Jonathan Stagge – Karadul

Nanny Ordway ile Lottie Marin’in partisinde tanıştım. İlk gördüğümde bu genç kız benim hiç ilgimi çekmemişti. Fakat sonunda yanıldığımı anladım. Zaten bu yüzden de başımıza gelmedik kalmadı ya… Karım, safra kesesinden ameliyat olan annesini dinlenmesi için Jamaica’ya götürmüştü. Bense işlerim yoğun olduğu için New York’da kalmıştım. Aynı gece Lottie, oyundan sonra bana telefon etti. Saat gece yansını geçiyordu. “Peter, yukarı gelsene… Parti veriyorum.” Aslında partiye gitmek istemiyordum. Daha doğrusu karımın yokluğunda, bana dostluğunu kanıtlamaya çalışan Lottie’yle yüz göz olmak işime gelmiyordu. Ama karım Iris’i çok özlemiş, evin sessizliğinde onu büsbütün arar olmuştum. İşte bu yüzden bir değişiklik olsun diye Lottie’ye uğramaya karar verdim. Lottie’nin dairesi tam üstümüzdedir. Kapıdan girer girmez salondaki kalabalığı görünce içim sıkıldı tabii. Zaten her cumartesi gecesi Lottie’nin evi tıklım tıklımdır.


Nanny Ordway’i fark etmedim bile. Yani, o hiç de göze çarpacak bir kız değildi. Lottie, beni görür görmez kapıya koşarak, “Peter, sevgilim,” diye bağırdı. “Kendini yalnız hissedeceğini düşündüm. Yalnız başına kalmana gönlüm razı olmadı.” Lottie’yi senelerdir tanırım. Hele üstümüzdeki daireye taşındıklarından beri onu daha sık görmeye başladık. Üstelik, sahneye koyduğum son oyunda başrolü de ona verdim. Lottie, nedense Iris’le benim üzerime fazla düşmeye başladı. Aslında Lottie, ünlü bir yıldız olmasına ve dünyaca tanınmasına rağmen pek de sevilen bir insan değildir. Diğer oyuncular mümkün olduğu kadar ondan uzak durmaya çalışırlar. Çünkü Lottie, her şeye burnunu sokan, herkesi idareye kalkışan, haddini bilmez bir kadındır. Bütün bunlara rağmen Iris’le ben, onunla dost olduk. Gerçeği söylemek gerekirse birlikte çalıştığımız için bu bir zorunluluktu. Aslında Lottie son derece hırçın ve bencil bir kadındı.

Herkes tarafından beğenilmek için can atıyordu. Ama bunu yapmayı da bir türlü beceremiyordu. Yani dost canlısı olmasına rağmen arkadaş edinebilecek bir tip değildi. Bütün kusurlarına rağmen Iris ve ben onunla iyi geçinip dostluğumuzu sürdürmeye çalışıyorduk. Lottie’ye bir göz attım. Kadın oldukça şık, beyaz bir gece elbisesi giymişti. Sanki İngiltere Kraliçesine takdim edilecekti. Zavallı Lottie, zaten giyinmesini de bilmezdi. Onun için de basit bir partiye abartılı giysilerle gelmekten çekinmezdi. Küçük bir kasabada doğup büyüdüğü için birçok şeyi öğrenememişti. Giyim de bunlardan biriydi işte. Lottie, kolumu yakaladı. “Sevgilim, prodüktör Alec Ryder bugün Londra’dan geldi. ‘Doğan Yıldızı’ seyrettikten sonra bana hayran olmuş. Seninle konuşmak için can atıyor.

Haydi gel. Brian sana bir içki hazırlasın.” Koluma girerek beni bara doğru sürükledi. “Şey… Bu gece içiyorsun değil mi?” Lottie, insanın kanını donduracak lâfları söylemekte doğrusu çok ustaydı. Seneler önce, -daha Iris’e rastlamadan önce- fazla içtiğimi öğrenmişti. İlk karımın ölümünden sonra içkiye düşmüş ve sonunda kendimi bir tedavi merkezinde bulmuştum. Beni tedavi eden doktorlar, üzüldüğüm zaman içmememi tembih etmişlerdi. Bütün arkadaşlarım olanları unutmuşlardı. Lottie böyle şeyleri hiç unutmaz bulduğu ilk fırsatta da hatırlamaktan geri kalmazdı. Şimdi de bu sözleri söyleyerek ne kadar yakın bir dost olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bu arada beni sinirlendirdiğinin farkında bile değildi. Öfkeyle, “Neden içmeyeyim, Lottie?” diye homurdandım. Elimi sıktı. “Sen bilirsin, sevgilim. Ben sadece seni düşünerek üzülüyorum, hepsi o kadar.

” Beni, son kocası Brian Mullen’ın içki hazırladığı bara götürdü. Bar, dişbudak ve pirinçten yapılmıştı. Galiba bunu Lottie’ye bir televizyon şirketi hediye etmişti. Brian beni görünce beyaz, düzgün dişlerini göstererek gülümsedi. “Merhaba Peter… Bana bir dakika izin ver. Şu köşedeki, kızcağıza bir limonata götüreceğim.” Limonatayı alarak pencerenin önünde tek başına oturan bir kıza götürdü. İşte bu kız Nanny Ordway’di. En başında da belirttiğim gibi ben o sırada bunun farkında değildim. Açıkçası kıza pek bakmadım bile. Brian geri gelip bana bir viski verdi. Lottie’de Alec Ryder’ı yanıma getirdi. Alec Ryder meşhur bir oyun yazarı ve prodüktördü. Çok tanınmış bir İngiliz tiyatro sanatçısıyla evliydi. Adam, Lottie’yi övdüğünde kadın bundan mutlu olduğunu belli ederek hemen adama iltifata başladı.

Ama Alec Ryder, New York’a neden geldiğini açıkladığında Lottie’nin de neşesi kaçıverdi. Adam, “Yeni bir oyun yazdım,” dedi. “Şimdi bunu Londra’da sahneye koyacağım. Başrol için Amerikalı bir kadın oyuncu arıyorum. Bu role en uygun kişinin karınız olduğunu düşündüm, Mister Duluth… Acaba Iris Duluth, oyunumda başrolü oynamayı kabul eder mi?” Daha adam sözünü bitirmeden Lottie atıldı. “Sevgilim bu imkânsız, Iris, bir sene dinlenmeye karar verdi. Onun için teklifini reddedeceğinden eminim.” Sözleri doğruydu ama Iris’le benim işime karışmaya da hakkı yoktu. Böyle bir şeyi ancak ben söyleyebilirdim. Lottie, “İşte, böyle,” diye devam etti. “Iris, bir yıl süreyle evinde oturmaya karar verdi. Biliyorsun Iris’le Peter birbirlerini çok severler. Tıpkı Brian’la benim gibi.” Bu arada sarışın bir kadın oyuncu Brian’a yaklaşmış hararetli bir şeyler anlatmaya koyulmuştu. Lottie, iki kadeh içer içmez kocasını kıskanmaya başlar ve onun kendisine ait olduğunu göstermek için elinden geleni yapardı.

Brian’ın kadınla konuştuğunu görünce hemen ikisinin arasına girip kollarını kocasının boynuna doladı. Bundan sonra ne geleceğini gayet iyi biliyordum. Brian’la ne kadar mutlu olduklarını anlatacak ve Iris’le benim de en az onlar kadar birbirimizi sevdiğimizi söyleyecekti. Uysal ve sakin bir insan olan Brian bu işe ses çıkarmıyordu. Ama ben böyle şeylere tahammül edemiyordum. Tanıdığım birini görmüş gibi bir davranarak bardan ayrıldım. Lottie canımı müthiş sıkmıştı. Sadece içmem hakkındaki sözleri değil kadının sürekli olarak rol yapması da sinirime dokunuyordu. Lottie, oyun bittikten sonra bile nerede olursa olsun rolüne devam ediyordu. Birden tiyatrodan da sıkıldığımı anladım. Şöyle aklı başında bir insan bulup onunla sohbet edecek, olmazsa aşağıya inip yatacaktım. Salonda bir hayli insan vardı. Buna rağmen konuşacak kimseyi bulamadım. ‘Doğan Yıldız’ oyununda önemli bir rol verdiğim Gordon Ling bana uzaktan tatlı tatlı gülümsüyordu. Kırk beşine gelmesine rağmen hâlâ oldukça yakışıklı, çok neşeli ve bence çekilmez bir insan olan Gordon’la konuşacak halim yoktu.

Zaten o da Lottie gibi günlük hayatında da rol yapmaya bayılan biriydi. Sonra Gordon’un oyundaki rolünü biraz kısaltmıştık. Bu yüzden bana şikâyete kalkışacağından emindim. Adamı görmemezliğe gelip pencereye yaklaştım. İşte Nanny Ordway’le de bu yüzden tanıştım. Bu kızla sohbet etmeye niyetim yoktu. Ama yanından geçerken uzanıp koluma dokununca durakladım. Genç kız, “Benimle konuşmaz mısınız?” diye fısıldadı. “Çekilmez bir insan olduğumu sanmıyorum. Bu konuda sizin fikrinizi öğrenmek isterim.” Tanımadığım genç kızlardan daima çekinirim. Çünkü kızların yüzde doksanı bir prodüktör görünce ondan bir oyunda rol kapmaya çalışırlar. Bu türden olaylarla sıkça karşılaşmıştım. Durup pencerenin önündeki koltukta oturan kıza öylesine baktım. Güzel değildi.

Şık da sayılmazdı. Aksine kılıksız biri olduğunu düşündüm. Sonra çok genç olduğunu, üstelik makyaj bile yapmadığını farkettim. Elinde bir limonata bardağı vardı. O zaman Brian’ın sözleri aklıma geldi. ‘Şu köşede ki kızcağıza bir limonata götüreceğim. “Rica etsem oturmaz mısınız?” Sesi yumuşak ve tatlıydı. “Annem, ‘Bir kız gittiği partide ilk yarım saatte bir arkadaş bulamazsa intihar etmeli,’ derdi.” Kızın sesi hoşuma gitmişti. Hatta yüzünü bile beğendim. Gösterişsiz, kendi halinde bir insana benziyordu. Uzun siyah saçlarını içe kıvırmıştı. Nedense bana Bohemlerin yaşadığı Greenwich Village’i hatırlattı. Üstelik bu kız Iris’e hiç benzemiyordu. Buna memnun olmuştum.

Çünkü karımı, daha ayrılalı çok az bir zaman geçmesine rağmen özlemiştim. Bana Iris ‘i hatırlatmayan biriyle karşılaştığım için memnundum. Ben de koltuğun yanındaki pufa iliştim. “Peki yarım saat doldu mu?” “Yani bu gidişle intihar edip etmeyeceğimi mi soruyorsunuz? Evet, yarım saat geceli çok oldu. Kimse benimle konuşmadı. Tanıdıklar beni buraya getirdiler. Ama arkadaşlarını görünce beni unutuverdiler. Nedense onlar önemli insanlara bayılıyorlar. Sizin öyle olmadığınızı ümit ederim. Umarım, siz de bu odadakilerin çoğunluğu gibi ünlü biri değilsinizdir.” “Ünlülerden hoşlanmıyor musunuz?” “Bilmiyorum. Herhalde hoşlanmak gerekiyor… Ama şimdiye kadar ünlü biriyle tanışmadım. Hem tanışsam bile ne yapacağımı şaşırırım…” “Bu iş sandığınız kadar zor değil. Hemen onları övmeye başlarsınız. Memnun kaldıkları için size özel bir ilgi gösterirler.

” “Ya öyle mi?” Bacaklarını altına alarak bana döndü. “O halde bana kim olduğunuzu söyleyin. Ünlü biriyseniz, hemen sizi övmeye başlayacağım.” “Adım Peter Duluth,” diye cevap verdim. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Utandığı belliydi. “Aman Tanrım!” “Ne var? Ne oldu?” “Siz… siz prodüktörsünüz galiba? Veya tiyatro ile bir ilginiz var… Hem Iris Duluth’la evlisiniz sanırım.” “Evet, öyle.” “Şey… Bunu tahmin etmemiştim… Yani… Ben böyle… Iris Duluth çok güzel bir yıldız. Hayatımda onun kadar güzel ve yetenekli bir oyuncu görmedim.” Ayağa kalktı. “Affedersiniz… Az önceki sözlerim için özür dilerim.” “Yavrum, ben öcü filan değilim. Yani benden bu kadar çekinmen için bir sebep yok.” Tekrar koltuğa oturup gülmeye başladı.

“Ne var?” diye sordum. “Bu defa ne oldu?” “Size gülüyorum. Çünkü hiç de anlattığınız tipe benzemiyorsunuz… Çok ünlü bir insansınız. Bunu söylememe rağmen bana iltifat etmediniz” “Yavrum, ünlüler övüldüğünde iki şekilde hareket ederler. Bir kısmı gururlanır. Bir kısmı ise oldukça mütevazi davranırlar. İşte ben ikinci gruba giriyorum. Peki sen kimsin?” Bu kez alaycı bir tavırla gülümseyerek, “Ben öyle önemli biri değilim. Sıradan bir insanım” dedi. “Tiyatroda mısın?” “Tanrı korusun.” “İşte buna memnun oldum. Peki ne iş yaparsın?” “Sabah kalkarım. Yemek yerim. Yatar uyurum.” “Peki nasıl geçiniyorsun?” “Şimdilik ekonomik durumum pek iyi sayılmaz.

Aslında yazarım… Fakat henüz bir eserim yayınlanmadı. Zaten iyi bir yazar olduğumu da sanmıyorum.” “Kaç yaşındasın sen?” “On dokuz. Hayır, yalan söyledim. Aslında yirmi yaşındayım. Hâlâ kendimi kandırmaya çalışıyorum. Yirmi yaşında değilmişim gibi davranıyorum. Çünkü yirmisine gelen bir insanın bir şeyler başarması gerekiyormuş.” O sırada kızın çok genç olduğunu tekrar hatırladım. Konuşmalarıyla beni çok şaşırttığı için bir ara onu daha büyük sanmıştım. Halbuki böyle bir sözü ancak çok genç birisi söyleyebilirdi. Sıkıntım hafifler gibi olmuştu. “Biliyorum,” diye güldüm. “Mozart on iki yaşındayken bir opera yazmış.” Nedense sinirlenir gibi oldu.

“Evet, öyleymiş. İnsanın rahat rahat yaşlanmasına bile izin vermiyorlar. Mutlaka bir şeyler yapmak gerekiyor. Yani yetenekli olduğunuzu göstermek zorundasınız.” “Demek şimdiye kadar yeteneklerini gösteremedin?” “Maalesef hayır… Zaman zaman bu yüzden çok üzüldüğüm oluyor.” “Limonata da insanı neşelendirecek bir şey değil. Neden içki içmiyorsun?” “Hayır, teşekkür ederim. Alkol kullanmıyorum. Eskiden içerdim ama bıraktım. Ama yenilecek bir şeyler varsa hayır demem… Çünkü açlıktan bayılacak gibiyim.” “Lottie partilerinde yiyecek bir şey vermez, oyundan sonra eve dönünce Brian ona kocaman bir biftek hazırlar. Misafirler gelene kadar Lottie karnım doyurduğu için ondan sonra kimseye aldırmaz. Yani misafirlerin aç olabileceği aklına bile gelmez.” Bu sözleri neden söylediğimi bilmiyorum. Bir yabancıya Lottie’yi çekiştirmem dostluğa sığmayacak bir şeydi.

Ama nedense bu kız bana hiç de yabancı gibi gelmiyordu. Birdenbire aklıma bir şey geldi. Zaten bu partiden sıkılmıştım. Kızcağız da açtı. Onu götürür, bir yerde karnını doyurabilirdim. Bu fikir beni heyecanlandırdı, Iris burada olsaydı, böyle bir işe kalkışmak aklıma bile gelmezdi. Ama genç bir kızla yemek yemenin ne kötülüğü vardı ki… “Bu partiden sıkılmadın mı?” diye sordum. Hafifçe gülümsedi. “Galiba partidekiler benden sıkıldılar.” “Seni buraya getiren dostlarım beklemek zorunda mısın?” “Yok canım? Beni başlarından atamadıkları için buraya getirmek zorunda kaldılar. Hem sanırım onlar çoktan gittiler.” “O halde seni yemeğe götürebilirim.” Genç kız telâşla, “Peki karınız,” diye atıldı, “Iris Duluth ne olacak?” “Karım seyahate gitti.” “Yaa?” “Böyle, şaşırman için bir neden yok, yavrum. Ben birdenbire karısının kendisini anlamadığından şikâyetçi olacak bir erkek değilim.

” “Karınıza âşıksınız değil mi? Sık sık gazetelerde Iris Duluth ve kocası hakkında yazılar çıkıyor. Karınızı çok sevdiğinizi okumuştum.” “Evet, karıma âşığım.” Bu sözleri duyunca memnuniyetle gülümsedi. “İşte buna sevindim. Beni yemeğe davet ettiğiniz için teşekkür ederim.” “Hâlâ adını söylemedin?” “Nanny,” diye cevap verdi. “Nanny Ordway.” Lottie’yle vedalaşıp tatsızlığa neden olmak istemiyordum ama biz tam kapıya doğru giderken o yetişti. “Peter, zavallı sevgilim. Seni çok ihmâl ettim.” Susup Nanny Ordway’i dik dik süzdü. “Bu da kim böyle?” “Seni, Miss Ordway’le tanıştırayım,” diye mırıldandım. “Kendisi senin misafirlerinden biri. Şimdi bu bayanla gidip yemek yiyeceğiz.

Ondan sonra da gidip uyuyacağım. Çünkü çok yorgunum. Brian’a benim için teşekkür et. Yarın sabah görüşürüz.” Lottie bir çadır kadar geniş eteğini toplayarak beni şöyle bir süzdü. Nihayet o parlak gözlerini yüzüme dikti. “Yaa?” Çok iyi bir oyuncu olduğu için bir kelimeyle çok şeyler ifade etmesini biliyordu. Bu ‘Yaa’ da neler gizliydi neler. Sonra elimdeki kadehi farketti. Yüzünde üzgün bir ifade belirdi. Hemen en yakın dostunun mahvolmasına seyirci kalan müşfik bir kadın rolüne giriverdi. O anda gırtlağını sıkmam gerekirdi ama ben eğilip yanağını öptüm. “İyi geceler Lottie. Kendini fazla yorma.” Sutton Place apartmanından çıktıktan sonra Nanny Ordway koluma girdi.

“Kadın ne kadar kızdı değil mi? Yani Charlotte Marin oldukça sinirlendi.” “Lottie her şeyi kendisi plânlamak ister. Ona sorulmadan bir şey yapılmasına tahammül edemez.” “Charlotte Marin’in bana kızacağı aklıma bile gelmezdi. Buna çok şaşırdım doğrusu.” Kızı nereye yemeğe götüreceğimi düşünürken o kararını verdi. Madison Bulvarındaki pizzacıya gitmemizi teklif etti. Çoktandır böyle bir pizzacıya gitmemiştim. Tiyatrodan bir hayli yorgun çıktığım için bir arabaya atlayıp lüks bir lokantada yemek yemeyi tercih ederdim. Halbuki kızla yürümeye başlayınca bundan keyif aldığımı farkettim. Ekim ayında ve vaktin çok geç olmasına rağmen hava sıcak, sokaklar oldukça kalabalıktı. Pizzacıda, pizzalarımızı ısmarladık. Kahvelerimiz de gelince konuşmaya koyulduk. Genç kızın siyah saçları omuzlarına dökülmüştü. Yirmisinden de küçük duruyordu.

Ben genç kızlarla konuşurken kendimi oldukça yaşlı hissederim. Halbuki Nanny Ordway’in yanında hiç de rahatsız olmamıştım. Otuz yedi yaşında olmama rağmen Nanny’yle akranmışız gibi geldi bana. Bir taraftan da için için kendime gülüp duruyordum. On seneden beri karımdan başkasını düşünmemiştim, Iris gider gitmez, yeni tanıştığım genç bir kızla sohbet edip, pizza yemek bana bile garip geliyordu. Ama bu ara Iris’i düşünmemek için yapabileceğim tek şey buydu. Hem bu genç kıza karşı sadece dostane hisler duymaktaydım. “Karnın doydu mu, Nanny?” “Evet, hayatımdan çok memnunum. Hem pizzayı çok severim. Altı ay ağzıma pizzadan başka bir şey koymadığımı hatırlıyorum da…” “İyi ama aynı şeyi yemekten bıkmadın mı?” “İşte yine yalan söyledim. Arada sırada sosis de yiyordum. Çünkü fazla param yoktu.” Dikkatle yüzüme baktı. “Parasızlık nedir bilir misiniz?” “Hayır, Nanny, şimdiye kadar pek parasız kaldığımı hatırlamıyorum. Neden sordun?” “Parasızlık bir bakıma eğlencelidir.

Bu tıpkı âşık olmaya benzer. Sabah uyanınca içinizde bir özlem duyarsınız. Acaba daha ne kadar bekleyeceğim, diye düşünürsünüz. Öğleye kadar dakikaları sayarsınız. Hem özlemini çektiğiniz bir sevgili de değildir. Sadece birkaç lokma yemek yiyebilmek için can atarsınız.” “Peki, hâlâ parasız mısın?” “Evet, öyle.” “Ailenle mi oturuyorsun?” “Hayır, tek başımayım. Daha doğrusu onun gibi bir şey. Bostonlu bir kızla beraberiz.” Kahve fincanını bırakarak beni süzdü. “Çok zenginsiniz… Zengin ve âşık… Herhalde bu çok zevkli bir şey. Özellikle de sevmek çok güzel bir duygu olmalı. Öyle değil mi?” “Evet, doğru.” Nanny, hayranlıkla karımdan bahsetmeye başladı.

Kızcağız karımın başrolü oynadığı bütün oyunları ve filmleri görmüştü. Iris’i içtenlikle övmesi çok hoşuma gitti. Sebebini bilemiyorum ama nedense Nanny Ordway’le konuşurken Iris’ten ayrılmamışım gibi geliyordu bana. Bu arada, Iris’i ancak bir ay sonra göreceğim, diye düşünmekten vazgeçtiğimi de farkettim. Artık, kendi kendime, karım yakında gelecek, diyordum. Nanny Ordway, kahvesini bitirdikten sonra ayağa kalktı. “Artık eve dönmem gerekiyor.” “Bu kadar erken mi?” “Evet, her sabah dokuzda çalışmaya başlarım.” “Mozart, sabahları altıda kalkarmış.” Neşeli bir kahkaha attı. “Haklısınız. Böyle ukalâlık ettiğim zaman bunu birlerinin bana hatırlatması gerekir. Zaten bütün suçum da bu.” Pizzacıdan çıkınca taksi çevirmek için yola baktığımda Nanny, bunu farkederek bana engel oldu. “Ben taksiye alışık değilim,” diye güldü.

“Yoksa New York’da metro olduğunu duymadınız mı? İsterseniz beni Lexington Bulvarındaki metro istasyonuna kadar götürebilirsiniz.” Metronun merdivenlerine gelince elini uzattı. “Hoşça-kalın. Bana bu gece bir şey öğrettiniz. Ünlülerden hoşlandığımı anladım.” “Ben de yirmi yaşına gelmesine rağmen bir şey başaramayan kızdan hoşlandım.” “Saçmalamayın kuzum. Ben bir hiçim. İyi geceler.” Merdivenlerden inmeye başlayınca dayanamayarak arkasından seslendim. “Sana telefon edebilir miyim?” “Rehberde ismim yok ki.” Bir metro, istasyondan gürültüyle geçti. “Öyleyse bana numaranı ver.” Cevap vermeden merdivenleri inen Nanny Ordway, bir anda gözden kayboldu. Biraz merdivenin başında bekledikten sonra dönüp yürüdüm.

Eve giderken New York nedense bana bambaşka bir yer gibi gözüktü. Sanki tanımadığım bir şehire düşmüştüm. Bu büyük şehir; tanışan, vedalaşan, ayrılan, kavga eden ve sevişen insanlarla doluydu. New York’da Nanny Ordway’e benzeyen bir sürü kız vardı herhalde. Bu kız sayesinde kısa bir süre için bile olsa, kendi dünyamdan ayrılmış, tamamıyla değişik bir âleme girmiştim. Apartmana dönünce kapının altından içeriye atılmış telgrafı buldum. Merakla açtım. Karım, kendisini merak etmemem için hemen bana haber vermeyi düşünmüştü: ‘Seyahat rahat geçti. Annem safra kesesini artık aramıyor. Seni çok özledim. Lottie’nin seni rahatsız etmesine izin verme. Sevgiler, Iris.’ Yatak odasına geçerek ağır ağır soyundum, Iris gideli beri bu oda bile bana yabancıydı. Kendimi bir otelde sandım. Yatağa uzanarak Iris’i düşünmeye başladım.

Uzun bir süre sonra güç belâ uykuya dalmışım. Bu arada Nanny Ordway’i unutmuştum. Daha doğrusu öyle zannettim. İKİ Ertesi sabah saat on buçukta telefon çalınca uyandım. Yine Lottie arıyordu. Hemen, “Peter yalnız mısın?” diye sordu. “Allahaşkına Lottie, kiminle olacağımı sanıyorsun?” “Demek yalnızsın. Buna memnun oldum. Haydi yukarı gel. Kahvaltı hazır.” “Kahvaltı mı?” “Peter, tek başına orada oturup kahvaltı edemezsin ki. Hem Brian her şeyi hazırladı. Hemen yukarı gel.” Bu gidişle Lottie geceleri de beni kendi yatak odasında yatıracaktı galiba. Kadının elinden kurtulmak için mücadeleye yeltendim.

“Aç değilim.” Bu sefer, Brian’ın neşeli sesini duydum. “Jambonlu yumurta pişirdim, Peter. Yukarı çıkınca iştahın açılır.” Anlaşılan Brian da mutfaktaki telefondan konuşmayı dinliyordu. “İyi ama…” Lottie, “Saçmalama,” diye kestirip attı. Herhalde Lottie, benimle konuşurken bir taraftan da önündeki bloknotu karalayıp duruyordu. Ne zaman sinirlense hemen boş bulduğu kâğıtlara türlü türlü şekiller çizmeye başlardı. “Beş dakikaya kadar gelmezsen, aşağıya inip seni buraya getirmesini bilirim.” Telefonu kapatarak esnedim. Uyanır uyanmaz yine Iris’i özlemeye başlamıştım. Lottie’yle başa çıkabilecek tek insan karımdı. Çünkü, ben zaman zaman kendimi tutamayarak Lottie’yle kavgaya başlıyordum. Böyle şeylere tahammülü olmayan kadın da surat asıyor, olur olmaz yerde tatsızlıklar çıkarıyor ve tiyatroya giderek etrafı kasıp kavuruyordu. İşin sonunda yine onun gönlünü almak bana düşüyordu.

Çaresiz yataktan kalkıp sırtıma bir ropdöşambr geçirerek yukarı çıktım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir