John Dickson Carr – Kirmizi Kumlar

-Sayın Jüri Azaları,aranızda anlaşarak bir karara varabildiniz mi? – Evet. – Bu cinayet davasında, zanlı John Edward Lypiatt’ı suçlu mu, yoksa suçsuz mu görüyorsunuz? – Suçludur. – Suçlu olduğunu bildiriyorsunuz. Bu karara hepiniz katıldınız mı? – Evet… (Jüri reisi biraz durakladı.) Fakat, zanlının mahkemenin merhametinden faydalanmasını da diliyoruz. Mahkeme salonu birden karıştı. Jüri kararının bildirilmesiyle, salonda gözle görülür bir ürperme oldu. Sonra, bir ölüm sessizliği ortalığı kapladı: Zira, Jürinin mahkemeyi merhamete davet etmek için kullandığı kelimeler pek içten görünmüyordu ve zanlının akibeti belli olmuş gibiydi. Fakat,zanlı sandalyesinde oturan zavallı böyle düşünmüyordu.Muhakeme başladığındanberi ilk ders; yüzünde bir ümit ışığı belirdi. Gözlerini kırpıştırarak, bir şeyler daha bekler gibi Jüriye baktı. Mahkeme Jürinin tavsiyesini dikkate alarak sordu: – John Edward Lypiatt,bu davada suçsuz olduluğunuzu iddia ettiniz. Ülkenizin mahkemesine itimadınızı bildirdiniz. Burada muhakeme edildiniz ve suçlu görüldünüz. Bu durumda kanunda yazılı olan idam cezasının hafifletilmesini haklı gösterebilecek bir diyeceğiniz var mı? Zanlının donuk gözlerinde bir şaşkınlık okundu.


Ağzını açtı, fakat bir kelime söyleyemedi. Mahkeme bekliyordu. – Kötü bir iş yaptım … Bunu biliyorum. (Yüzündeki şaşkınlık şimdi yerini korkuya bırakıyordu.) Fakat, siz de biliyorsunuz ki onu seviyordum! Başından beri size bunu anlatmaya çalıştım. Sevdiğim için onu öldürdüm. Eve döndüğümde, bu adamın benim evime gelmiş olduğunu anladığım zaman ve karımın da bunu gülerek karşılaması üzerine, daha fazla dayanamadım. Yutkundu. Mahkeme heyeti başka tarafa bakmayı tercih ediyorlardı. – O zaman, kendimi kaybettim, gözlerimi kan bürüdü ve ona vurdum… vurdum. Kendime geldiğimde, karım yerde hareketsiz yatıyordu. Bunu isteyerek yapmadım. Onu seviyordum! Hakim Justice Ireton’un yüzü ifadesizdi. – Söyleyecekleriniz bitti mi? – Evet, efendim. Hakim Ireton yavaşca gözlüğünü çıkarıp katladı.

İtinayla kürsünün üzerine bırakıp kısa, kalın parmaklı ellerini kavuşturdu. Sakin, fakat ürküttcü gözlerini zanlıdan ayırmıyordu. Kısa boylu, toparlak bir adamdı. İngiliz hakimlerinin takmak zorunda oldukları perukanın altında seyrek, beyaz saçlar olduğunu kimse bilemezdi. Siyah çizgili kırmızı pelerini altında, sıcaktan bunaldığını, yorulduğunu da kimse onun yüzünden anlayamazdı. O zaman, Hakim Ireton’un soğuk ve monoton sesi, kaderin veya ölümün kapıyı vuruşu gibi hissiz, salonda yükseldi: – John Edward Lypiatt, Jüri tarafından. karınızın öldürülmesi vakasında suçlu görüldüniz. Bir müddet sustu. – Kendinizi müdafaa için, iradeniz dışında hareket ettiğinizi iddia ettiniz. Bu bizi ilgilerdirmez, Jüri gibi ben de, avukatınızın bu davayı evvelce düşünülmeden işlenmiş bir cinayet gibi göstermek gayretlerine bir kıymet veremem. Sustu. Müdafaa avukatı Frederick Barlow başı eğik, hareketsiz duruyordu. Yanındaki iki yardımcısı bakıştılar, bir tanesi manalı bir şekilde başparmağını aşağı doğru kıvırdı. – Açıkça tesbit edildi ki karınızı seğukkanlılıkla ve bilerek öldürdünüz. Jüri merhametimize layık olduğunuzu düşünüyor.

Bu istek tarafımızdarı incelenecektir. Fakat, size ümitli olmamanızı blldiririm. Şimdi bana düşen, kanunda bu suç için yazılmış cezayı size okumaktır. Gereği düşünüldü: Zanlı John Edward Lypiatt, geldiği cezaevine tekrar geri götürülüp, oradan infaz yerine götürülecek ve asılmak suretiyle ölüm cezası yerine getirilecektir. Tanrı taksiratınızı affetsin. Zanlının yüzünde aynı şaşkınlık okunuyordu. Birden, haykırdı: – Olamaz/… Bu doğru değil! Ona bir kötülük yapmak istemedim! Oh! Tanrım! Ben Polly’ye kötülük yapabilir miydim? . Hakim Ireton ona. hissiz bir şekilde baktı: – Suçlusunuz ve bunu siz de biliyorsunuz. Götürün! Salonda dinleyicilere ayrılan kısmın dip tarafında yazlık bir elbise giymiş olan genç kız, birden sıcaktan bayılacak gibi oldu. Kalabalığı yararak çıkış kapısına doğru ilerlemek istedi. Yanındaki şık giyimli, sağlam yapılı genç adam da yerinden kalkıp onun peşinden yürüdü. Miss Constance Ireton kapıya varacağı sırada, kalabalıkta konuşulan sözlere kulak misarırı oldu: – Pek insafsız birine benziyor. – Kim? – Hakim. – Oh! O mu? Hakim Ireton işini bilir.

Eğer, suçlu gördüyse, muhakkak suçludur. İşini bilir o! – Evet ama… Her neyse, kanun kanundur. Adliye Sarayının çıkışı kalabalıktı. Constance yan taraftaki kilisenin bahçesine giden yola indi. Nisan ayının sonu olmasına rağmen, hava yaz gibi sıcaktı. Constance bahçenin ortasında bir sıraya oturdu. Beyaz tenli, sarı saçlı güzel bir kızdı. Yüzündeki makyaj ona bir taş bebek havası veriyordu. Etrafına bakındı. – Küçükken hep buraya oynamaya gelirdim. Genç adam onu işitmemiş gibi sordu: – Demek bu adam babanız? Başıyla mahkeme binasını işaret ediyordu. – Evet. – Biraz dişli bir adama benziyor. – Oh! Hayır! Şey … Babamı ben bile tam olarak tanıyamadım. – Aksi bir adam … – Evet,bazan.

Fakat, onu asla öfkelı görmedim.Az konuşur ve . şey,şimdi aklıma geldi, Tony – Ne var? – Hiç düşünmemişim. Bugün babamı göremeyiz. Bugün, son defa hakimlik yaptığını unutmuştum. Şimdi, bir sürü veda merasimi, nutuklar düzenlenir … Kısacası, bizi onun yanına yanaştırmazlar. El iyisi, şimdi arkadaşım Jane’in evine dönelim. Jane arkadaşlarına bir kokteyl veriyor. Yarın, babamın kumsaldaki evine gidip, onunla konuşabiliriz. Genç adam gülümsedl: – Hımmm… BabanızIa karşılaşmakta pek aceleci görünmüyorsunuz, sevgilim. Elini uzattı ve parmaklarıyla Constance’ın omuzunu okşadı. Latin ırkına has güzellikte, yakışıklı bir adamdı. Anthony Morell gibi bir İngiliz ad taşımasaydı, onun İtalyan olduğunu zannedebilirdiniz. Sağlam, beyaz dişleri, canlı, parlak gözleri, kalın kışları ve gür saçları vardı. Gülümsemesi ona daha bir çekicilik kazandırıyordu.

Zeki, kendinden emin ve mücüdeleci bir insana benziyordu. Genç kız itiraz etti: – Oh! Öyle zannetmeyin! – Bundan emin misiniz? – Elbette. Bir düşünün: Bugün etrafında bir sürü insan olacak. Halbuki yarın, Horseshoe Körfezinde yeni satın aldığı köşke gidiyor. Evde sadece bir hizmetçi kadın bulunacak. Ona bu meseleyi açmamız için bundan daha uygun bir zaman olur mu? – Neredeyse, artık beni sevmediğinizi. sanacağım. Constance’ın yanakları pembeleşti: – Oh ! Tony! Bunun doğru olmadığını siz de biliyorsunuzl Morell genç kızın iki elini tuttu: – Sizi seviyorum. Bu sözlerin samimi olduğundan şüphe etmek imkansızdı. Genç adam hislerinin verdiği coşkunlukla devam etti: – Şimdi,şuracıkta ellerinizi, gözlerinizi ve dudaklarınızı öpebilmek isterdim. – Oh! Hayır, hayır, Tony! Deli misiniz? Genç kız hiç bu kadar utanmamıştı. Londra’da Chelsea’de veya Bloomsbury’de bir salonda olsa bu kadar çekinmezdi. Fakat, mahkeme binasının yanıbaşındaki bu küçük, sade bahçede bu çeşit sevgi gösterileri ona gülünçmüş gibi geliyordu. Tony’yi seviyordu, fakat her şeyin bir sırası olduğunu düşünüyordu. Morell onun hislerini anladı.

Hafifçe gülümseyerek yanına oturdu. – Yine de, beni babanızla tanıştırmak istemeyişinize gücendim, sevgilim. – Hayır, böyle zannetmeyin. Düşündüm ki… önce babama haber verip, işe uygun bir zemin hazırlamalı. Arkadaşlarımdan birine, daha önce bu işi yapmasını rica etmiştim … Anthony kaşlarını çattı: – Öyle mi? Kimmiş bu arkadaşınız? – Fred Barlaw. Genç adam elini yeleğinin cebine götürüp küçük bir c1sim çıkardı. Düşündüğü veya meşgul göründüğü zamanlar bu ufak cismi avucunda çevirmek alışkanlığı vardı. Bu, küçük bir tabanca mermisiydi. Anlattığına bakılırsa, bu merminin enteresan bir hatırası vardı. Fakat, Costance kullanılmamış bir merminin nasıl bir hatırası olabileceğini anlayamıyordu. MorelI mermiyi bir kaç defa havaya atıp tuttu. Gözlerini başkı tarafa çevirerek sordu: – Barlow mu? Şu az önce salonda gördüğümüz avukat değil mi? Babanızın idama mahkum ettiği adamı o müdafaa etmiyor muydu? Babanızın sizi evlendirrnek istediği şahıs o değil mi? Constance genç adamın yüzünün kıskançlıktan sarardığını görmekten şaşırdı. Fakat bu ona içten bir haz verdi. – Tony, sevgilim, size kaç defa tekrar ettim: Frederiek Barlow ile benim aramda hiçbir şey yoktur! Ona asla ümit vermedim ve bunu o da biliyor. Birlikte büyümüş olmamız hiçbir şey değiştirmez.

Babama gelince, o … – Evet? – Babam benim isteğime rıza gösterecektir. Bunu ümit ediyorum. (Kahverengi gözlerinde bir şüphe ışığı görünüp kayboldu.) Bakın, sevgilim. Fred’e haber bıraktım. Bir dava bittiği zaman avukatlar normal olarak hep birlikte vestiyere kapanıp, ellerını yıkar, cüppelerini çıkarır ve davanın münakaşasını yapmaya koyulurlar. Fakat, ona haber bırakıp, doğruca buraya gelmesini söyledim … Tony, işte o geliyor! (Sonra, genç adamın kolunu tuttu:) Onunla nazik konuşacaksınız, değil mi sevgilim? Morell tekrar elindeki mermiyi havaja atıp tuttu ve cebine koydu. Cüppeli bir adam toprak yolda onlara doğru ilerliyordu. Frederick Barlow ince, uzun boylu ve ciddi yüzlü bir adamdı. Yüzünde, dünya işleriyle uğraşmış olmanın ve insanların noksan taraflarını görmüş bulunmanın verdiği bir acılık vardı. Eğer, en kısa zamanda kendisini düzeltebilecek bir kadın bularnazsa. ilerde asık suratlı bir hakim olacağı belliydi. Zira, yakın bir zamanda hakim olacağı söyleniyordu. Meslek hayatı, şimdiye kadar hakiki karakteriyle bir mücadele neticesinde başarılı olmuştu. Kayıtsız, gevşek bir adamdı.

Halbuki, hukuk işleri bu zaafı affetmezdi … Karakteri itibariyle, hisli bir adamdı ve hisler, jüriye tesir etmekte kullanılmadığı zaman bir kusur sayılırdı. Otuzüç yaşında Kraliyet Hukuk Müşavirliğine kadar yükselmiş ve belki de bu yüzden, kendi karakterini disiplin .altına almayı başarmıştı. Elleri cübbesinin cebinde, ağır adımlarla yürüyordu. Yeşil gözleri daima şahitleri rahatsız etmişlerdi. Ağzında bir gülümseme vardı. – Hello, Constance! Ben sizi Jane Tennant’ın kokteyline gitmiş sanıyordum. – Evet, oradaydık. Fakat, Taunton buradan birkaç kilometre mesafede olduğu için bir koşu buraya uğrayıp, neler olup bittiğini görmek istedik. Fred, size, Tony Morell’i tanıştırayım. Morel nezaketle selam verdi ve Barlow’un elini hararetle sıktı. Fakat, Constance endişeli gibiydi. – Fred, davanızı kaybettiğiniz için hakikaten üzgünüz. – Ne yapalım … Bunlar mesleğin tuzu biberidir. – Bu zavallı Lypiatt’ın akibetine çok üzüldüm.

Hakikaten de onu … Barlow onun sözünü tamamladı:« .asacaklar mı? diye soracaktınız.Hayır, zannetmiyorum.» – Fakat kanun … Babamın dediğini siz de işittiniz. Frederick Barlow genç kızın dediklerine alaka göstermeden dudağını büktü, O şimdi, dikkatle Morell’e bakıyordu. Sonra, genç kıza döndü: – Sevgili Constance, babanız zanlılarla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamayı alışkanlık haline getirmiştir. Kanuna uyup uymamayı pek düşünmez. Onun için mühim olan, adaleti kendi şahsi anlayışına göre dağıtabilmektir. – Anlayamıyorum … – Anlatayım. Lypiatt bir cinayet işledi. Yanılmıyorsam babanız, bir takım hafifletici sebeplerden dolayı, onun asılmayacağını çok iyi biliyor. Öte yandan, mademki Lypiatt bu cinayeti işledi, ceza. görmesi lazım. o zaman, saygıdeğer babanız bu adama asılacağı intibaını veriyor ve elinden geldiği kadar uzun bir zaman, onun bu fikrin tesiri altında ezilmesini istiyor. Sonra, zamanı gelince Hakim Ireton zavallının temyiz dilekçesine kendi ağırlığını da koyarak, cezasının müebbet hapse çevrilmesini sağlayacaktır.

Hepsi bundan ibaret. Morell’in yakışıklı yüzü donuklaştı. – Sizce bu, ortaçağ işkencelerine benzemiyor mu? – Belki öyledir. Bunu hakime sorun. Morell ısrar etti: – Fakat, böyle yapmaya selahiyeti var mı? – Kanunen, evet. – Fakat, vicdanen? Barlow elini sallayarak «Oh! Vicdanın ne olduğunu hangimiz biliyoruz ki! dedi. Constance görüşmenin kendi arzu ettiği şekilde gelişmediğini hissetti. Pek anlayamadığı imalı sözler geçiyordu. Fred Barlaw’un kendisinden ne istenildiğini anladığını hissediyordu. O zaman, Constance meseleyi açmaya karar verdi: – Lypiatt’ın ölümden kurtulacağını öğrendiğime çok memnun oldum. Yani, babam bugün bir adamı idama mahkum etseydi, bu bana bir uğursuzluk işareti gibi görünecekti. Fred, çok mesudum: Tony ve ben, bugün nişanlandık.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir