John Updike – Tavsan Kac

OĞLANLAR pota tutturulmuş bir telefon direğinin etrafında basketbol oynuyorlar. Eller kollar, bağırışlar. Yer yer çakıllara sürtünen Keds ayakkabılarından yükselen patırtılar, seslerini tellerin üzerinde masmavi uzanan nemli mart havasına savuruyor sanki. Üzerinde takım elbisesi, yoldan geçen Tavşan Angstrom durup izler, oysa yirmi altı yaşında ve bir doksan boyundadır. Bu boyuyla tavşanı pek andırmasa da, beyaz yüzünün genişliğinden, mavi gözlerinin solukluğundan ve ağzına bir sigara sapladığında minik burnunun hemen altında beliren o kaygılı titreyişten kısmen anlaşılabilir ona çocukken takılan lakabın sebebi. Düşüncelere dalmış dikilir, çocuklar koşturup durur, kalabalık olup üstüne üstüne gelir insanın. Orada durup dikilmesi esas oğlanları rahatsız eder. Gözleri kayıp durur. Bu maçı kendileri için yapıyorlardır, kakao rengi kruvaze takımıyla etrafta dolanan yetişkinin tekine şov olsun diye değil. Tuhaf gelir onlara, yoldan geçen bir yetişkin. Arabası nerede ki? Sigarası da durumu daha bir tekinsiz kılmakta. Buzhanenin arka tarafına gelmeleri için kendilerine sigara ya da para teklif edecek tiplerden biri midir yoksa bu adam? Bu tür şeyler duymuşlardır şimdiye dek ama fazla da korkmazlar; ne de olsa onlar altı, o ise bir kişidir. Çemberin levhayla birleştiği yerden seken top altısının da tepesinden uçup onun ayaklarının dibine düşer. Oğlanları hayrete düşüren bir çeviklikle hafifçe sıçrayarak topu yakalar adam. Onlar derin bir sessizlik içinde gözlerini ona dikmişken, o sigara dumanının mavi bulutları arasından gözlerini kısarak bakar, ilkbahar ikindisi göğüne doğru dikilen bir baca gibi apansız bir kara siluet, ayağını itinayla yerleştirip, topu göğüs hizasında kaygıyla oynatır, kocaman açılmış beyaz ellerinden biri topun üstünde, öbürü altında, kendine bir yol ayarlamak için sabırla sallar.


Tırnak diplerindeki aylar ne de büyük. Derken, dizlerini bükmesiyle top sanki ceketinin sağ klapasından yukarı doğru ilerleyip omzundan çıkar; ama görünüşe bakılırsa isabet etmeyecek çünkü atışını her ne kadar belli bir açıyla yapmış olsa da top potanın levhasına yönelmez. Hedef bu değildir. Fileyi zarif bir fısıltıyla çalkalayarak potanın çemberinden düşer. “Heey!” diye bağırır gururla. “Şans,” der çocuklardan biri. “Yetenek,” der karşılığında ve sorar, “Hey. Ben de oynayayım mı sizle?” Yanıt gelmez, şaşkın bir aptallıkla bakışırlar yalnızca. Tavşan ceketini çıkarıp güzelce katlar ve temiz bir çöp tenekesi kapağının üzerine koyar. Arkasında kotlar itişip kakışmaya başlar gene. Topu almak için arbedenin ortasına dalar, iki çocuğun cılız, boğumları kir içindeki ellerinden çelip ele geçirir topu. Bu bildik esnek deriyi hissetmek tüm bedenini gerer, kollarına hayat verir. Bu gerginliğe dokunmak için yılların arasına elini uzatmaktadır sanki. Kollarının havalanmasıyla, lastik top tepesinden potaya doğru ilerler. Atış öyle usturupludur ki, top hızla düştüğünde göz kırpar Tavşan ve çemberden fileyi bile sallamadan mı geçti acaba diye düşünür bir an.

“Heey, kimin tarafında olayım?” diye sorar. Sözsüz bir sürüklenişle iki oğlan onun tarafına atanır. Diğer dört kişiye karşı oynayacaklardır. En baştan itibaren potanın üç metre uzağında durarak kendini engellese de durum hâlâ adaletsizdir. Kimse sayı alma derdinde değildir. Somurtuk sessizlik canını sıkar. Birbirlerine tek heceli sözcükler sarf etseler de ona hiçbir şey söylemeye cesaret edemiyorlardır. Oyun ilerledikçe onları bacaklarında hissedebilir artık, gitgide daha çok terleyip kuduruyor, kendisini yanıltmaya çalışıyorlardı!-, yine de ağızlarını açıp tek laf etmezler. Bu saygıyı istemez oysa, istediği, yaşın bir öneminin olmadığını göstermektir. On dakika sonra oğlanlardan biri diğer tarafa geçer, böylece Tavşan Angstrom’un yanında bir çocuk kalır, beş kişiye karşı iki kişilerdir artık. Bu çocuk, biraz yerden bitme de olsa, kendini itidalli kılan o avarevari rahatlığıyla altısının içinde en iyi olandır; başında kulaklarına kadar inen ve kaşlarıyla aynı hizada duran yeşil ponponlu bir el örgüsü bere vardır, ki bu da ona kafadan noksan bir hava verir bir parça. Doğuştan yetenekli. Hiç adım atmadan yanlara hareket edişi, takdis eder gibi kayışı: Nasıl da belli ediyor kendini. Hareket etmeden önce bekleyişi. Şansı yaver giderse bir süre sonra lise takımında müthiş bir oyuncu olacak; Tavşan bilir bunun nasıl bir şey olduğunu.

Ufak ufak tırmanır, derken en tepeye çıkarsın, herkes seni alkışlar; kaşlarında biriken terden çok iyi göremezsin ama sesler sarmalayıp havaya kaldırır seni ve sonra çaptan düşersin, hemen unutulmazsın, yalnızca çaptan düşersin, ve hoş bir sakinlik, özgürlük hissi verir bu insana. Çaptan düşmüş, bir nevi erimişsindir, ama yükselmeye devam edersin, ta ki bu çocuklara, tepelerinde dolanıp duran yetişkinler göğünün bir parçasıymışsın gibi görünene dek, her ne tuhaf sebepleyse üstlerini bulutla örterek ziyaret eden bir parça. Bu çocuklar onu unutmuş falan değillerdi: Daha beteri, hiç duymamışlardı. Oysa vakti zamanında ülke çapında tanınan biriydi Tavşan; attığı sayılarla üçüncü sınıftayken basketbol B liginde rekor kırmış, bunu son sınıfta gene kendisi geçmiş ve bu rekor bir dört sene daha kırılamamıştı; dört sene evveldi bu. Topu tek elle, iki elle, koltuk altından çıkarır, ayakları sabit; pivot hareketi yapar, sıçrayıp atışlar yapar. Yumuşacık dümdüz havalanır top. Ellerinde hâlâ bu dokunuşun olduğunu görmek keyiflendirir Tavşan’ı. Uzun bir zamanın kasvetinden sıyrıldığını duyumsar. Ama bedeni hantaldır, soluk soluğa kalır. Böyle kesiliyor olmak canını sıkar. Karşı takımdaki beş oğlan ahlayıp oflamaya, ağırdan almaya başlayınca, kazara düşürdüğü bir oğlan da yerden bozuk bir suratla kalkıp gidince, Tavşan seve seve bırakır oyunu. “Eveet,” der. “İhtiyar gidiyor artık. Hadi bakalım üç kez oley diye bağırıyoruz.” Kendi tarafındaki oğlana, ponponluya, “Hoşçakal şampiyon,” der.

Diğerlerinin suratları asılmaya başladıktan sonra bile onu tarafsız bir hayranlıkla izlemeye devam eden oğlana karşı minnettar hisseder kendini. Doğuştan yetenekli olanlar bilir. Hepsi işin ruhunda saklı. Tavşan katlamış olduğu ceketini alır ve bunu sanki bir mektupmuş gibi tek elinde tutarak koşar. Yoldan yukarı doğru. Issız buzhanenin yanından geçer, inik yükleme girişinin üzerinde çürümüş bir halde duran ahşap kızaklar vardır. Çöp tenekeleri, garaj kapıları, ölmüş çiçeklerin birbirine karışmış saplarını çevreleyen ince tel kafesler. Aylardan mart. Aşk havayı dağıtmış bir parça. Her şey yenileniyor; Tavşan sigaranın o ağır tadının üstüne havanın tazeliğini çeker içine fırsattan istifade, gömleğinin cebinde hoplayıp duran sigara paketini kaptığı gibi, durmaksızın, birilerinin açık duran varilinin içine atar. Keyiften üst dudağını kemirir. Koca süet ayakkabıları, kayıp duran çakılların üzerinde patır patır eder. Koşar. Parselin sonuna geldiğinde bir sokağa döner, Pennsylvania’nın beşinci büyük şehri Brewer’ın banliyösü olan Mt. Judge’daki Wilbur Sokağına.

Yokuş yukarı koşar. Koca koca evlerden oluşan büyük bir parseli geçer, desenli camlı kapı girişleri, pencerelerinde saksı çiçekleri olan, çimento ve tuğladan ibaret küçük kalelerdir bunlar; derken tam yolun yarısına gelindiğinde, otuzlu yıllarda bir çırpıda inşa edilivermiş toplu konutların yer aldığı bir parsel daha. Evler bir merdiven misali tepeye tırmanıyor. İkiz evler. Komşusunun iki metre kadar yükseğinde dikilen, ikizlerin her birinde, çürük morundan gübreye bir renk yelpazesinde padavra kaplı iki soluk pencere var, bir hayvanın birbirinden uzak iki gözü gibi. Bir zamanlar beyaz olan cepheleri kabuk kabuk lambriyle kaplı. Her birinin iki kapısı olan on on beş tane üç katlı ev var. Yedinci onunkisi. Kapısına çıkan ahşap merdivenler yıpranmış; alt taraf kayıp bir oyuncağın çürümekte olduğu küçük bir pislik yuvası. Plastik bir palyaço. Bütün kış gözüne çarpmış ama her seferinde çocuğun teki almaya gelir nasıl olsa diye düşünmüştü. Tavşan, evlerinin güneş görmeyen antresinde durur, soluk soluğa. Tepesinde gündüzleri de açık duran tozlu bir ampul. Kahverengi bir radyatörün yukarısında içi boş üç teneke posta kutusu asılı. Girişin karşı tarafında, alt komşusunun kapısı incinmiş bir surat gibi örtülü.

Ne olduğunu bir türlü ayırt edemediği o koku var gene; bazen lahana kokusunu, bazen kalorifer kazanının paslı nefesini, bazen de duvarların içinde çürüyen yumuşak bir şeyi andırır. En üst kata, evine çıkan merdivenleri tırmanır. Kapı kilitlidir. Ufak anahtarı deliğe sokarken eli titrer, nabzı alışılmadık bir gayretle çarpar ve metalin gıcırtısı duyulur. Kapıyı açtığında karısını koltukta bulur; elinde viski, bira, şeker, limon rendesi ve meyve karışımı bir kokteylle, sesi kısık televizyona bakmaktadır. “Burdasın demek,” der Tavşan. “Kapı niye kilitli?” Karısı televizyon izlemekten aşınmış, bulanık kara gözleriyle kırmızı kırmızı bakar. “Kendi kendine kitlendi.” Tavşan, “Kendi kendine kitlendi,” diye yineler, ama karısının parlak alnını öpmek için eğilir yine de. Teni zeytine çalan ve gergin görünen ufak tefek bir kadındır, böyle sanki içinde gitgide şişen bir şey, onun o ufaklığı karşısında gerilip zorlanmaktadır. Tavşan’ın gözünde, çok değil daha dün, hoş görünmekten çıkmıştır. Köşelerde beliren iki küçük kırışıklığın da etkisiyle ağzı açgözlü bir hale bürünmüş; saçları incelmiştir, haliyle Tavşan da alttaki kafatasını gözünün önüne getirmeden duramaz. Yaşlılığa giden bu izler öyle fark ettirmeden oluşmuştur ki, yarın yok olmaları da pekâlâ mümkündür ve o zaman yeniden onun bir tanesi olacaktır. Bıçak saplar gibi yapıp takılır karısına. “Ne diye korkuyosun ki? Kim gelcek? Errol Flynn mi?” Cevap vermez karısı.

Tavşan ceketini özenle açıp dolaba yönelir ve bir askı çıkartır. Dolap oturma odasındadır ve televizyon onun önünde durduğundan kapısı yarım açılır. Kapının arkasındaki prize takılı olan kabloya takılmamaya çalışır. Hamileyken ya da özellikle sarhoşken sakarlaşan Janice’in bir keresinde ayağı kabloya dolanmış, yüz kırk dokuz dolarlık televizyonu devirip tuzla buz etmesine ramak kalmıştı. Neyse ki alet hâlâ metal beşiğinde sallanırken ve Janice her paniklediğinde yaptığı gibi tekmeler savurmaya başlamadan Tavşan yetişmişti. Janice’i bu hale getiren neydi? Neden korkuyordu? Tavşan düzensever bir adam olarak ceketinin kollarını ustaca askının uçlarına geçirir ve bunu kolunu uzattığı gibi boyalı borudaki diğer kıyafetlerinin yanına asar. Klapanın üzerindeki Ürün Tanıtıcısı kartını çıkarsam mı diye düşünür ama sonra ertesi gün de aynı takımı giymeye karar verir. Zaten iki takımı vardır, yani yılın bu zamanında fazla kalın gelecek olan lacivert takımı saymazsak. Kapıyı çeker, tıkırtısı duyulur ama sonra üç beş santim kadar yeniden açılır. Kilitli kapılar. Tepesi atar: Kendisi harap bir halde, titreyen eliyle kilidi açacağım diye uğraşırken onun böyle oturup anahtar tıkırtısını dinlemesi… Janice’e dönüp, “Madem evdesin, araba nerde? Ön tarafta değildi,” der. “Annemlerin evinin önünde. Önümden çekilsene.” “Annenlerin evinin önünde mi? Aman ne güzel. Tam da kendine göre kahrolası bir yerde.

” “Nerden çıktı şimdi bu?” “Ne nerden çıktı?” Görüş alanından çekilip, kenarda dikilir. Darlene’in Paris’te bir çiçek kız, Cubby’nin bir polis ve o sırıtık cırtlak sesli uzun boylu çocuğun da romantik bir sanatçı olduğu Mouseketeers adındaki bir grup çocuğun oynadığı müzikali izlemektedir Janice. Bu çocuk, Darlene, Cubby ve Karen (Cubby’nin bir polis olarak karşıdan karşıya geçmesine yardım ettiği yaşlı bir Fransız bayan kılığında) dans ederler. Derken reklamlarda, ambalajlarından çıkan yedi tane Tootsie Roll çikolata belirir ve her biri “Tootsie”nin yedi harfine bürünür. Bunlar da şarkı söyleyip dans ederler. Şarkıları devam ederken yeniden ambalajlarına girerler. Ses yankı odasında gibi yankılanır. Orospu çocuğu: Şirin. Elli sefer izlemiştir belki bunu ama bu defa midesini kaldırır. Kalbi hâlâ küt küt atmaktadır; nefesi daralır. Janice, “Harry, sigaran var mı? Benimki bitmiş,” der. “Iıh. Eve dönerken paketi çöp tenekesinin tekine attım. Sigarayı bırakıyorum.” Karnı burnunda olan biri nasıl olur da sigara içmeyi düşünebilir diye geçirir aklından.

Janice nihayet bakar. “Çöp tenekesine mi attın? Ah ne ulvi. Alkol kullanmıyosun, şimdi de sigarayı bıraktın. N’apıyosun sen, aziz falan mı olmaya karar verdin yoksa? “Şıışt.” Büyük Mouseketeer belirir ekranda, yani Jimmie, yuvarlak siyah kulaklıklar takmış yetişkin bir adam. Tavşan pür dikkat izler onu, saygı duyduğu biridir. Kendi iş hayatına, yani Brewer civarındaki çeşitli ucuzcu marketlere mutfak aleti tanıtma işine yardımcı olacak bir şeyler öğrenmeyi umar ondan. Dört haftadır bu iştedir. Bir yandan Mousegitarının tellerini dımbırdatırken, “Atasözleri, atasözleri, çok doğrudur,” diye şarkı söyler Jimmie, “atasözleri bize yol gösterir; atasözleri bizlerin iyi-daha iyi-Mouse-ke-teers olmasına yardım eder.” Jimmie gülüşünü ve gitarını bir kenara koyup ekrandan şöyle seslenir, “Kendini Bil demiş yaşlı bir Yunanlı bilge, bir zamanlar. Kendinizi Bilin. Şimdi bu ne demek acaba çocuklar? Bu, neysen o ol demektir. Yan komşunuz Sally ya da Johnny ya da Fred gibi olmaya çalışmayın; kendiniz olun. Tanrı bir ağacın şelale ya da bir çiçeğin taş olmasını arzu etmez. Tanrı her birimize ayrı bir özel yetenek vermiştir.

” Janice ve Tavşan tuhaf şekilde kalakalırlar; ikisi de Hristiyan’dır. Tanrı lafı kendilerini suçlu hissettirmiştir onlara. “Tanrı bazılarımızın bilim adamı, bazılarımızın sanatçı, bazılarımızın da itfaiyeci, doktor ya da trapezci olmasını ister. Ve bunları olabilmemiz için de her birimize özel yetenekler verir, bu ihsanın üzerine bizlere de bunları geliştirmek düşer. Çalışmalıyız çocuklar. Neymiş: Kendinizi Bileceksiniz. Yeteneklerinizi keşfetmeyi öğreneceksiniz, sonra da bunları geliştirmek için çalışacaksınız. Mutlu olmanın yolu budur.” Dudaklarını kıstırıp göz kırpar. İyiymiş bu hareket. Tavşan dudaklarını kıstırıp göz kırpmayı dener, arkadaki düşmana, yani Walt Disney veya MagiPeel Meyve-Sebze Soyacağı Şirketine karşı öndeki seyirciyi yanına çekip tüm bunların sahtekârlık olduğunu, ama lanet olasıcayı bir parça daha sevimli kılmaya çalıştığını itiraf ediyordur bir nevi. Hepimiz dahiliz buna. Çark sahtekârlıkla dönüyor. Ekonomimizin temeli bu. Modern ev kadınının parolası Vitakonomi: MagiPeel metoduyla vitaminleri ekonomik kullanmayı anlatan tek kelimelik ifade.

Altı haberleri başlarken Janice kalkıp televizyonu kapar. Akımdan geriye kalan minik yıldız yavaşça solup gider. “Oğlan nerede?” diye sorar Tavşan. “Annende.” “Annemde mi? Araba annende, oğlan annemde. Tanrım. Kargaşa yaratmakta üzerine yok.” Janice ayağa kalkar, o inatçı hantallığıyla hamileliği çileden çıkarıyordur Tavşan’ı. Üzerinde, göbek kışımı U şeklinde gelen hamile eteklerinden biri vardır. Bluzunun kenarından görünen hilal şeklindeki kombinezon parçası beyaz beyaz parıldar. “Yorgundum.” “Ona ne şüphe,” der. İçki kadehine işaret ederek, “Kaç tane içtin bundan?” diye sorar. Ağzını dayadığı kısımda şeker izi vardır. Anlatmaya çabalar Janice.

“Nelson’u, beraber çarşıya çıkmak için anneme giderken annene bıraktım. Onun arabasına bindik, sonra vitrinlerdeki baharlık kıyafetlere bakarak dolandık ve Kroll’s mağazasından ucuzluktan hoş bir Liberty eşarbı aldı. Şal desenli mor bir tane.” Tereddüt eder; o minicik dar dili ayrık dudaklarının arasında çırpınıyordur. Tavşan korkar. Kafası karıştığı vakit Janice korkunç biri olur. Gözleri çatık yuvalarında gitgide ufalır, minik ağzı sersemce açılır. Saçları parlayan alnının hemen tepesinde azalmaya başladığından, Tavşan onun, kırılgan ve yerinden kıpırdamaktan aciz karısının, gitgide daha çok derinleşen kırışıklıklara ve seyrekleşen saçlara doğru yol aldığını düşünür. Tavşan diğerlerine nazaran geç, yirmi üç yaşındayken evlenmiştir, Janice ise liseyi bitireli iki sene olmuştur evlendiğinde, göğsünün üzerine dümdüz uzandığında yalnızca birer yumuşak uçtan ibaret utangaç ufak memeli o haliyle, pek yetişkin denecek bir yaşta değildi yani. Nelson Episkopal ayinininden yedi ay sonra doğmuştu, uzun sancılı bir doğumdu: Derken Tavşan’ın o zamanlardaki korkusu şimdiki korkusuyla birleşip şefkate dönüşür. “Ne aldın?” “Mayo.” “Mayo mu? Cık cık. Mart ayında hem de?” Janice bir süre gözlerini kapar; Tavşan damarlarına hücum eden içkinin karısını nasıl ele geçirdiğini hissedebiliyordur ve bundan tiksinir. “Bunun sayesinde o mayonun içine girebileceğim günler yaklaşmış gibi oldu.” “Seni bu kadar sinir eden şey ne allah aşkına? Hamile olmak pek çok kadının hoşuna gider.

Senin derdin ne? Söyle hadi. Nedir bu kapris?” Janice kahverengi gözlerini kocaman açar, gözleri dolmuştur, Tavşan’ın yüzüne bakıp, pek nazik, “Alçak herif,” derken yaşlar gözkapaklarının altından taşıp, üzüntüden pespembe olmuş yanaklarından aşağı süzülür. Tavşan karısının yanına gidip, kollarının arasına alır onu ve dolu dolu hisseder, gözyaşlarını, sıcak nefesini, kanlanmış gözlerini. Sevecen bir refleksle dizlerini büküp, kasıklarını dayamak ister ona, ama karısının katı karnı izin vermez buna. Doğrulup tüm heybetiyle tepesine dikilir ve “Peki. Demek mayo aldın,” der. Göğsüne sokulup, kollarına sığınmışken, Tavşan’ın beklemediği bir içtenlikle karısının ağzından şu sözler dökülür, “Benden kaçma Harry. Seni seviyorum.” “Ben de seni seviyorum. Peki, bir mayo aldın.” “Kırmızı,” der Janice, Tavşan’a dayanmış üzgün üzgün salınırken. Ama karısının bedeni o çakırkeyif haliyle öyle gevşek ve tutarsızdır ki, Tavşan’ın kolları rahatsız olur. “Enseden bağlanan bağcıkları ve suya girerken çıkarılabilen pilili eteği olan bir mayo. Sonra varislerim öyle ağrı yaptı ki annemle Kroll’s’un bodrumuna inip çikolatalı dondurma yedik. Bütün o kafeterya bölümünü yeniden düzenlenmişler, kasa orada değil artık.

Ama bacaklarımın ağrısı geçmeyince annem beni eve getirdi ve arabayla Nelson’u senin alabileceğini söyledi. Ben de bir kadeh bir şey içersem ağrım geçer belki diye düşündüm.” “Hımm.” “Daha erken gelirsin sanmıştım. Neredeydin?” “Aman, soytarılıkla meşguldüm. Yolun aşağısında çocuklarla basket oynadım biraz.” Sarılmayı bırakmışlardır bu arada. “Biraz kestireyim dedim olmadı. Annem yorgun göründüğümü söyledi.” “Normal olan yorgun görünmen. Modern bir ev hanımısın ne de olsa.” “Sen de bu arada on yaşındaki çocuklar gibi sokaklarda oynayacaksın öyle mi?” MagiPeel’cilerin, satış elemanlarının üzerinden satış yapmalarını istedikleri “imaj” esasına dayalı, ev hanımı oluşuyla ilgili esprisini, yani bunun ironik, dahası acınası ve müsamahakâr bir durum oluşunu anlamaması canını sıkmıştır Tavşan’ın. Lamı cimi yok işte, budalanın teki bu kadın. Tavşan, “Oturup, iki yaş altı çocuklar için hazırlanmış bir programı izlemekten ne farkı var bunun?” diye sorar. “Demin şışt diyen kimdi peki?” “Off Janice offf.

” Bir iç geçirir Tavşan. “Hay sikeyim be. Ne halin varsa gör!” Uzunca bir süre dik dik bakar Janice. Sonra nihayet, “Yiyecek bir şeyler hazırlayayım ben,” der. Tavşan çok pişmandır. “Bir koşu gidip arabayı alıp oğlanı getireyim ben de. Zavallı çocuk bir evi olmadığını düşünüyordur. Nasıl oluyor da annen annemin, başkalarının çocuklarına bakmaktan daha iyi bir işi olmadığını düşünebiliyor?” Jimmie’yi izleme sebebini—yani onun o felaket içki karışımlarına şeker alabilmek için nasıl didindiğini—karısının anlayamaması karşısında Tavşan’ın içinde yeniden bir öfke kabarır. Janice mutfağa gider, kızgındır ama çok da değil. Bozulmuş olmalı, ya da hiç bozulmamış da olabilir, tüm söylediği, ona zaten yüzlerce defa yaptığı bir şeydir ne de olsa. Üç yılda ortalama üç günde bir desek. Ne yapar? Üç yüz. Bu kadar mı yani? O halde niye hep bir mücadele? Evlenmeden önce o iş daha kolaydı Janice için. O zamanlar ateş parçası gibiydi. Tam bir genç kız.

Keman yayı gibi sinirler. Taptaze pamuk kokan bir ten. İşten bir arkadaşının Brewer’daki dairesine giderlerdi. Demir çubuklu bir yatak, duvar kâğıdında gümüş renkli madalyonlar; batıya doğru bakınca nehrin kıyısında koca mavi gaz tankları. İş çıkışı giderlerdi; o sıra ikisi de Kroll’s’ta çalışıyordu, Janice cebinin üzerine “Jan” işli beyaz önlüğüyle şeker ve mahuncevizi satar, Tavşan ise tekli koltukları ve küçük akçaağaç masaları üst kata taşırdı, bir de dokuzdan beşe kadar, gözüne burnuna kaçıp yakarak müthiş bir kaşıntı hissi veren o talaşlar eşliğinde ambalaj kutularını çekiçlerdi. Pislik içindeki siyah çöp bidonları asansörlerin arkasına hilal şeklinde sıralanmış, yerler eğri büğrü çivilerle kaplı, Tavşan’ın avuçları simsiyah ve her saat başı kırıta kırıta yanına gelip, mobilyalar kirlenmesin diye ellerini yıkamasını söyleyip duran ibne Satıcı. Lava marka sabun. Köpükler gri gri akardı. Elleri levye tutmaktan sarı sarı nasır tutardı. Beş buçukta, pislik içinde geçen gün sona erdiğinde, Janice’le kapının girişinde buluşurlardı, müşteri girmesin diye zincirlenmiş, iki kapının arasında yer alan yeşil cam kaplı sessizlik alanında; yandaki sığ pencerelerdeyse gövdesiz, tüylü şapkalı ve pembe inci kolyeli cansız manken kafaları, yankılanan veda lakırdılarına kulak misafiri olurlardı. Bütün çalışanlar Kroll’s’tan nefret eder, yine de burayı sanki suyun altında ilerlercesine ağır ağır terk ederlerdi. Janice ve Tavşan sualtını andıran bu loş ışıklı, yeşil zeminli alanda buluşur, zincirsiz kapıyı iterek gün ışığına çıkar ve yürürlerdi, oraya, gümüş rengi madalyonlara gittikleri konuşulmazdı hiç, akın akın dönüş trafiğine karşı ağır adımlarla, el ele yürüyen iki yorgun tip, ve sonra pencereye vuran günün son ışıklarıyla sevişirlerdi. Janice Tavşan’ın onu görüyor olmasından utanırdı. Ona gözlerini kapattırırdı. Ve sonra içine girer girmez oluşan o titreşimle, içi ipek bir terlik gibi yumuşacık olurdu.

Finalin ardından, kendilerinden geçmiş halde, duvarın gümüşüne ve solan günün altın rengine nazır, kızın yatağında yan yana uzanırlardı. Mutfak, oturma odasının ilerisindeki küçücük bir oda, beş yıl önce modern sayılabilecek makinelerin arasında daracık bir koridor aslında. Janice metal bir şeyi, bir tava ya da kabı yere düşürür. Tavşan “Kendini yakmadan yapabilecek misin dersin?” diye seslenir içeriden. “Sen hâlâ burada mısın?” der Janice. Tavşan dolaba gidip, özenle astığı ceketini alır. Görünüşe bakılırsa etrafta düzene önem veren bir kendisi vardır. Ardındaki dağınıklık—çürümüş tortusuyla içki bardağı, koltuğun kolçağında duran ağzına kadar dolu küllük, ucu kıvrılmış kilim, sayfaları dağılmış gazete yığınları, çocuğun etrafa saçılmış, bulaşmış ve sıkışmış kırık dökük oyuncakları, bir bebek bacağı ve kahvaltı gevreği kutusundan kesilmiş kıvrık karton parçası, radyatörlerin altına birikmiş havlar, bitmek tükenmek bilmeyen ve dört yanı saran kargaşa—gergin bir ağ gibi sırtına yapışmıştır. Önce arabayı sonra çocuğu almayı kurar kafasında. Yoksa önce çocuğu mu alsa? Çocuğunu görmeyi daha çok ister. Bayan Springer’a gitmek daha az vakit alacaktır, evi daha yakındır. Ama ya pencereden onun yolunu gözlüyorsa ve kadın hemen dışarı fırlayıp Janice’in ne kadar yorgun göründüğünü söyleyecek olursa? Kim senin gibi üç kuruşluk sefil bir tiple bir şeyler alayım diye dolanırken yorgun düşmez ki? Şişko karı. Yaşlı çingene. Yanında çocuk olursa böyle bir şey olmayabilir ama. Tavşan, annesinin evinden oğluyla yürüme fikrini sever.

İki buçuk yaşındaki Nelson’un yürüyüşü, yön değiştirip duran inatçı adımlarıyla bir süvari erininkinden farksızdır. Ağaçların altından yürüyecekler, derken bir sihirle, kaldırımın kenarında Babacığın arabasını bulacaklar. Ama annesi sinsice lafı dolandırıp Janice’in beceriksizliğinden dem vuracak olursa böylesi daha çok vakit alacak. Annesinin böyle konuşup durmasından nefret ederdi Tavşan; belki de yalnızca ona takılmak için yapardı bunu, gene de dediklerini hafife alamıyordu, fazlasıyla güçlü bir kadındı, en azından onunlayken. En iyisi önce arabayı sonra da çocuğu almaktı. Ama bunu istemez Tavşan. Hakikaten istemez. Tam bir düğüm olmuştur mesele ve bu karışıklıktan fena halde içi bunalır Tavşan’ın. Janice her şeyin affedildiğini, her şeyin eskisi gibi olduğunu ortaya koyan normal bir ses tonuyla mutfaktan seslenir, “Haa tatlım bi de bir paket sigara alır mısın?” Tavşan olduğu yerde kalıp, koridora açılan beyaz kapıya vuran soluk sarı gölgesine bakakalır ve bir kapana kısıldığını hisseder. Kesindir bu. Dışarı çıkar. Hava kararıp serinlemeye başlamıştır. Akçaağaçlar yapışkan taze tomurcuklarının kokusunu yayarlar etrafa ve Wilbur Sokağı boyunca uzanan geniş pencereler, televizyonun gümüşi yamasının ötesinde, mağara diplerinde yanan ateşler misali, mutfaklarda yanan sıcak ampulleri sererler ortaya. Yokuş aşağı yürür Tavşan. Gün sona ermektedir.

Bir dokunun vereceği minik karşılığı duyabilmek adına, ara ara elini bir ağacın pütürlü kabuğuna ya da bir çalının kuru dallarına değdirir. Wilbur Sokağının Potter Caddesiyle birleştiği köşede, bir beton sütunun tepesinde, üzerine ay ışığı vurmuş bir posta kutusu vardır. İki taç yapraklı uzun boylu sokak tabelası, koçboynuzu oymalı gövdesi gökyüzüne karşı yalıtıcılarını kuşanmış telefon direği, altın bir çalılığı andıran yangın musluğu: Bir koru adeta. Direklere tırmanmayı ne severdi eskiden. Bir arkadaşının omzuna basıp elleri koca sivri uçlara değinceye dek tırmanmayı, tellerin şarkısını duyabildiği yere kadar çıkmayı. Şarkıları içler ürpertici kıpırtısız bir fısıltıydı sanki. Seni düşmeye, avuçlarındaki sert uçlardan kurtulup, sırtındaki boşluğu ve düştüğünde de ayağından başlayıp omurgana dek yükselen şeyi duyumsamaya yöneltirdi hep. En tepede ellerinin nasıl terlediğini hatırlar Tavşan, sivri uçların başladığı yere gelene dek nasıl kıymığa bulandığını. İnsanların konuşmalarını, o gizemli yetişkin dünyasının nasıl bir şey olduğunu duyabilecekmiş gibi, telleri dinlemeyi. Yalıtıcılar, rüzgârlı bir yuvadaki devasa mavi yumurtalar. Tavşan Potter Caddesi boyunca ilerlerken, sessiz yüksekliklerindeki teller de nefes alıp veren akçaağaçların tepesinden uzanır. Bir sonraki köşeden, buzhaneden gelen suyun aşağı akıp, bir kanala karışarak caddenin karşısında yeniden ortaya çıktığı kısımdan karşıya geçer ve eskiden içinden su akan oluğun kenarında yürür; bu rotanın sığ tarafını, salınıp duran ve ayağının altından geçmek için bekleyip, basmaya kalkışacak olursan üstüne bulaşan yeşil tabakalı şeritler örterdi. Tavşan oluğun içine düşüşünü hatırlar hatırlamasına ama bu kaygan kısımda ne demeye yürüdüğünü hatırlayamaz. Sonra anımsar. İlkokulda eve dönerken beraber yürüdüğü kızları—Lotty Bingaman’ı, Margaret Schoelkopf’u, bazen de Barbara Cobb ile Mary Hoyer’i—etkilemek içindi.

Margaret’in sık sık burnu kanardı, hiç sebep yokken. Zorlu bir hayatı vardı. Babası ayyaşın tekiydi ve diğer aileler bundan epeyce önce vazgeçmişken, ailesi ona hâlâ dizaltı botlar giydirirdi. Tavşan Kegerise Sokağına döner; çoğunlukla orta yaşlı kadınların çalıştığı küçük bir kutu fabrikasının arkasındaki boş alanın, toptan bira satış yerinin beton cephesinin ve hakiki bir eski taş çiftlik evinin önünden kıvrılan dar bir çakıllı sokaktır burası, kasabanın en eski binalarından biri olan çiftlik evinin üzeri şimdi tahtalarla kaplı, esmer kumtaşının kullanıldığı kaba saba bir duvarcılık örneği. Bir zamanlar kasabanın şu anki arazisinin yarısı kadar bir alanı kapsayan bu çiftlik evinin bahçesi de saplardan ve aşınmış keresteden oluşan bir yığın halinde yıkık dökük bir çitin ardında duruyor hâlâ; yaz geldiğinde arsız yabani otlar, incecik parlak yeşil dallar, ipek tohumlarının sütlü keseleri ve çiçektozlarının etkisiyle ıslanan parlak sarı kafalar alacak bunların yerini. Yani eski taş evle Sunshine Spor Derneğinin arasında biraz mesafe var, derneğin uzun ince tuğla binası, arka cephelerden ve artıklardan oluşan bu düzensiz sokakta yanlışlıkla konmuş bir harabe gibi duruyor. Giriş, her kış, barı hava şartlarından korumak için kapının tam karşısına dikilen umumi tuvalet büyüklüğündeki tuhaf kulübeden dolayı, pek tekin durmuyor. Tavşan pek çok kere gelmiştir bu kulübe. Hiç güneş almazdı içerisi. İlk katta bir bar vardı, ikinci katsa kasabanın yaşlı pokercilerinin stratejik homurtular eşliğinde oturduğu kumar masalarıyla doluydu. Tavşan alkolü de iskambil kâğıtlarını da sefil bir günah olarak görürdü, kötü soluklu bir günah, üstüne mekânın politik havası da eklenince içi daha da kararırdı. Skandaldan önce kendisini liseden atan eski basketbol koçu Marty Tothero’nun yerel meseleler üzerinde kesin bir söz hakkı vardı, güya burada yaşıyordu ve söylenenlere bakılırsa hâlâ orayı keyfine göre idare ediyordu. Tavşan idare edilmeyi sevmezdi ama Tothero’yu severdi. Annesinden sonra üzerinde en fazla baskısı olan oydu. Eski koçunun orada olması düşüncesi korkutur Tavşan’ı.

Yürümeye devam eder, bir oto tamirhanesiyle artık kullanılmayan bir tavuk kümesinin yanından geçer. Hep aşağı doğru yol alır, çünkü Mt. Judge kasabası, batı cephesi Brewer’a nazır olan Mt. Judge Dağının doğusuna kurulmuştur. Kasabayla şehir, güneyde, dağın eteklerinde, Philadelphia’ya elli mil olan anayolda karşılaşmalarına rağmen asla birleşmezler, çünkü dağ aralarında, kuzeyden güneye iki mil uzunluğunda koca bir yeşil omurga görevi görür; maden çukurlarının, mezarlıkların ve toplu konutların talan ettiği, yine de belli bir çizginin üzerinde korunan, Mt. Judge’lıların hiçbir zaman bütünüyle el atamayacağı yüzlerce dönümlük bir alan bulunur. Bunun da büyük bir kısmı, arabalarıyla manzara izlemeye gelenlerin ikinci vitesle tırmanırken çıkardıkları seslere maruz kalır. Ama uzun bir sıra halindeki unutulmuş çam fidanlığında iğnelerin sessizliğiyle kaplı toprak, tepelere doğru ölü yeşilliğin uçsuz bucaksız tünelleri altında süzüldükçe süzülür ve insan o an sessizlikten daha beter bir şeye geçtiği hissine kapılır. Derken, dalların örtmeyi unuttuğu veya asırlar önce ızbandut gibi bir cesur kasabalının kazmış olduğu içi taş toprak dolu bir oyuğun tepesinde bir tutam gün ışığıyla karşılaşıldığında hakikaten ürkersiniz, sanki hayatın bu diğer işareti sizi kendinize çekidüzen vermeye yöneltecek, sonrasında da ağaçların gözdağı başlayacaktır. Kapatamadığın bir alarm zili gibi titreşir korkun, ses yükseldikçe sen de kamburun çıkmış, debriyajın soluğu eşliğinde, daha hızlı koşarsın, ta ki, yakındaki bir araba vites değiştirip de ormanı koruyan çitin güdük beyaz kütükleri çam ağaçlarının gövdeleri ardında açıkça belirmeye başlayıncaya dek. Sonra, sert asfaltta emin ellerdeyken, aşağı, eve doğru yürüyüp yürümeyeceğine ya da bir şekerleme yiyip, ayaklarının altına serili Brewer manzarasını, ahşabın, tenekenin, hatta kırmızı tuğlanın bile kırmızıya boyandığı bu kırmızı şehri izlemek için Pinnacle Oteline kadar tırmanıp tırmanmayacağına karar verebilirsin; dünyanın diğer bütün kentlerinin rengine hiç benzemeyen bir turuncu gül saksısı kırmızısında olsa da o yörenin çocuklarına göre şehirlerin tek rengi, tüm şehirlerin rengine sahiptir Brewer. Dağ yüzünden kasabaya erkenden alacakaranlık çöküyor. Şimdi, geceyle gündüzün eşit olduğu günden tam bir gün önce, altıyı sadece birkaç dakika geçe tüm evler, çakıllı çatılarıyla fabrikalar ve birbirini kesen sokaklar, dağın doğusundaki çiftliğin olduğu vadiyi enikonu yıkayan o gölgenin içine dahil olmuş bile. Gölgenin kıyısındaki kulübeler, ikili sıralar halindeki çiftlik evleri koca pencerelerinden batan güneşin yansımalarını sergilemekte. Bilimum yapıya ve ekilmeyi bekleyen sarı-kahve renkli çitle çevrili toprağa bakan bu pencereler, gün ışığının çekilmesiyle birlikte, birer birer, lambalar kadar apansız sönüverir, ve bir golf sahası, aslında birer tuzak olan sarı kum taneleri hesaba katılmazsa uzaktan büyük bir mera gibi durur.

Tavşan vadinin sonuna gelince durur, önü alabildiğine açıktır. Eskiden golf sopası taşıdığı yerleri izler. Tavşan ne idüğü belirsiz telaşlı bir dürtüyle dönüp, Jackson Caddesinden sola, yirmi yıl boyunca yaşadığı yere yönelir. Ailesinin evi köşedeki, cephesi tuğla kaplı ikiz evlerden biridir; ama evin köşe kısmında oturdukları ve yandaki dar bahçenin sahibi oldukları için Bayan Angstrom komşuları Bolgerler’ı hep kıskanmıştır. Bütün ışığı Bolgerler’in penceresi alıyor, bizse sıkışıp kaldık şurada.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir