V. C. Andrews – Dollanganger Ailesi – 3 Gazap Tohumları

Babamın beni arabayla okuldan almadığı günler, sarı okul otobüsünden ıssız yolun kenarında inip çalıların arasına sakladığım bisikletime atlayıp eve giderdim. Daracık virajlı yoldan ilerlerken, gözlerim her seferinde bizimkinden bir önceki terkedilmiş koskocaman eve takılırdı. Burası kimindi? Niçin terkedilmişti? San Fransisco’nun yirmi mil kadar kuzeyinde Fairfax’da oturuyorduk. Dağların ardında büyük bir orman ve okyanus vardı. Çoğunlukla büyük dalgalar halinde çevremize inen sis bütün bir gün kalkmazdı; son derece soğuk ve sevimsizdi ama aynı zamanda romantik ve gizemliydi. Gerçi yaşadığım evi seviyordum, ama yaşlı manolya ağaçları ve İspanyol sarmaşıklarıyla süslü bir bahçede yaşamış olduğumu da hayal meyal ve özlemle anımsıyordum. Koyu renk saçları kırlaşmış, uzun boylu, bana oğlum diyen bir erkek beliriyor gözlerimin önünde. Yüzünü tam olarak çıkaramıyorum ama beni sevip güven vermiş olduğunu çok iyi biliyorum. Büyümenin kötü bir yanı da bu işte; hiç kimse sizi kucağına alıp okşayacak kadar büyük değil artık. Chris annemin üçüncü kocası. Öz babam ben doğmadan ölmüş. Adı Julian Marquet’ymis ve bale dünyasında herkes onu tanırmış. Annemin ikinci kocası olan Dr. Paul Sheffield’i ise Clair-mont dışında pek kimse tanımazdı. Güney Carolina’nın Greeng-lenna adındaki başka bir küçük kentinde de büyükannem Madam Marisha yaşıyor.


Büyükannem bana her hafta mektup yazar ve yılda bir kez onu görmeye gideriz. Sanırım dünyanın en ünlü baleti olmamı en az benim kadar o da istiyor. Babamın yolunda ilerleyip, onun yaşamını boşa harcamamış olduğunu gerek ona, gerekse tüm insanlığa kanıtlayacağım bir gün. Bir zamanlar çok güzel ve ünlü bir balerin olduğunu hiç kimsenin unutmasına fırsat vermeyen büyükannem, yetmiş dört yaşındaki herhangi bir tatlı ihtiyar değil. Bir kere kendisine başkalarının yanında büyükanne dememi yasaklamış ve bir gün eğer istersem anne diyebileceğimi fısıldamıştı kulağıma. Çok sevdiğim bir annem varken, ona anne demek işime gelmediği için herkes gibi ben de Madam Marisha demeye başlamıştım. Kış ayları boyunca iple çektiğimiz Güney Carolina yolculuğu, vadinin ortasındaki ahşap evimize dönünce hemen unutulurdu. «Rüzgârın esmediği bir vadi…» derdi annem sık sık. Sanki rüzgâr onu çok rahatsız ediyordu. Bisikletimi yerine bırakıp eve girdim. Ne annem vardı ortalıkta, ne de Bart. Doğruca akşam yemeğini hazırlayan Emma’nın yanına koştum. Mutfaktan pek çıkmadığı için tombul vücudunu yadırgamamak gerekir. Gülümsemediği zaman uzun yüzü pek asıktır, ama sizden herhangi bir şey isterken tatlı tatlı güldüğü için dediğini yapmak zor gelmez. Yine de Bat sürekli olarak ona karşı çıkar.

Küçük kardeşim bardağına süt koyarken döktüğü, bir şişe su taşırken hep düşürüp kırdığı için Emma’nın benden çok onunla ilgilendiğini sanırdım haklı olarak. Kardeşim yürürken bile masalara çarpar, lambaları düşürür. Evin herhangi bir yerinde bir uzatma kablosu kullansanız, Bart’in ona takılıp düşeceğinden emin olabilirsiniz. «Bart nerede?» diye sordum, rostonun yanına koymak için patates soyan Emma’ya. «Şu çocuk okulda daha uzun süre kalmaya başlayınca ne kadar mutlu olacağımı anlatamam, Jory. Mutfağa girmesinden hiç hoşlanmıyorum. İşimi gücümü bırakıp neyi düşürüp kıracağını koliamak için peşinde dolaşmak zorunda kalıyorum. Tanrıya şükür sık sık girip o duvarın üstüne oturuyor… Söyle bakayım ne yapıyorsunuz siz o duvarın üstünde?» «Hiiiç.» Duvarın ardındaki boş eve gidip oyun oynadığımızı ona açıklamak istemiyordum. Gerçi oraya gitmemiz yasaklanmıştı ama annemizle babamız her şeyi bilmek zorunda değildiler. «Annem nerede?» diye sordum, bale dersini iptal edip eve döndüğünü öğrenince. «Jory, hem herkesin peşinden koşup, hem de işimi yapamam. Biraz önce tavanarasına çıkıp eski fotoğraflarını karıştıracağını söylemişti. Niçin yanına gidip ona yardım etmiyorsun?» Ayağının altında dolaştığımı söylemişti kibarca. Koridorun sonundaki büyük dolabın arkasındaki merdivenlerden çıkılıyordu tavanarasına ve oraya doğru yürürken ön kapı açılıp babam geldi.

Mavi gözlerinde dalgın bir bakışla holde durduğunu görünce, sesimi çıkarmadan bekledim. Büyük, siyah doktor çantasını bırakıp yatak odasına doğru giderken, dolabın aralık kapısının önünden geçti ve yukardan gelen bale müziğini duyunca durakladı. Annem niçin yine oraya çıkmıştı? Neden orada dans ediyordu. Kendisine sorduğumda, toza ve sıcağa karşın, burda dans etmek ‘zorunda’ hissettiğini söylemişti bir gün. «Sakın babana söyleme bunu,» diye de sıkı sıkı tembih etmiş ve uzun bir süre tavanarasına çıkmamıştı. Bu kez ben de yanına gidecek ve babama ileri süreceği bahaneleri dinleyecektim. Parmak uçlarıma basarak yukarı çıktım. Babam tam ortada sarkan çıplak ampulün altında durmuş, varlığını hissetmeden dansını sürdüren annemi izliyordu. Gerçi eski pikapta Uyuyan GüzePin müziği çalıyordu ama annem elinde süpürgeyle Sindirel-la’yı oynuyordu. Üvey babamın gözlerinde öylesine hüzünlü bir bakış vardı ki, annemin orada dans etmekte ona dayanılmaz bir acı verdiğini anladım. Aralarında geçenleri pek anlayamıyordum doğrusu. Daha on dört yaşındaydım, Bart’sa dokuzundaydı ve henüz çocuk sayılırdık. Annemle babamın arasındaki aşk, arkadaşlarımın ailelerinde tanık olduklarıma hiç benzemiyordu. Birbirlerine baktıkları zaman bakışları uzun süre kenetleniyor ve evin içinde dolaşırken bile birbirlerine dokunmaktan kendilerini alamıyorlar-dı. Annemle babamın biz çocuklarına, yabancılara ve birbirlerine karşı gösterdikleri yüzleri çok farklı.

Ama belki de tüm yetişkinler böyle davranır, bilmiyorum. Annem uzun sarı saçları yelpaze gibi arkasında dalgalanarak bembeyaz giysileri içinde hızla dönerken, gözlerimizi ondan alamıyorduk. Yerde ve raflarda eski oyuncaklarımız, kırık bisikletlerimiz, bir gün yapıştırırız diyerek atmadığımız çatlak tabaklar vardı ve annem elindeki süpürgeyi neredeyse bir kılıç gibi kullanarak onlara saldırıyordu. «Gidin burdan,» diye haykırıyordu tıpkı kölelerine emreden bir kraliçe gibi. «Gidin! Bir daha gelmeyin! Bana acı vermeyin!» Öylesine hızlı dönüp adım atıyordu ki, neredeyse başım dönecekti. Ayakkabılarımı fırlatıp bir zamanlar öz babamın yaptığı gibi bu çılgın dansta ona eşlik etmek geldi içimden. Ama gölgelerin arasına sığınıp seyretmemem gerektiğini bildiğim sahneyi izlemeyi sürdürdüm. Boğazına yükselen bir yumruyu yok etmek istiyormuş gibi yutkundu babam. Annem öylesine güzel ve genç duruyordu ki… Gerçi otuz yedi yaşındaydı ama okulundaki on altı yaşında kızlar gibi en ufak bir söze alınır, kırılırdı. «Cathy,» diye bağırarak pikabın kolunu kaldırdı babam. «Dur! Ne yapıyorsun?» Annem korkuyla ince, zarif kollarını salladı ve minik adımlarla ona yaklaşıp etrafında dönmeye başladı. Bu kez süpürgesini babama karşı sallıyordu. «Yeter!» diye haykırdı babam ve süpürgeyi kapıp uzaklara fırlattı. Sımsıkı belinden yakalarken kollarını kıpırdatmasına izin vermemişti; annemin yanakları kızardı ve kolları serbest kalınca kırık kuş kanadı gibi titreyerek boğazına uzandı. Solgun yüzünde gözleri irileşti ve koyuldu.

Dudakları titreyerek başını çevirdi ve babarjıın işaret ettiği yere baktı. Babamın bize oyun odası olarak hazırlayacağını söylediği köşede iki tek kişilik yatak vardı. Bu karmaşanın arasında ne arıyorlardı acaba? Annem boğuk ve ürkek bir sesje söze başladı. «Eve geldin demek, Chris. Hiç bu kadar erken geldiğin olmamıştı, ama…» Babamın annemi burda yakalamış olması beni rahatlatmıştı. Tozlu, pis yerde bir daha dans etmemesini söyleyecekti herhalde. Zavallı annemin bir bahane bulmakta güçlük çektiğini hissettim. «Cathy, gerçi yatakları ben buraya çıkarmıştım arpa yerleştirmeyi nasıl becerdin?» diye bağırdı babam. «Şilteleri nasıl getirdin buraya?» Yatakların arasında duran piknik sepetine gözü takılınca irkilerek, «Cathy,» diye haykırdı. «Tarih mutlaka kendini tekrar-lamalı mı? Başkalarının hatalarından ders alamaz mıyız? Her şeyi yeni baştan yaşamak zorunda mıyız?» Nelerden söz ediyordu babam? «Catherine,» diye sürdürdü sözlerini soğuk bir sesle. «Hırsızlık yaparken yakalanmış yaramaz bir çocuk gibi masum görünmeye çalışıp durma karşımda. Niçin temiz çarşaflar ve yeni battaniyeler serdin yataklara? Niçin aldın bu sepeti? Bunların benzerle» rini yeterince görmedik mi?» Daha önceleri bazen yaptığımız gibi dans edip yorulunca uzanmak için getirmiş olduğunu sanıyordum yatakları. Bu sepetin ne özelliği vardı acaba? Biraz daha yaklaşıp bir direğin arkasına gizlendim. İkisine de büyük acı veren bir olay geçmişti sanki aralarında ya da bir türlü iyileşmek bilmeyen bir yaraları vardı. Annem şaşırmış ve utanmışa benziyordu.

Baba dediğim adamın onu kollarına alıp teselli etmek istediğinden emindim. «Cathy,» diye yalvardı babam. «Lütfen gitgide ona benzeme!» Annem başını kaldırarak omuzlarını geriye attı ve babamın yüzüne gururla baktı. Uzun saçlarını arkaya savururken tatlı tatlı gülümsüyordu. Acaba yanıtlamak istemediği soruları sormaktan vazgeçirmeye mi çalışıyordu babamı? Tavanarasının içkarartıcı loşluğunda beklerken birdenbire üşümeye başladım. Garip bir titreme benliğimi sardı ve saklandığım yerden kaçma arzusuna kapıldım. Gizlice onları gözetlediğim için utanıyordum. Casusluk benim değil, Bart’ın eğlencesiy-di. Dikkatleri çekmeden oradan çıkamayacaktım. Gizlendiğim yerde kalmak zorundaydım. «iyi bak bana, Cathy. Artık masum genç kız rolünü oynamı-yorsun ve bu bir piyes değil. Bu yatakların burada olması için hiçbir neden yok. Piknik sepeti de yalnızca korkularımı arttırıyor. Neler yapmayı tasarlıyorsun?» Annem ona sarılacakmış gibi kollarını açtı ama babam onu itip sözlerini sürdürdü.

«Bana kendini acındırmaya kalkma. Her gün eve gelirken, bunca yıldan ve bunca olaydan sonra niçin hâlâ aynı duyguları taşıdığıma ve neden senden bıkmadığıma şaşıyorum. Yine de seni seviyor, istiyor ve sana güveniyorum. Aşkımı iğrenç bir şekle sokma!» Annem gibi ben de çok şaşırmıştım. Yoksa babam onu gerçekten sevmiyor muydu? Bunu mu anlatmak istiyordu? Sanki ilk kez görünüyormuş gibi gözlerini yataklara dikmişti annem. «Yardım et, bana Chris,» diyerek babama yaklaşıp tekrar kollarını açtı. «Lütfen beni anlamazlıktan gelme. Sepeti satın aldığımı bile anımsamıyorum. Geçen akşam düşümde buraya çıkıp yatakları kurduğumu gördüm ve bugün buraya girip hazır olduklarını görünce senin yaptığını sandım.» «Cathy! BU YATAKLARI BEN KOYMADIM BURAYA!» «Gölgeden çık biraz, nerede durduğunu bile göremiyorum,» dedi annem uzun parmaklarıyla görünmez örümcek ağlarını sil-kerken. Sonra parmaklarına bakakaldı. Yoksa örümcekler gerçekten parmaklarını birbirine mi bağlıyordu? Gözlerimi bir kez daha etrafta dolaştırdım. Tavanarasını hiç bu kadar temiz görmemiştim. Yer silinmiş, eşyalar kutulara yerleştirilmiş, hatta daha şirin bir hava kazanması için duvarlara çiçek resimleri bile asılmıştı. Anneme sanki çıldırmış gibi bakıyordu babam.

Kentin en iyi doktoru olduğuna göre annemin hastalığını anlayamaz mıydı? Unuttuğunu söylerken rol yapıp yapmadığını mı anlamaya çalışıyordu. Ürkek bakışlarında başka anlamlar mı görüyordu yoksa? «Cathy, korkman gerekmez. Artık ne bir ihanet denizinde yüzüyor, ne de boğuluyorsun. Karabasan da görmüyorsun. Yanında ben varken çırpınman gereksiz.» Sonra uzanıp onu kollarına aldı. — 15 — GAZAP TOHUMLARI «İyileşeceksin sevgilim,» diyerek sırtını okşadı, gözyaşlarını kuruttu. Sevgiyle çenesinden tutup uzun uzun dudaklarından öptü. Soluğum kesilmişti. «Büyükanne öldü. Foxworth Malikânesi yanıp kül oldu.» Foxworth Malikânesi de neresi acaba? «Hayır olmadı, Ghris. Bir süre önce merdivenleri tırmandığını duydum. Kapalı yerlerden korktuğunu bilirsin. Nasıl tırmanabildi acaba daracık merdiveni?» «Bunu duyduğun zaman uyuyor muydun?» İçim titredi.

Nelerden söz ediyorlardı? Hangi büyükanneydi adı geçen? «Evet,» diye mırıldandı annem dudaklarını kocasının yüzünden ayırmadan. «Sanırım banyodan sonra yatağıma uzanınca karabasanlar görüyorum. Buraya çıkışımı bile anımsamıyorum. Niçin geldiğimi, niçin dans ettiğimi bilmiyorum. Belki de aklımı kaçırıyorum. Bazen onun yerinde görüyorum kendimi ve benliğimden nefret ediyorum!» «Hayır sen o değilsin. Annemiz bizi rahatsız edemeyecek kadar uzakta. Virginia ile aramızda üç bin mil var. Kuşkuya kapıldığın zaman kendine şunu sor: En kötüsünü atlatabildiğimize göre, iyi günlere dayanamayacak mıyız?» Hem’kalmak, hem de gitmek istiyordum. Neden söz ettiklerini bilmediğim halde, içinde bulundukları aldatmaca denizinde boğulduğumu hissediyordum. Karşımda hiç tanımadığım daha genç, daha güçsüz, güvenilmez iki yabancı duruyordu sanki. «Öp beni,» diye mırıldandı annem. «Beni uyandır ve hayaletlerden uzak tut. Ne yaparsam yapayım beni seveceğini söyle.» Babam isteklerini yerine getirince, annem biraz daha dans etmek istediğini söyledi ve pikapı çalıştırdı.

Yine aynı müzik doldurdu tavanarasını. Benim için çok kolay olan bale adımlarını babamın güçlükle ayak uydurmasını seyrettim gizlendiğim yerden. Annem kadar yetenekli birine eşlik edecek becerisi yoktu. Sonra annem plağı değiştirdi. Karanlıkta dans ederek, Müzik bitene dek, karanlıkta dans ederek… Şimdi babam onu kollarına almış, yanak yanağa beceriyle döndürüyordu orta yerde. «Ardımızda uçuşan kâğıt çiçekleri özlüyorum,» dedi annem alçak sesle. «Ve aşağıda ikizler.televizyon izlerlerdi.» Babamın sesi de alçak ve yumuşaktı. «Yalnızca on dört yaşındaydın ve çok utandığım halde yine seni severdim.» Utanmak mı? Niçin? Annem on dördündeyken babam onu tanımıyordu ki… ilk karşılaşmalarını anımsamaya çalışarak kaşlarımı çattım. Annemle küçük kardeşi Carrie, anne ve babaları trafik kazasında ölünce evden kaçıp güneye giden bir otobüse binmişler ve Henny adındaki iyi kalpli zenci kadın onlara acıyıp yanında çalıştığı Dr. Paul’ün evine götürmüş. Annem bale derslerine başlamış ve Julian Marquet ile, yani benim babamla evlenmiş. Babamın ölümünden kısa bir süre sonra ben doğmuşum ve annem Dr.

Paul ile evlenmiş. İşte Bart’ın babası da bu Dr. Paul’dü. Çok uzun zaman sonra Dr. Paul’ün küçük kardeşi olan Chris ile tanışmış. Öyleyse annem on dört yaşındayken Chris onu nasıl sevmiş olabilir? Acaba bize yalan mı söylediler? Oh Tanrım… Dans bitince tartışma tekrar başladı. «Biraz kendine geldin,» dedi babam. «Şimdi bana söz vermeni istiyorum. Bana bir şey olursa tekrar evlenebilmek için asha Bart ile Jory’yi tavanarasına kilitlemeyeceksin!» » Duyduklarıma inanmayarak, irkilen anneme baktım. «Beni böyle mi tanıyorsun? Ona benzediğimi sandığın için Allah seni kahretsin! Belki yatakları ben yerleştirdim, belki sepeti ben getirdim, ama bunu yapmak bir an bile aklıma gelmedi, Chris. Yapmayacağımı çok iyi biliyorsun!» Ne*yi yapmayacağını? Annemin gözlerinin öfkeyle parlamasına aldırış etmeden babam ona ciddi olarak yemin ettirdi. Babama kızmıştım. Annemi daha iyi tanıması gerekirdi. Beni de, Bart’ı da severdi annem. Böyle bir şeyi asla yapmazdı.

Ara sıra Bart’a karanlık gözlerle baksa bile bizi asla buraya kilitlemeyeceğinden emindim. Babam yataklara yaklaşıp piknik se’petini kaptı ve açık pencereden dışarıya fırlattı. Sonra tekrar anneme döndü. «Belki de birlikte yaşayarak ailemizin günahlarına katılıyoruz. Belki sonunda bunun acısını Jory ile Bart çekecek… Bu nedenle gece yatağımıza girince bir bebeği evlat edinmemiz için yalvarma bana. Başka bir çocuğu da bu pisliğin içine çekemeyiz! Bu yatakları yerleştirirken, sırrımız açığa çıktığı takdirde neler yapacağını bilinçaltında bile olsa tasarladığını farketmiyor musun, Cathy?» «Hayır,» diye itiraz etti annem. «Bunu yapamam… asla…» «Ne olursa olsun, beni ya da kendini kurtarmak için çocukları buraya kilitlemeyi asla düşünmemelisin.» «Bunları düşündüğün için senden nefret ediyorum!» «Sabırlı olmaya, sana inanmaya çalışıyorum. Hâlâ karabasanlar gördüğünü, çocukluğumuzda olup bitenlerin etkisinden kurtulamadığını biliyorum. Ama kendi kendinle hesaplaşacak kadar büyüdün artık. Bilinçaltında birikenlerin sonunda gerçekleştiğini bilmiyor musun?» Anneme yaklaştı, kollarına alıp teselli etti, uzun uzun öptü ve tatlı bir sesle konuşmaya başladı. «Cathy sevgilim, büyükannenin yeşerttiği korkularından sıyrılmaya çalış. Cehennemden başka söz çıkmazdı ağzından. Oysa kişi kendi yaratır cehennemi ve cenneti. Bilinçsizce davranışlarınla inancımı sarsma, sevgilim.

Sensiz yaşayamam ben.» «Öyleyse bu yaz anneni görmeye gitme!» Babam başını kaldırıp acı dolu bakışlarla ona baktı. Olduğum yere çöküp gözlerimi onlara diktim. Neler oluyordu? Niçin birdenbire korkmaya başlamıştım? Bart «Ve yedinci gün Tanrı dinlendi,» diye okudu Jory yüksek sesle. Carrie Teyzemle, Cory Dayımın 5 Mayısdaki doğum günleri için menekşeler dikmekteydim. Her ikisi de ben doğmadan çok önce ölmüşlerdi. Aslında ailemizde herkes çok kolay ölüyordu. Yine de annemin ölmüş akrabaların doğum günlerini kutlama huyundan vazgeçmesini çok isterdim. «Bak dinle,» dedi Jory beni küçümsercesine. «Tanrı onları yarattığı zaman Adem ile Havva cennette, çırılçıplak dolaşırlar-mış. Bir gün kötü bir yılan çıplak dolaşmanın günah olduğunu söylemiş onlara ve Adem bir incir yaprağı takınmış.» Çıplaklığın kötü olduğunu bile bilmeyen çıplaklar vardı demek. «Havva ne takmış?» diye sordum, bir incir yaprağı bulmak umuduyla çevreme bakarak. Jory bana aldırış etmeden şarkı söyler gibi sürdürdü okumayı. «İncir yaprağını nereden bulabilirim Jory?» «Ne yapacaksın?» «Giysilerimi çıkarıp yaprak takacağım.

» Jory kahkahalarla güldü. «Aman Bart, incir yaprağını takmanın bir tek yolu vardır ve bunu yapmaya utanırsın.» «Ben asla utanmam!» «Öyleyse ne olduğunu nereden biliyorsun? Üstelik hiç babamı incir yaprağıyla gördün mü?» Sonra sırıtarak yerinden kalktı ve bir sıçrayışta mermer merdivenlerin tepesine erişti. Ben ağır ağır çıkmak zorundaydım. Keşke onun gibi zarif olabilseydim. Keşke ben de dans edip herkese kendimi sevdirebilseydim. Jory benden daha büyük ve daha akıllıydı… Ama durun bir dakika, belki kendimi büyütemem ama akıllanabilirim. Kafam çok büyük, demek ki beynim de büyük. Birkaç yıl içinde de boyum uzayacak ve Jory’yi de geçip rnasallardaki dev gibi olacağım.» Jory üst basamağa oturmuş beni bekliyordu. Hakaretti bu! Nefret ediyordum ondan. Zarif davranma yeteneğini dağıtırken Tanrı beni es geçmiş anlaşılan. Beş yıl önce, yani ben dört yaşındayken Emma ikimize de birer civciv vermişti. Yumuşacık, sapsarı bebeciği avucumda tutmuş oynamış, okşamış, koklamış ve bırakmıştım ki, civciv oluverdi. «Avucunda sıkmışsın,» dedi babam.

Bu gibi işleri iyi bilirdi. «Çok sıkı tutmaman için seni uyarmıştım. Civcivler çok narindir, dikkatle tutmak gerekir. Kalpleri yüzeye yakındır. Bir daha sefere dikkatli olursun değil mi?» Tanrının bana kızıp öldüreceğini düşündüm ama aslında suç onundu. Sinir uçlarının cildime kadar ulaşmaması benim kabahatim miydi? Başkaları gibi acı duymamam benim suçum muydu? Hayır. Onun… Tanrının bu düşüncelerime kızıp bir şeyler yapacağından korktum, ama bir şey olmadığını görünce, Jory’nin canlı civcivinin tek başına oturduğu kümese gittim. Avucuma alıp dostu olduğumu söyledim ve iki saat kadar birbirimizi kovaladık. Ve birdenbire o da düşüp oluverdi!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir