyla yiyeceği öğle yemeğine taksiyle gelmek zorunda kalmanın kendisine herhalde bir tür hakaret olarak bilhassa ayarlandığını hissetti. Taksinin parasını da ödemek zorunda kalıyordu bu durumda. Bir zamanlar yayıncıları ona şoförlü limuzin arabalar yollar, yemek randevusunu da ya Dört Mevsim’de, ya la Grenoulle’de verirlerdi. Greenwich Village’in İtalyan lokantalarına düşmezlerdi. Bir yazar, yazmakta olduğu kitabı üç koca yıl boyunca getirip teslim etmezse, işte böyle küçük itiraz gösterilerine kalkardı yayınevleri. O yoz ar vaktinin çoğunu, satın aldığı hisse senetlerinin komisyonculuğunu yapan kadınla aşk yaşamaya ayırırsa daktilosunun başında geçirdiği zaman Studio 54’de geçirdiğinden az olursa, sonunda olacağı buydu tabii.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir