John Dickson Carr – Tenis Kortunun Esrarı

Hugh Rowland, pencereden bahçenin sonundaki tenis kortunu seyrediyordu. Solgun gri bir dörtgen şeklindeki bu tenis alanı parmaklıklarla çevriliydi. Parmaklıkların çevresinde ise kavak ağaçları sıralanmıştı. Bu ağustos gününde durgun ve sıkıntılı bir hava vardı. Yaprak bile oynamıyordu. Ara sıra, bir serçe yapraklar arasında geziniyordu. Gök birden karardı. Delikanlı geriye dönüp Brenda White’a baktı. Kızda beğenmediği hiçbir şey yoktu. Uzun bacaklarını altına almış, vücudunu öne eğmiş, öylece oturuyordu. Beyaz tuval robundan dizleri ve omuzları görünüyordu. Gür sarı saçları kulakları hizasından kesilmişti. Kız, kaşlarını hafifçe çatarak kararsız bir şekilde Hugh’a baktı. Hugh bu bakışla cesaretini yitirmedi. Artık fikrini söylemek zamanı gelmişti.


— Dinleyin beni, diye başladı. Brenda delikanlının ne diyeceğini kestiriyordu. Bugün basmakalıp şeylerden söz etmeyeceğini, bu uzun sessizlikten sonra açılacağını biliyordu. — Fırtına nerdeyse kopacak, diye zaman kazanmak için bir cümle söyledi. Sesini yükselterek konuştu: — Hakkımda ne düşünürseniz düşünün; sizinle hemen ve ciddi olarak konuşmam gerek… Neden geç kaldıklarını merak ediyorum. Beşi yirmi geçiyor. Oysa Frank’a beşte gelmesini söylemiştim. Kitty’i alarak doğrudan buraya gelecekti… Bakın gök gürledi, daha gecikirlerse tenis oynayamayacağız. Hugh, sedire, genç kızın yanma oturdu. Brenda, onun kendisine karşı duyduğu aşkı biliyordu. Bu aşk, onun her davranışından belli oluyordu ama kızın kendisine duyduğu hisleri kestiremiyordu. Ona Frank Dorrance’a karşı olan hislerini itiraf ettirmek isteğindeydi. — Frank’la evlenmek niyetinde misiniz? Diye sordu. —• Evet. — Ya… Demek onu seviyorsunuz? — Bu ne biçim soru? — O zaman başka şekilde sorayım: Kendisine sevgi besliyor musunuz? Ki, başını çevirerek hafifçe omuz silkti.

Hu soruyla ahlâk sınırını aştığımı sanmıyorum. Frank kendisinden nefret ettiğimi biliyor ve bu ona vız geliyor. Sizinle konuşmak isteğimi de zaten ona bildirmiştim. Bu evlenme işindeki bütün ayrıntıları ölçüp tartalım. Frank’ın cazip bir insan olduğunu itiraf ederim. Brenda mırıldandı: — Pek cazip! Hugh, onun yalan söylediğini sezdi. Avukatlık mesleği gereği, gerçeği söylemek tarzını bilirdi. Büyük bir sevinç duydu bundan. Rakibi Frank hem etkili, hem küstah; on genç kızdan dokuzu ona kapılır. Şimdi kızın onu sevmediği nerdeyse kesindi. Hücuma devam etmek gerekiyordu: — Demek, o sizi Bay Noakes’in bıraktığı büyük miras için istiyor, siz de aynı nedenle ona varıyorsunuz? — Öyle sayılır. — Öyle sayılmaz. — Niçin kuşkulanıyorsunuz? — Çünkü sizden daha güzel bir hareket beklerdim. — Sanırım havanın etkisiyle ikimiz de sinirliyiz. Şaştığım şey beni idealleştirmeniz.

Özellikle sizin gibi bir insanın… — Sorun idealleştirmek değil, inanın. Hayır, kusurlarınızı görmesem sizi para yüzünden evleniyorsunuz diye tenkide kalkışır mıydım? İnsanın sevgisi de olmalıdır. — Elbette, benim sevgim, eğilimim yok mu sanıyorsunuz? — Öyle sanıyorum. Eğer varsa beni idam etmelerine razıyım. Yalnızca maddî şeyler için evlenilmez. Öyle sanıyorum, sevmemekle bitmiyor, birbirinizi soğuk bile buluyorsunuz. — Doğru değil bu, ama yine de siz devam edin. — Bu birleşmenin şartlarını biliyorsunuz. Parayı kabul ettiğiniz takdirde ne boşanabilir, ne de evlerinizi ayırabilirsiniz. Pratik karar verdiğiniz konusunda kendinizi kandırıyorsunuz. Mutluluk unsurunu hesaba bile katmıyorsunuz. Kız sükûnetle kabul etti: — Katmıyorum, doğru. Mutlu olarak evleneceğimi öteden beri aklımdan geçirmedim. Buna rağmen mutluluğun olacağını da kabul ediyorum. Başını çevirip Hugh’a baktı.

Sesinde hiçbir sinsilik yoktu. Hugh. — Evet; hakkınız var, havanın etkisi, dedi. Gözlerini kızın gözlerine dikti. Kız bakışlarını çevirmedi. — Bu kadar mantıksızlığı size yakıştıramıyorum. Güneş çarpmış insanlar gibi konuşuyorsunuz. — Başka şartlar altında mantıksızlık olabilirdi. Ama benim şartlarım değişik. Bu evliliği geri çevirirsem, başkalarının hazırladıkları tertip altüst olur. Nick de kötü duruma düşer… Frank da sarsılır. — Hâlâ anlamıyorum! Siz başkalarını kötü duruma düşürmemek için mi evleniyorsunuz. Olur şey değil doğrusu. — Eee, kim bilir? Brenda White ona döndü, yüz yüze gelmişlerdi. Kız kendi kendiyle çarpışıyordu.

Kendini temize çıkarmak için gayret harcadığı belliydi: — Acaba dünyada kaç kadın başkalarının sarsılmaması için, keyiflerinin kaçmaması için evlenmiştir? Size göre ben çılgınca hareket ediyorum, biliyorum bunu. Eğer siz Nick olsaydınız şu anda bazı tıbbî deyimler kullanırdınız, enhibisyonlardan, nevrozlardan söz ederdiniz. Bir sinir hastalıkları mütehassısına muayene olmamı öğütlerdiniz. Sorun şu: Benim noktamdan iş bir özellik arz ediyor. Çocukluğumda başımdan geçen olaylar hâlâ etkilerini sürdürüyorlar. Geçmişimi biliyor musunuz? — Hayır! Genç kız coşkun bir şekilde: — Ah, öyleyse teşekkür ederim. «Öğretmem gereken şeyleri biliyorum» diyerek hoş olmayan nezaket gösterilerine kapılmadınız. — Seksenleş yaşındaymış ve bozulmasından korktuğunuz bir hayal yokmuş gibi konuşuyorsunuz. — Beni böyle konuşmaya iten kendi edindiğim deneyler değildir. Buna şükür… Fakat altı yaşımdan beri çevrede dönen olaylar beni her şeyden kanıksattı. Hugh, kızın ısrarlı bakışlarından irkilmişti: — Anneniz ve babanızın öldüklerini biliyorum. Onları yitirdiğinizden bu yana, burada, Nick’in evinde oturduğunuzu ve evleneceğiniz güne kadar da yine burada oturacağınızı biliyorum. — Babam bir otel odasında beynine kurşun sıkarak öldü. Annem de haftalığı otuz beş şilin olan bir pansiyonda yaşayarak öldü. Yanlış anlamayın, bunların şimdi bir değeri yok, bunlardan bir trajedi yaratmak da istemiyorum.

Size annemle babamın ve arkadaşlarının hayatlarından söz edeceğim. Zira hepsi birbirlerine benziyorlardı. Yakışıklı Jack’la sevimli Sally, yedi yaşıma gelmeden önce peşleri sıra beni dünyayı dolaştırdılar. Çocukluk anılarımda geriye doğru gittikçe ışıklı ve büyük otelleri, makyajlı yüzleri görür gibi oluyorum. Kendi dünyalarına dalıp beni bütünüyle unutmazlarsa, bağırlarına basarlar yahut tatlı ve yemiş ikramlarına boğarlardı. Fakat ben çevremde olanların hiçbirini kaçırmadım. Her şeyi anlıyordum. En korktuğum şey, annemle babam benim uyuduğumu sanırlarken, bitişik odada uyanık yatmaktı. Ne konuştuklarına kulak verirdim. Annem babamı itham eder, babam da kendini müdafaaya ça- lışırdı. Evet, yakışıklı Jack’la, sevimli Sally. Bu az gelirli, fakat engin istekli insanlar, dünyadaki bütün iyi şeyler üzerinde hakları olduğu iddiasında bulunurlardı. En iyi yerlerde dolaşırlardı. Şık ve kibar oları bu insanlar baş başa kaldıkları zaman bir fecaatti. Evimize şu veya bu nedenle gelen bütün misafirler, gerçekte anneme kur yaparlardı.

Brende bir an sustuktan ve anlatacaklarını bir düzene koyduktan sonra devam etti: — Bunları niçin açtım, bilmiyorum. Hava gerçekten çok bunaltıcı… İçimi döküverdim. — Fakat Brenda… — Fazla bir şey söylemeyin… —• Söyleyeceğim şu: İçinizi daha rahat ve serbestçe dökün. Haydi devam edin. Hikâyeniz daha bitmedi. Brenda gülümsedi: — Evet, hikâye henüz bitmedi. Biliyorum, siz beni kafasında tenis oynamaktan başka düşünceleri olmayan bir arkadaş sayarsınız. Acaba Frank da beni iyice tanır mı? Hayır. Zira bende ta çocukluktan beri bir aykırılık vardır. Hayatım bu şekilde zehirlenmiştir. Karanlık odada uyumuyor, dikkatle yandaki sesleri dinliyordum. Sonraları daha iyi kavradığım nakaratlar tekrarlanırdı: Para, para, para… Daha o zamandan beri paradan nefret ederdim. Sanırım bütün çocuklar işitmemeleri gereken şeyleri bir gün işitirler. Ben de işitip etkisinden asla kurtulamadım. Onun için bana ne zaman aşktan söz etseler… — Ren henüz size aşktan söz etmiş değilim.

Fakat neredeyse söz etmek üzereydim, itiraf ederim. Genç kız devam ediyordu: — Annemle babamı birleştiren duygunun ne olduğunu söyleyemem. Aralarında galiba bir aşk varmış, fakat sonraları birbirinden nefret etmeye başla mıhlar. Nihayet kendi nefislerine acıyarak öldüler. Çünkü paraları yetmiyordu, işte size, paraya sahip olarak ona olan tiksintimi belirtmek istiyorum. Evet, ben ihtiyar Noakes’in servetine konmak için Frank Dorrance’la evleneceğim. Her türlü ihtiyaçtan kurtulacağım böylece. Beni istediğiniz kadar eleştirebilirsiniz. Sedirden kalkıp pencereye yaklaştı. Uzaktan gök gürültüleri duyuldu. Brenda: — Bir şey söylemiyorsunuz… Kötü bir şey yaptığıma mı inanıyorsunuz? — Hayır, aptalca bir harekette bulunduğunuzu düşünüyorum. — Niçin? — Duygusal meseleleri dikkate almaksızın bir hukukçu gibi konuşacağım. Eğer annenizle babanız tarif ettiğiniz gibiyseler, demek ki fazlasıyla paraya gereksinimleri varmış. Fakat paranın size bu kadar gerekli olmadığını biliyorsunuz. — Yok canım.

— Evet, paranın hayattaki rolü sandığınız gibi değildir. Siz Frank Dorrance’la evlenmeye kendinizi ikna etmişsiniz. Ya da bu bir saplantı haline gelmiş sizde. Bir anlamda siz yakışıklı Jack’la evlenmiş olacaksınız. — Olabilir! — Öyleyse siz hiç sevmediğiniz bir yaşam tarzına şimdiden. Mahkûm ediyorsunuz kendinizi. — Öyle sayılabilir. — Niçin böyle davranıyorsunuz şu halde. Buna hakkınız yok. Yerinden kalktı. Brenda pencerenin önünde ayakta duruyordu. Ona doğru yaklaşırken Nick’in niçin kendileriyle birlikte çay içmeye inmediğini, iki genci yalnız başlarına bıraktığını düşünüyordu. İhtiyar doktor Nick’in yanında Frank Dorrance çok değerliydi. Hugh’un bu evlenmeye karşı durması onu çok sinirlendirebillrdi. Acele etmek gerekiyordu.

Brenda: — Bütün işler düzene girdi, dedi. — Biliyorum. Komşumuz Bayan Kitty Bancroft nedimeliğinizi yapacak düğünde. Nick, kırık ayağına rağmen dansetmeye çalışacak. Ben bile aile dostu olmam nedenlyle bu düğünde hazır bulunacağım. — Size ne yapmam gerekiyor? — Benimle evlenmeniz. Hugh, bu sözlerden sonra biraz bekledi. Boynundaki ipek eşarbı boğazını sıkıyordu sanki. Devam etti: — Sizi sevdiğimi biliyorsunuz. Brenda başını çevirmeden: — Biliyorum, dedi. — Eğer jüri kararını vermek üzere çekilmek is terse, celseyi başka güne bıraktırabiliriz. Fakat belki de çekilmeden okuyacaktır kararı. — Hugh, teşekkür ederim… Fakat imkânı yok… Hugh: — İşte tam anlamıyla kesinlik, dedi, ama beni en çok üzecek olan şey Frank’a âşık olmanız olasılığı idi. — Kuzum Hugh, saçmalamayın lütfen. — Saçmalamak mı? Öyleyse benim teklifimi yapılmamış kabul edin.

Kız hep’ arkası dönük duruyordu. Ama yüzünün kızarmış olduğu fark ediliyordu. Birdenbire yüzünü dönerek bağırdı: — Siz akıl almayacak derecede küstahlık ediyorsunuz! Kız heyecan içinde Hugh’a doğru yürüdü. Birbirlerinin kollarına atıldılar. Erkek onu kolları arasında sıktı. Dudakları birleşti. Fakat Hugh başını kaldırımca karşısında, kapının önünde Frank Dorrance’ın durup kendilerine baktığını gördü. II Frank, koltuğunun altına bir tenis raketi sıkıştırmış, toplarla dolu ağdan torbayı saat rakkası gibi sallıyordu. — Bu cins raporlar insanın başını döndürüyor azizim Hugh, dedi ve arkasından kahkahayı bastı. Ancak yirmi ikisinde görünüyordu. Cildi pırıl pırıl yanan bir çocuk gibiydi. Hatlarının düzenli olması, belinin inceliği, bukle bukle saçlarının sarılığı ve gürlüğü erkek görüntüsünü bozmuyordu. Ama giyinişin deki bilinçli yapmacıklık ve laubalilik onu erkeklerin gözünde soğuk etmeye yetiyordu. Gülerek yürüdü ve kendini bir koltuğa bıraktı. Hugh sordu: — Niçin gülüyorsunuz? Halimizi tuhaf mı buldunuz? — Evet, öyle denebilir.

— Niçin? Frank sertçe baktı: — Önce bu işi yapanın siz oluşunuz Hugh! Brenda’ya karşı böyle bir harekette bulunuşunuz… Kendi kendinizi görmeniz mümkün olsaydı da… Tanık olduğu sahne delikanlıyı hiç de üzmüşe benzemiyordu. Aksine neşesi açılmış, konuşkanlığı gelmişti üzerine: — Doğrusunu isterseniz, sizin gülünç olup olmamanız bana vız gelir. Fakat bu gibi hareketleri sık tekrarlamamanız. Birbirimize karşı kötü şeyler yapmak zorunda kalırız. — Aydınlatmanıza teşekkür ederim. — Bunun yeterli olduğunu mu düşünüyorsunuz? — Doğal değil mi? İsterseniz Brenda’ya sorunuz. Ona aşkınızı söylediniz. Size cevabı ne oldu? — Karşımda böyle tavırlar takınmayın lütfen. Kendini fena bir duruma sokmuş oldunuz, ben de bu halinizden yararlanacağım. Eğer engellemesem nişanlımla flört etmekte devama niyetlisiniz herhalde? — Açık olmak en iyisi. Ben Brenda’dan… — Sizinle evlenmesini istediniz, biliyorum… — Bak sen, demek bizi dinlediniz. — O kadar ayrıntıya gerek yok. Bilgi edinmek için mümkün olduğu kadar uğraştığımdan emin olabilirsiniz. Ne yapsanız Brenda ile evlenemezsiniz. — Niçinmiş o? — Çünkü onun bana ait olmasını istiyorum.

Brenda, Frank’ın koluna girdi: — Ona teklifini kabul edemeyeceğimi söyledim. Hugh Rowland, fenalaştığını hissetti. Nerdeyse bayılacaktı. — Anladım, diye kekeledi, pekâlâ. Brenda gülümseyerek: — Benden nefret etmeyiniz Hugh, dedi. Kız, aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi davranmaya başlamıştı. Hugh: — Durun bakalım, nedenini açıklamalısınız. Frank: — Tartışmanın yeri değil, dedi. Beni dinleyin azizim Hugh. Siz zaten bu kadarla bile yeter derecede gülünç oldunuz. Daha fazla ısrara gerek yok. Erkeklerin çoğu benim durumuma düşünce rakiplerinden nefret ederler. Fakat ben bu genel kurala uymayacağım. Bir şartla: Brenda’yı benden koparmak için çalışmayacaksınız. — Nefret etmeyeceğinizden eminsiniz demek? — Bütünüyle.

Önce Brenda beni seviyor çünkü. Sevmese bile, işin içinde çıkar söz konusu, bu da ikincisi. Brenda: — Orası öyle, dedi. — Evet, sevgili Brenda, umarım bizim kârlı işimizi bozup berbat etmek fırsatını kimseye vermezsiniz. Tekrarlıyorum Hugh, size karşı nefret besleyecek değilim. Buna karşılık siz de işi azıtmayacaksınız. Hugh, Brenda’ya sordu: — Siz ne dersiniz? — Frank’ın son sözlerine katılıyorum. Frank: — Her şey yoluna girdi, diye konuştu, artık durumu böylece tespit ettikten sonra, fırtına başlamadan tenis oynamaya gidebiliriz… Bakınız az kalsın unutuyordum: Kitty, Kitty… haydi gelin artık. Brenda, çevik bir hareketle yerinden fırladı. — Demek böyle… Hugh, şu anda Kitty’nin orada bulunmasına memnun oldu. Çünkü onu iyi bir insan olarak tanırdı. Kitty, otuz yaşlarında dul kalmıştı. Çok canlı ve hareketli bir kızdı. iri yarı olmasına rağmen bu hali güzelliğini bozmuyordu. Güzel vücutlu ve insanı saran bir güzellikteydi, içeri giren Kitty, durumu yatıştırmak için şakrak bir şekilde söze başladı: — Hello çocuklar.

Frank yahu, kitabı almadan gitmişsiniz. Hâlbuki unutmayasmız diye holdeki masanın üzerine koymuştum. Merhaba Brenda. Siz nasılsınız Hugh? Tenis için ne hava değil mi? Kendinizde düşmanla boy ölçüşmek kuvvetini buluyor musunuz Hugh? Frank neşelendi. Hugh, iskemle üzerinden raketi aldı. Rakibine dönerek: —Siz her arzuladığınız şeyi sonunda yapar mısınız? Frank gülümseyerek: — Genellikle evet, dedi. — Bunda nasıl başarılı olduğunuzu sorabilir miyim? ? — Sevimli oluşumun rolü büyüktür bunda azizim Hugh! Niçin saklayayım ki sevimlilik bana Allah vergisidir. Çocukluğumda sevimliliğim para etmezse, yere yatıp tepiniyordum. Şimdi artık büyüdüm ve bu tekniği ilerlettim. Ancak prensip eskisinin aynıdır. — Anlaşılıyor… Fakat sizi iyice pataklayan biri çıkmadı mı? — Çıktı elbet… Fakat işe yaramadı. Zira ısrarım artıyordu. Beni öldürmeleri mümkün olmadığı için istediğimi yapıyorlardı sonunda. Bu iyi bir sistem değil mi? — Mide bulandırıcı bir sistem. — Bu derece faziletli olmanızın nedeni nedir? Siz hayattaki beceriksizliğinizi itiraf etseniz daha iyi olur.

Zorluklarla pençeleşmekten zevk alırım ben. Zor durum devam ettikçe güçlenirim. Peki ama Nick nerede? Çay içmek için neden gelmedi? Brenda cevap verdi: — Aşağıya inmedi. Bir polis memuru geldi, bir konuyu tartışıyorlar. Bu haber Frank’ı bozmuştu: — Polis mi? Acaba, Nick’in geçirdiği kaza için mi gelmiş? — Sanmam. — Niçin? — Çünkü Maria misafirin kartvizitini almış. C.LD. müfettişlerindenmiş. Kitty, gözlerini iyice açarak: — Demeyin? Önemli bir durum bu. Acaba Scotland Yard’dan mı geliyor? Bu kurum gerçekte yok da romanlarda var sanısına kapılırım. Demek şimdi önemli bir dedektifle aynı çatı altındayız? Sahi burada mıymış? — Gördüğüm neyse onu söyledim. Kitty sordu. — Peki ne arıyormuş burada, kimin peşindeymiş? Frank, söze karıştı: — Saçma… Bu evin içinde onu ilgilendirecek biri bulunamaz. Bence müfettiş buraya, bir vergi işi ya da buna benzer bir şey için gelmiştir.

Nick bu işlerde ustadır. Şimdi ben güzel bir tenis oynamak istiyorum. Yağmur boşanmadan önce geliyor musunuz, ondan haber verin. Brenda coşkunlukla: — Ah, yağmur yağsın istiyorum. Bahçeye çıkan Brenda’nın yanında Hugh vardı. Arkadan da Frankla Kitty yürüyorlardı. — Bana çok kızdınız değil mi? diye sordu Brenda. Hugh, kızın yeniden eski konulara dönmesi üzerine: — Aman Yarabbi, bu iş bitmemiş miydi? — Fakat beni buraya kadar izleyen, arkamdan koşan siz değil misiniz? — Bilmiyorum. Ama artık bir adım bile ilerlemeyeceğim, anlıyor musunuz? ? Brenda: — Bir kez daha mı küçük düşmemi istiyorsunuz? Hayır, artık nasıl bir hareket çizgisi izleyeceğimi biliyorum. Bugün hepimizin de nasıl bir şeytanın komutası altına girdiğimizi bilemiyorum. Cinnet rüzgârları esiyor, sanki bir cinayet kokusu var çevrede. Evet, evet hiç şaşmam böyle bir şey olursa. — Ben de öyle. — Siz de mi? Genç hukukçu şaka olsun diye söylemişti bunu. Kız ciddileşmişti: — Elbette… Ama siz anlamıyorsunuz.

Sorun başka… Benim Frankla evlenmem için yeterli ve esaslı nedenler var Hugh. Bundan herkes memnun olacak. Bunları, özellikle de üçüncü bir kişinin yanında anlatamazdım. Ama şimdi öğrenmenizi istiyorum. Kortun hemen yanından neşeli bir ses duyuldu: — Geldik işte! Frank, raketini havaya attıktan sonra devam etti: — Brenda ile ben, Kitty ile de siz. Güneyde biz olacağız, buna karşılık siz ilk servisi atabilirsiniz. Hugh ceketini çıkarırken büyük bir heyecan dalgasının kendini sardığını hissetti. Frank fileyi açtı, toplan ortaya çıkardı. Oyun başladığında Hugh, kazanmasının şart olduğunu düşündü. Ama Frank çok güzel oynuyordu. Tenis oyunu devam ederken Doktor Nick de, çalışma odasında tanınmış polis müfettişi Hadley ile konuşuyordu. Gerçek adıyla Nicholas Young’ın, yani Nick’in odası birinci kattaydı. Alçak tavanlı, geniş, iki penceresi bahçeye, öbür ikisi de garaja giden ağaçlıklı yola bakan bir odaydı. 10 ağustos cumartesi günüydü. Saat ise beş elliyi gösteriyordu.

Hadley, ev sahibinin ikram ettiği kaliteli bir puroyu içiyordu — Açık konuşayım doktor… — Bu girişinizden bana hoş olmayan şeyler söyleyeceğiniz anlaşılıyor. — Size, Sir Herbert’in gönderdiği haberi bildirdim. Buna kendim de bir şeyler ekleyeceğim. Aziz dostunuz Frank Dorrance’ın çok berbat bir herif olduğunu söylesem inanır mısınız? — Kesinmiş gibi söylüyorsunuz. — Evet, öyle! Fakat bu sizin üzerinizde hiçbir etki yapmamış gibi görünüyor. Nick sinirlenmeye başlamıştı: — Ne yapabilirim? Çağırıp azarlayayım mı? Sonuç olarak Frank’ın mahkemeye düşecek bir harekette bulunduğunu sanmıyorum. Nick’in tutumu hiç de iyi değildi. Gözlerinden birini örten gözlüğü yüzüne kötü bir anlatım veriyordu. Bir hafta önce arabasını bir ağaca çarpıp yamyassı etmişti. Sağ kolu ve sol bacağı kırılmıştı. Sargılar içinde tekerlekli koltuğunda bir mumya gibi oturuyordu. Oyun oynamamak onun için ölüm gibiydi. Yaşına bakmadan hep gençlik gösterilerinde bulunan bu yaşlı salon adamı için bunlar kahredici bir durumdu. Zekâsı ve vücudu şaşılacak derecede İşlek birisiydi. İngiltere’de, psikanalizin henüz bilinmediği bir dönemde, bu konuyu kendine uğraş alanı seçen Doktor Nicholas Young, küçük bir servet sahibi olmuştu.

Kazadan sonra yazı yazamadığı için zekâsı paslanmasın diye bulmacalar çözmekle zaman geçiriyordu. Misafirine dedi ki: — Sakın yanlış anlamayın. Verdiğiniz haberden dolayı memnunum. Polis memuru: — Sizin memnuniyetiniz beni ilgilendirmiyor. Söylemem gereken şeyi söyledim. Zamanınızı aldığım için özür dilerim. — Pardon, sözümü bitirmedim. Biraz ayrıntılarını açıklar mısınız? Demek Frank’ı iyi olmayan kimselerle görmüşler. Sir Herbert Armstrong da bana haber gönderiyor. İhtiyatlı davranmak ve önlem almak için beni uyarıyor… Teşekkür ederim, ama Frank’ın kendisini lekeleyecek davranışlarda bulunmasını aklım almıyor. — Acaba neler yaptığı konusunda size bilgi veriyor mu? — Laf aramızda, dostum, ne yaptığı bana vız gelir. Yeter ki işi açığa döküp rezalet çıkarmasın. Size şu kadarını söyleyeyim: Bu oğlan bitirimdir. — Bundan hiç kuşkum yok. Nick: — Bitirimliğine bitirimdir, diye birkaç kez tekrarladı, hem karakter, hem de cesaret sahibidir.

Bir ay sonra da Bob White’ın kızıyla evlenecek. İngiltere’de benzeri olmayan bir kız. İkisi birlikte elli bin sterlinlik iyi bir mirasa konacaklar. Nick, bir süre durduktan sonra devam etti: — Evet, elli bin sterlin… Bir sene içinde erkek bir çocukları olunca adı Nicholas Young Dorrance olacak. Büyüdüğünde iyi okullarda okuyacak. Ordu ya da donanmadan birine ayrılması gerek. Frank’ı Noakes büyüttü, ancak bazı noktalarda kendisi eleştirilebilir. Fakat küçük Nicholas Young’ın terbiyesi konusunda hiç bir söz söylenemeyecek. — Bu gelecek çocuğun size ve babasına şeref getireceğinden kuşkum yok. Ha unuttum, sizin Frank Dorrance ile bir yakınlığınız var mı?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir