John Dickson Carr – Viran Kule

«Cinayet kulübü — beş seneden fazla bir zamandanberi ilk defa olarak — Beltring lokantasında 1 haziran cuma günü, sekiz buçukta toplanacaktır. Profesör Antoino Rigaud konuşacak. Şimdiye kadar, hiçbir davetli kabul etmemiştik; fakat, misafirim olduğun takdirde bana büyük zevk vereceksin, azizim Hammond…» Miles Hammond, kendi kendine şöyle söylendi: «— Dünyanın haline bak, yahu! Cinayet kulübüne davet edilmek şerefine nail olayım da, bu davete bir saat kadar geç icabet edeyim! Gecikmenin esaslı sebepleri var gerçi amma, gene de pek münasebetsizlik ettim.» Saat dokuz buçuğa gelmişti galiba. İncecik bir yağmur yağıyor, kurşunî bir buhar halinde dağılıyor ve pamuklanıyor. Romilly sokağına vardığı vakit, Miles, durup etrafına bir göz attı. Solunda, Sainte Anne kilisesi, doğu cephesiyle sisler içinde hasara uğramamış gibi duruyordu. Fakat, bir kulesinin renkli camları harabolmuş, büyük penceresi feci şekilde sırıtıyordu. Daha uzakta, Dean caddesi, yara bere içinde. Bombardımanın kazdığı çukurların etrafı, dikenli tellerle çevrilmiş. Bu da zamanenin başka bir manzarası!… Bu bin dokuz yüz kırk beş senesinde, sulh, sanki zoraki şekilde çıkagelmişti. Belâya uğramış bu mahallenin hakikî dünyamızla alâkası yok gibiydi. Uzun süren kâbustan henüz uyanmış durumdaki Miles Hammond içinse, kâinatın tekmil manzarası haya lâta benziyordu, ya hoş… Arbedeye, herkesinkine benzer bir hisle karışmış; cihanın, barbarlık eline düşmemesi için var kuvvetiyle çalışmıştı. Diesel motörünün yakıtıyla zehirlenip şerefsiz şekilde sırtı yere gelmişti; bir buçuk senesini hastanede geçirmiş ve bitmez tükenmez hissini veren bu müddet zarfında, zaman ölçüsünü kaybedivermişti. Hastalığı süresince, ağaçların tomurcuklandığını gördüğü ikinci bahar, ona, amcası Char les’in Devonshir’de bomba tehlikesinden uzak, öldüğünü haber verdiler.


Şu Charles amcaya da, diyecek yok doğrusu, tehlikelerden korunmak bakımından tekti. Miles’le hemşiresi, bu zatın yegâne mirasçılarıydı. Charles amca da çok zengindi. Artık, Miles Hammond için bütün ömrünce kurtulmak müyesser olmuştu; çalışmaktan, didinmekten azade kalacak. Para uğruna çırpmmıyacak; halbuki ne sıkıntılar çekerdi. Gayrı, insan sürülerinden şöyle biraz kenara çekilebilecek. Tıklım tıklım tramvayların, o tezlil edici kalabalığına katış mıyacak. Serbest nefes alacak. Bütün hayaller, bütün fanteziler ona mübah. Ve bundan da ibaret değil. New Forest’te ki o muazzam kütüphane, yani vaktiyle, âdeta mabede gidiyormuş gibi heyecan duyduğu o memnu cennet, sırf kendisinin olmuştu. Miles Hammond, hastahaneden, aşağı yukarı iyileşmiş olarak çıktı. Henüz zayıf olan bacakları üzerinde, kendisi için yepyeni bir manzara arzeden Londra’da, erzak müzayakasmdaki Londra’da, saburane nöbete dizilen, ender otobüsleri bekliyen, alkolsüz, kâh ışıklı, kâh ışıksız, fakat tehditten kurtulmuş olan Londra’da dolaşıp duruyor. Şüphesiz ki, hiç kimse, bu zaferi, neşe çığlıklariyle tesi detmek niyetinde değil. Zafer halka pahalıya mal oldu.

Halk, mecalsiz yeni hayata yavaş yavaş kendisini uyduruyor. Harble ilgili olan her şeye karşı zihinlerde bir benzerlik var. Efkâr, eskiden olduğu gibi spor haberlerine karşı heyecan duymak yolunu tutuyor. Ve şimdi, tamamen harbden evvelki müesseselerden biri olan Cinayet kulübü, kapılarını tekrar açmakta. Miles Hammond, kenarlarından yağmurun sızdığı şapkasını gözlerine doğru çekip gene yürümeğe başladı. «— Bak hele, daha da gecikiyorum!» diye söylendi. Beltring lokantası, sol yanında belirdi. Cephenin beyazlığı şa’şaasını kaybetmiş olmakla beraber, bitişik evlerin alaca karanlığı arasında, bu bina epey heybetli duruyordu. Lokanta dördüncü katta. Pencereler sisi delmekteler ve o eski hoş zamanlarda olduğu gibi, sırmalı üniforma giymiş bir kapıcı, kapının önünde durmakta… Lâkin, Cinayet kulübünün salonlarına girmek için, binayı devretmek, Greek sokağına dalmak, alçak bir kapıdan geçip kalın bir halı döşenmiş merdivenden çıkmak icabediyor du. Yarı yolda, Miles, gene durdu. Bu sâkin şatafat ortasında kulağına boğuk sesler çarparak doktor Gedeon Fell’den aldığı davetiyeye rağmen, bir yabancılık duydu. Gerisin geri dönüp kaçmak istedi. Cinayet Kulübünün, Londra’da efsanevî bir şöhreti vardır ve mevcudiyetinden herkes haberdardır. Âzası 13 kişi; — dördü kadın — hepsi de bir başka cihetten şöhret sahibi simalar.

Kulüp, senede, dört kere, Beltring’de, kendilerine ait olan iki bitişik odada toplanır. Odaların birinde ayak üstü bir bar vardır; diğeri ise içtimalara mahsustur. Metrdotel Frederic, toplantılardan evvel, şöminenin üstüne bir insan kellesi remzini kemali ciddiyetle asmaktan geri kalmaz. İşte bu dekor içinde, 13 âza, gecenin bir kısmını münakaşa ile geçirirler; klâsikleşmiş cinayetleri konuşurlar. Çok güzel bir masal dinleyen çocuklar gibi dikkat kesilirler. Böylece, fuzulî bir şahsiyet olan Miles, o dünkü meteliksiz, böyle parlak bir sosyeteye girecek; üstelik de geç kalmış. Yağmurdan sırılsıklam olmuş. Fakat meclise kabul edilecek. Kendi kendine kuvvet ve cesaret verebilmek için, şöyle bir mânen silkindi; ecdadı arasındaki meşhur âlim ve fazıl şahsiyetleri aklından geçirdi. Haydi efendim! Merdivenin basamaklarında bu duraklıyan adam, müteveffa Sir Charles Hammond’un yeğenidir, nihayet, 1938 Nobel tarih mükâfatını kim aldı? Demek oluyor ki, meziyetsiz değil. Bu meclis tekiler içinde o da bir şahsiyet. İşte bu ruhî halet içinde sofaya vardığı zaman, fanuslarda boğulmuş ışıklar, kapıların akajusu üzerinde göze bir sıcaklık veren pırıltılar hâsıl etmekteydiler. Uzaktan uzağa bir muhaverenin mırıltısı işitiliyordu. Yaldızlı harflerle şu kelimelerin yazılı olduğunu gördü: «Bayların vestiyeri.» Miles, şapkasını ve pardesüsünü çıkarıp Cinayet Kulübünün heybetli kapışma doğru yürüdü.

Kanadı hafifçe itip oracıkta durakaldı. Büyük bir hayretle, bir kadın sesi âdeta haykırdı: — Kim o? Ve, genç kız yahut kadın, kendisini derhal topladı: — Affedersiniz, — dedi — ne istiyorsunuz? Miles, vaziyeti izah etti: — Cinayet Kulübünü arıyorum. Sonra, ilk salona doğru bir nazar attı. Orada, beyaz, uzun elbiseli kızdan gayri hiç kimsenin bulunmadığını görünce fevkalâde şaşırdı. Kız, halıların desenleri arasından fırlamış büyük bir çiçeğe benziyordu. Romilly caddesine bakan muazzam pencerelere, simle işlenmiş ağır perdeler itina ile çekilmişti. Bar biçiminde hazırlanmış beyaz örtülü büyük masanın üzerinde hiç dokunulmamış bardaklar, dolu şişeler dikkati çekiyordu. Bitişik odanın da kapısı aralıktı; Miles, oradan içeri baktı. Ortada, yuvarlak bir masa duruyor. Büyük merasim günlerinde olduğu gibi, kristal vazoların içinde çiçekler. Fakat, iskemlelerin sırası bozulmamış. Masanın tam ortasında, kilise mumu gibi dört uzun mum yanıyor. Kulüp âzası toplansın diye her şey hazırlandı. Metrdotel de, ölüm işaretini muayyen yerine asmıştı. Peki ama üyeler nerede? Genç kız, Miles’a doğru birkaç adım attı; alçak ve mütereddit bir sesle konuştu; bu ses, delikanlıya hastabakıcıların şefkatli fısıltılarını hatırlattı.

— Çok mahçubum! — diye kız, özür diledi. — Sizi iyi karşılamadım. — Yok, efendim niçin… Hayır, hayır! — Biliyorum, öyle oldu. Tanışalım bari… Benim ismim, Barbara Morell’dir. Barbara Morell?… Şüphesiz tanınmış bir isim olacak! Fakat delikanlı, bu adı bir yerde işittiğini hatırlıyamadı. Kız, gençti; cazip, gri gözleri dikkati çekiyordu. Şahsiyetinden, şaşılacak bir canlılık fışkırıyor gibiydi. Harb tarafından sömürülmüş cemiyette, bu kadar canlı bir kızın kalabilmesi olur şey değil! Gece tuvaleti giymiş bir kadını acaba ne zamandanberi görmedi? Bu taptaze, bu zarif mahlûk karşısında, acaba, kendi nasıl bir korkuluk tesiri bırakıyor, Allah bilir. Pencereler arasına yerleştirilmiş büyük ayna, Barbara Morell’in sırtını da gösteriyordu. Ancak, bacaklarını, bar vazifesini gören masa gizliyor. Griye çalan sarı saçları, omuzlarına ve ensesine dökülüyor. Delikanlı, kendini de gördü: Sıskalaşmış, elmacık kemikleri çıkmış, bakışları yorgun, şakakları ağarmış, hülâsa bitkin ve komik. Kendini pek çirkin buldu. Otuz beş yaşında olmasına rağmen, bu kıza, hiç değilse kırk yaşındaymış intibaını verdiğini aklından geçirdi. — Benim ismim, Miles Hammond.

— dedi. Barbara Morell, ona kurşunî gözlerini dikerek: — Hammod mu? — diye tekrarladı. — Demek, kulüp âzası değilsiniz? — Hayır. Dr. Gedeon Fell’in dâvetlisiyım. — Yok canım? Ben de öyle… Ben de kulübün âzası değilim. (İki eliyle bir işaret yaparak devam etti.) Garip olan cihet şu ki, kulüp âzasından hiç biri, bu akşam burada yok. Bütün üyeler kaybolmuş… Kaybolmuş gibi… — Kayıp mı olmuş? — Evet. Milles, gözlerini, salonun dört yanında gezdirdi. — Tamamiyle yalnızız. Siz, ben ve profesör Rigaud… — diye genç kız söyledi. — Frederic ne edeceğini bilemiyor. Profesöre gelince… Ne o? Ne oldunuz? Miles, hafifçe gülmekten kendini alamamıştı; özür diledi. — Affedersiniz!… Kendi kendime düşündüm ki… — Neymiş düşündüğünüz? — Ha, diyordum ki, bu kulübün âzası senelerden beri toplanır; gayet feci bir cinayete dair bir katibin mütalâalarını dinler.

Bu mevzu etrafında kılı kırk yararlar; Bundan da zevk duyarlar. Şöminenin üzerinde asılı duran ölü başı remzini farkettiniz değil mi? — E, peki? Erkek, tekrar gülerek devam etti: — E, pekisi bu işte. Şayet, efendim, bu gece, bütün kulüp âzası evlerinden esrarengiz şekilde kaybolursa, bu işe diyecek kalmaz… Yahut da hepsini, evlerinde, küreklerinin araşma birer hançer saplı koltuklarında sâkin sâkin oturur bulurlarsa… Bu soğuk şaka, hakkettiği muvaffakıyetsizlikle karşılaştı. Gülecek yerde, Barbara Morell’in rengi değişti. — Ne kötü fikir! — dedi. — Öyle mi buldunuz?… özür dilerim. Sadece şunu söylemek istiyorum ki… — Siz, kuzum, polis romanları mı yazarsınız? — Hayır, yazmam, fakat çok okurum. Genç kız: — Bu iş çok ciddî maalesef! — dedi. — Profesör Rigaud da, kulüpte konferans vermek için uzak yerlerden geldi. IV. Henry Kulesi cinayetini anlatacaktı… Halbuki böyle istiskal edilir şekilde karşılanmış, daha doğrusu karşılanmamış oldu. Ne aksilik! Hastaneden çıktığından beri, rüyalar ve garabetler âleminde yaşayan Miles Hammond, en havsalaya sığmaz faraziyeleri kabul edebilecek bir ruhî haletteydi. — Faaliyete geçelim. — dedi. — İhtimal telefonla sorabiliriz.

Neler cereyan ettiğini öğrenebiliriz. — Ben, telefon ettim bile. — Kime? — Bizi dâvet eden Dr. Fell’e… Kulübün fahrî kâtibidir. Fakat telefonuma cevap veren olmadı. Şimdi de profesör Rigaud, kulübün reisi yargıç Coleman’ı bulmağa uğraşıyor, ihtimal, muammanın anahtarını elde ederiz. Sofanın kapısı hızla açılıp profesör Rigaud girdi. İki genç, profesöre, aradığını bulup bulmadığı hakkında sual sormanın yalnız beyhude değil, aynı zamanda ihtiyatsız bir hareket olacağını kestirdiler. Oldukça şişman, keskin hareketli, yüzü pençe pençe kırmızı kırmızı kısa boylu bir adamdı profesör. Beşli bir kedi yürüyüşüyle odanın ortasına kadar geldi. Sırtındaki hazır elbisenin zarafetle alâkası yoktu. Ayaklarına da, burunları kare kunduralar giymişti. Şayet, daha keyifli olsaydı, iki genç, onun, tebessümündeki samimiyeti göreceklerdi; ve aynı zamanda, gülerken geniş çene kemiğinde pırıldıyan bir tek altın dişini de göreceklerdi. Fakat tam aksine, profesör, şu dakikada öyle bir hiddetle titriyor ki, pensesinin camı bile sallanıyor. Antoine Rigaud, Edinburg üniversitesinde, Fransız Edebiyatı profesörüdür.

Elini kaldırdı; mükemmel bir ingilizce ile lâkin müthiş bir hiddet ve şiddetle: — Rica ederim, bana tek söz söylemeyiniz. — diye haykırdı. Sonra, geniş kenarlı şapkasına ve şapkanın yanma bıraktığı bastonuna yapıştı; serpuşunu, kenarları siyah saçlı dazlak başına geçirdi. Ancak ondansonra, konferansını dinlemeğe gelen bu iki kişilik cemaate, haileengiz bir tavırla döndü: — Bana bu oyunu oynamak ha?… Senelerdenberi rica ederler; Cinayet Kulübünde söz söyliyeyim isterler. Her seferinde red cevabı veririm. Çünkü, kendimi reklâm ettirmekten, gazetecilerle karşılaşmaktan hiç hoşlanmam. Tek gazeteci burada bulunmayacak diye taahhüt ettirdim ve Edinburg’dan Londra’ya öyle geldim, üstelik hangi şartlar altında: Trende yatak bulamadım. Bütün yataklar, imtiyazlılar safına girmeğe lâyık değilim. Yere batsın imtiyazı icad edenler! Bizim gibi namusu ile yaşayanlara hayatı zehir ediyorlar. Tehdit eder gibi yumruğunu havada salladı. Miles Hammond, tatlı bir sesle tasdik etti: — Ben de sizinle tamamiyle hemfikirim. Profesör, karşısında bir muhatap olduğunu ilk defa olarak farketmiş gibiydi. Canlı bakışları gözlüğünün arkasında pırıldadı. Biraz sükûn bularak: — Kimsiniz siz, delikanlı?— dedi. — Yoksa, siz… Miles, tamamlanmamış bu suale cevap verdi: — Hayır, ben, kulüp mensuplarından değilim.

Sadece davetliyim. îsmim, Hammond’dur. Profesör, hem şüpheli, hem alâkadar tekrarladı: — Hammond mu?… Sir Charles Hammond olmayasınız? — Onun yeğeniyim… işitmiş olacaksınız… Sir Charles Hammond maalesef… Profesör Rigaud, parmağını saklanarak: — Ah, sahi! — dedi. — Sir Charles Hammond vefat etmişti. Evet, bu haberi bir gazetede okuduğumu hatırlıyorum. Onun meşhur kütüphanesine siz ve hemşireniz tevarüs ettiniz, değil mi? Miles, genç kızın, bu muhavereyi biraz şaşkınlıkla taki bettiğini farkediyordu: — Amcam tarihçiydi. — diye izahat verdi. — Seneler denberi, New Porest’teki küçük evinde, asla tozunu aldırmadığı hakikî kitap dağları arasında yaşar dururdu. Binlerce kitabı var. Esasen şimdi, benim de Londra’ya gelişimin başlıca sebebi, bu meşhur kütüphaneyi fennî şekilde tanzim edebilecek bir mütehasıs arayıp bulmaktır. Doktor Fell, beni Cinayet Kulübüne davet ettiği için… Profesör, içini çekip duruyordu: — Kütüphane… Kütüphane… Hammond’un kütüphanesi… Ne büyük âlimdi! Her şeyi öğrenmek, her şeyi derinleş dı? Bütün kapılan açardı. (Ve Antoine Rigaur, anahtarla kapı açar gibi bir el hareketi yaptı.) Hammond’un kütüphanesine girebilmeyi ötedenberi arzu eder dururdum. Şimdi de, o hazineyi görmek için mühim bir fedakârlıkta bulunabilirim. Lâkin, buraya bu mevzuu konuşmak için gelmediğimi unutuyordum az daha… Haydi Allaha ısmarladık, ben gidiyorum.

Hiddetinden, şapkasını, basma biraz daha geçirdi. Genç kız, tatlı bir sesle: — Profesör Rigaud! diye seslendi. Sinirleri hastalık yüzünden büsbütün hassaslaşmış bulunan Miles Hammond, amcasının kütüphanesini bahis mevzuu ettiği andan itibaren, iki muhatabı üzerinde de ansızın tesir bıraktığını farketmişti. Barbara Morell’in, profesörü yalvararak çağırışı, ondaki bu intibaı kuvvetlendirdi. Genç kız, hakikaten de yalvarıp duruyor: — Sayın profesör! Her şeye rağmen siz gene konferansınızı veremez misiniz? Rigaud, birdenbire döndü: — Neymiş, neymiş, — diye sordu. — Sizin gibi muhterem bir şahsiyete karşı saygısızlık ettiler, bunu kabul ediyorum. Fakat, sizi dinleyeceğimi düşünerek öyle bahtiyar olmuştum ki… Anlatacağınız ve tahlil edeceğiniz mevzu, (genç kız, Miles’e, haber vermek ister gibi bir tavırla döndü) fevkalâde enteresandır, efendim, fevkalâde enteresan, tahmin ettiğiniz gibi değil… İkinci umumî harbin başlamasından pek az evvel Fransa’da cereyan etmiştir. Sayın profesör de bu bahse dair malûmat sahibi olan yegâne şahsiyettir, sanıyorum. Mesele şu ki… Antoine Rigaud, kestirip hülâsa etti: — Mesele, bir kadının, bir çoklarının hayatını tarumar edişi. — Bay Hammond’la ben, karşınızda, asla raslamadığmız kadar dikkatli bir dinleyici kütlesi teşkil edeceğiz, efendim. Bir kelimeyi dahi sızdırmıyacağımızdan ve matbuata hiç bir şey çıtlatmıyacağımızdan emin olabilirsiniz. Hem sonra, efendim, siz de bir yerde yemek yeme mecburiyetindeyiz. Şimdi buradan böyle sellemetüsselâm çıkar gidersek başka yerde yemek bulamayız belki de. (Sesini gayet tatlılaştırdı.) Sayın profesör, acaba mümkün olmaz mı ki… Ah, bunu reddetmeyiniz, istirham ederim! Metrdotel, suratı astı.

Sonra görülmeyen bir adama, kapının aralığından bir işarette bulundu. Yemeğin hazır olduğunu haber verdiler. — II — Bu ziyafet, gayet hususî mahiyette olmakla beraber, delikanlının dimağında çok derin bir iz bırakmadı. Kahveler içildiği sırada, profesörün anlattığı cinayet hikâyesine gelince, Miles Hammond’a pek inanılmaz şeymiş hissini verdi; profesör, sakın bunu rüyasında görmüş olmasın? diye aklından geçirdi. Birkaç sefer de profesör, kendileriyle alay etmiyor mu diye de şüphelendi. Hatip, ehemmiyetli yerlerde durup durup gözlüklerinin arkasından canlı ve müstehzi bakmıştı. Sonra da, Miles, bütün bu hikâyenin içinde, yalan yahut şişirme hiç bir nokta olmadığına kanaat getirdi. Büyük, bakır şamdanlarda, yüksek mumların ışığı salonu aydınlatıyordu; başka ziya yoktu. Hararet öyle fazlaydı ki, perdeleri aralayıp gecenin ılık nefesini içeriye doldurmak ica betmişti. Durup dinlenmeden yağmur yağıyor ve yeknasak ahengi, hatibin sözlerine tempo tutuyordu. Sokağın karşı tarafında, rekabete kalkmış bir lokanta, ortalığı kırmızı ışıklara boğuyor ve bu da hikâyenin dekoruna hususiyet veriyordu. Antoine Rigaud, bir elinde bıçağı, öbür elinde çatalı sallıyarak sofradayken şöyle anlatmıştı: — Cürümlerle hafî ilimleri incelemek, zevk sahibi bir adama yakışacak yegâne meşgaledir. Tahmin ederim ki, matmazel, siz koleksiyon meraklısısmızdır. — diye nâfiz nazarlarını Barbara’ya dikti. — Ne koleksiyonu, efendim? — Cinayet hâtıraları koleksiyonu… — Aman Allah… Yok vallahi.

Profesör: — Pek yazık, — dedi. — Bizim Edinburg’da bir adam, insan derisinden kalem temizleyici yapmış. Meşhur bir kaatilin derisindenmiş. Ay, fenanıza mı gitti? Tek altın dişini göstererek güldü: — Sizin kadar sevimli, nazik bir genç kadın tanırım ki, insanları boğarak öldüren Douglas’ın mezar taşını çaldırıp evine götürmüştü. Bahçesinin bir tarafına ihtişamla koymuştu. Miles, sordu: — Pardon, Kriminolojiye meraklı bütün insanların böyle korkunç zevkleri mi vardır? Profesör, cevap vermeden evvel bir an düşündü: — Hayır, hepsinin yoktur. Ben size birkaç tipik hikâye anlattım. Sofranın üstü temizlensin, kahveler getirilsin diye bekledi. Sonra, şişman dirseklerini masaya dayayıp keyifli keyifli sigarasını içerken asıl hikâyeye başladı: — Paris’e, altmış kilometre kadar mesafede, Chartres yakınlarında, 1939 yılında, bir İngiliz ailesi yaşıyordu. İhtimal, Chartres’i bilirsiniz? Burasını, bir Ortaçağ şehri sayarım. — diye cevap beklemeksizin devam etti. — Bir bakıma da bu tarif gayet doğrudur. Buğday tarlalarının ortasında, bir tepeye taç gibi oturmuş, türlü türlü kuleleri olan meşhur kilisesiyle uzaktan görünür. Ziyaretçi arabasıyla, dar sokaklardan geçip Grand Monarque oteline doğru giderken önü sıra bir sürü kazlar, tavuklar kaçışır. «Eure deresi, tepenin kıyısındaki eski tahkimat bâkiyesi ni yalayarak geçer; söğütlerin altında, balıkçılar oturur, balık tutarlar.

«Pazar kurulduğu günler… ay, efendim, satılmaya getirilen davarlar bir gürültü ederler ki… Tapon eşyalarını sürmek için avaz avaz haykıran esnafın gürültüsünü bastırır… Burası öyle bir yerdir ki, batıl itikadlar, taşlar arasından yabani ot bitercesine kendiliğinden biter. Ve burası, Fransa’nın en iyi şarap içilen, en iyi ekmek yenilen bir köşesidir. Bir muharrir, buraya gelince, «yerleşsem de roman yazsam» diye düşünür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir