Jonathan Steinberg – Bismarck

Almanya’yı Otto von Bismarck yarattı fakat hiçbir zaman ülkede iktidarın gerçek sahibi olmadı. Emrinde bulunduğu üç hükümdardan herhangi biri, herhangi bir zamanda onu görevinden alabilirdi. Nitekim Mart 1890’da bu hükümdarlardan biri tarafından azledildi. Hitabet şekli genellikle karizmatik olarak adlandırdığımız özellikleri taşımamaktaydı. Gücünün ve şöhretinin zirvesine eriştiği Eylül 1 878’de Schwabische Merkur * gazetesi Bismarck’ın Reichstag’ daki * * konuşmalarından birini şöyle tasvir etmiştir: Onu ilk defa işitenler ne kadar hayret eder. Gür ve etkileyici bir ses, tutkulu bir üslup, klasik bir belagatle parıldayan ateşli bir nutuk yerine, sözler dudaklarından kolayca ve yumuşaklıkla akıyor, bir lahza duraklıyor, doğru kelime veya cümleyi bulana kadar, tam olarak doğru bir ifadeyi yakalayana dek yolunu arıyor. Başlangıçta insan konuşmacının dinleyiciler karşısında neredeyse mahcubiyet duyduğu hissine kapılıyor. Gövdesi bir yandan diğerine sallanıyor, arka cebinden mendilini çıkartıyor, alnını siliyor, cebine geri koyuyor ve tekrar çıkartıyor.1 Bismarck hiçbir zaman büyük kalabalıklara hitap etmedi. Kitleleri ancak iktidardan düştükten sonra, efsane olduğu bir dönemde çekti. Eylül 1 862’den Mart 1890’a kadar Bismarck Almanya’yı sadece parlamento üyesi bir bakan sıfatıyla yönetti. Yukarıdaki türden konuşmaları 1 847’den görevden alındığı 1 890 yılına kadar çeşitli parlamento organlarında yaptı. Dinleyicileri üzerinde şahsiyetiyle bir etki yarattı, * Schwabische Merkur, 1 785 yılında kurularak 1941 yılına kadar yayın hayatını sürdüren, Baden ve Württemberg devletlerinde takip edilen bir Stuttgart gazetesi. Dış siyasi ve ekonomik haberlere ağırlık vermiştir-ç.n.


* * Kuzey Alman Federasyonu ve Alman İmparatorluğu’nun alt meclisi-e.n. 2 BISMARCK zira İngiliz tarzı bir siyasi partinin başında bulunmamaktaydı. En büyük Alman partileri olan Muhafazakar Parti, Milli Liberal Parti ve Katolik Merkez Partisi siyasi hayatı boyunca ona güven duymadı ve mesafelerini korudu. “Hür Muhafazakarlar” adı verilen Bismarck taraftarı partinin nüfuz sahibi üyeleri olmakla beraber meclis dışında büyük bir yandaş kitlesi yoktu. Bismarck zamanının ve enerjisinin büyük kısmını devlet yönetiminin basit ayrıntılarıyla uğraşmakla geçirdi. Uluslararası antlaşmalardan, damga vergisinin postayla para transferlerine uygulanıp uygulanamayacağına kadar her şeyle uğraştı ve gariptir ki, bu son konu çok sayıda istifalarından birine yol açtı. Askerlikte ehliyetli değildi. Gençliğinde bir ihtiyat birliğinde kısa süre ve gönülsüzce askerlik yapmış (gerçekte askere alınmaktan kaçınmaya çalışmış, şahsi evrakının resmi basımlarında bu skandal geçiştirilmiştir) olması nedeniyle her zaman giydiği üniformalar üzerinde çok zayıf bir hakkı olmuş ve bu durum “hakiki ” askerleri öfkelendirmiş veya utandırmıştı. General Moltke’nin kurmay kadrosuna mensup, “yarı tanrı” lakabı verilen subaylardan Yarbay Bronsart von Schellendorf 1 870’te şöyle yazmıştı: “Plastron* üniforması giyen memur her geçen gün biraz daha haddini aşıyor. “2 Soyadının önünde bir “von” takısı vardı ve eski, “iyi” bir Prusya ailesinden gelmişti. Ancak tarihçi Treitschke’nin 1862’de yazdığı gibi, belli ki “sıradan bir Junker” ** den başka bir şey değildi.3 Mensubu bulunduğu toplumsal sınıftan gurur duymakla beraber, sınıfı içinde birçoklarının kendisinden daha yüksek basamakları işgal ettiklerini bilmekteydi. Memurlarından birinin daha sonraları anlattığına göre, yemek masasında sohbet genellikle Şansölye ile konuklar arasında geçerdi … Ayrıca Şansölye’nin gözünde en yüksek sosyal konuma sahip Kont Paul von Hatzfeldt-Wildenburg ···da konuşmaya katılırdı. Diğer diplomatlar genellikle suskun kal ırdı.

4 * Avrupa ordularında 15. yüzyıldan itibaren görünmeye başlayan zırhlı süvariler (İng. ve Fr.: cuirassier). İlerleyen yıllarda ateşli silahlarla donatılmışlardır-e.n. * * Orta yüksek Almancada Jungherr, yani genç bey anlamındaki kelimeden gelen bu isim, 19. yüzyılda bir sınıf olarak genellikle asalet unvanı da bulunan Doğu Prusyalı büyük toprak sahipleri için kullanılmaktaydı. Türkçede karşılığı bulunmadığından çeviride değiştirilmeden kullanılmıştır-ç.n. * * * Önde gelen bir Alman diplomatı olan Melchior Hubert Paul Gustav Graf von Hatzfeldt zu Trachenberg (1831-1901), büyükelçi olarak 1 878-1881 yılları arasında İstanbul’da, 1885-1901 yıllarında Londra’da bulunmuştur. İstanbul’daki görevi Giriş: Bismarck’ın “Egemen Benliği” 3 Ona ve erkek kardeşlerine miras kalan malikaneler büyük bir refaha kavuşmalarını sağlamadı. Bismarck yaşamının büyük kısmında masraflarına dikkat etmek zorunda kalmıştır. Saray ve saraylıların siyasi hayatın ve entrikanın merkezini işgal ettikleri bir toplumda, Bismarck evinde oturdu, akşam yemeğini eski moda erken bir saatte yedi ve hayatının ilerleyen yıllarında zamanının büyük kısmını Berlin’den mümkün olduğunca uzakta, taşrada geçirdi. Modern sosyolojinin kurucularından Max Weber, Bismarck’ın yarattığı Alman İmparatorluğu çökmeye başlarken 191 8’de kaleme aldığı ünlü makalesinde, devlet otoritesine neden itaat ettiğimizi sormuştur.

Weber, üç otorite veya kendi tanımlamasıyla üç “meşrulaştırma” biçimi tespit eder. Birincisi, “ebedi geçmiş”ten gelen otorite, yani tasawur edilemeyecek kadar kadim zamanlardan beri onay gördüğü ve alışı lagelmiş bir yönelime dönüşmüş olduğu için kutsallık kazanmış töre otoritesi. Ataerkil reisin ve patrimonyal [hükümdarl ığını atadan miras almış-e.] hükümdarın tatbik ettiği “geleneksel” egemenlik bu şekildedir. Üçüncü tür otorite “yasallığa”, yasal konumun meşruiyetine ve akıl yoluyla yaratılan kurallara dayalı, işlevsel “kifayet” inancına istinaden yönetimdir. Ancak Weber’in siyaseti anlamamıza en büyük katkısı, karizma adını verdiği ikinci tür meşruiyet biçimiydi: Liderin şahıs olarak sözlerine, kahramanlığına ve diğer niteliklerine mutlak bağlılık ve güvenle tanımlanan, olağanüstü ve şahsa özgü, Tanrı vergisi (karizmatik) bir otorite türü vardır. Bu, bir peygamber veya siyaset alanında, seçilmiş bir savaş ağası, halkoylamasıyla göreve gelmiş yönetici, büyük bir demagog veya siyasi parti liderince tatbik edilebilen “karizmatik” egemenliktir.5 Bu tanımların hiçbiri Bismarck’ın otoritesini bütünüyle açıklamamaktadır. Hükümdarının hizmetkarı olarak Weber’in birinci kategorisine uymaktadır: İktidarı geleneğe, “ebedi geçmişin” otoritesine dayasırasında, kordiplomatik duayeni sıfatıyla 1 878 Bedin Antlaşması uyarınca TürkYunan sınırında Tesalya’nın kaybıyla sonuçlanan sınır tespit heyetinin başkanlığını yapmıştır. 1 882-1885 yıllarında Alman Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğini yürütmüştür. 1 890 yılında Helgoland adasının Almanya’ya kazandırılmasını sağlayan İngiltere müzakerelerini de yürütmüştür-ç.n. 4 BISMARCK lıydı. Öte yandan, başbakan ve idarenin başı olarak çoğu zaman tam da Weber’in üçüncü kategoride tanımladığı şekilde davranmıştır: ” Yasallığa . akıl yoluyla üretilen kurallara, işlevsel kifayete .

” istinaden yönetim. Görmüş olduğumuz gibi, bilinen anlamıyla “karizmatik” bir kişilik değildi. 6 Buna rağmen Bismarck çağdaşlarını öylesine mutlak bir denetim altına almıştır ki, idaresi altında yaşayanların mektuplarında ve hatıralarında “tiran” ve “diktatör” sözcükleri tekrar tekrar belirir. Bismarck’tan dört yaş daha genç ve azlinin ardından haleflerinden biri olan Prens Chlodwig zu Hohenlohe-Schillingsfurst, Bismarck görevinden alındıktan birkaç ay sonra Berlin’i ziyareti sırasında edindiği izlenimi şöyle anlatmıştır: Burada geçirdiğim üç gün zarfında iki şeye dikkat ettim: Birincisi, hiç kimsenin zamanı yok ve herkes önceleri olduğundan daha büyük bir telaş içinde; ikincisi, insanlar daha bir kabarmış görünüyor. Her şahsiyet kendi değerinin bilincine daha çok varmış. Eskiden her birey Prens Bismarck’ın mütehakkim etkisiyle kısıtlanmış ve baskı altına al ınmışken, şimdi herkes suya konulmuş süngerler gibi şişmiş.7 Bismarck’ın hayat hikayesini açıklamak için bu nedenle yeni bir terime ihtiyaç duyduğumu fark ettim. Onun çevresine hükmetmesini sağlayan unsur şahsiyetinin çıplak gücüydü. Hiçbir zaman egemen bir iktidara değil, bir tür “egemen benliğe” sahip olmuştu. Kayzer Wilhelm’in belirttiği gibi, “Bismarck’ın idaresi altında Kayzer olmak zordur”. 8 Onun yaşamında, insanın şahıs olarak son sınırlarına kadar zorlanmış büyüklüğünü ve aynı zamanda düşkünlüğünü görebiliriz. Yukarıda zikrettiğim 17 Eylül 1 878 tarihli konuşmayı ele alalım. Bismarck bu konuşmasından sonra Reichstag’daki sıradan zabıt katiplerine karşı bir öfke nöbetine tutulmuş ve duyduğu karanlık şüpheleri on beş gün kadar sonra, 4 Ekim 1 878’de sözlerini kaydeden yardımcısı Moritz Busch’a anlatmıştır: Zabıt katipleri son konuşmamın ardından bana karşı tavır aldılar. Popüler olduğum sürece durum böyle değildi. Söylediklerimi öyle çarpıtmışlar ki hiçbir anlamı kalmamış.

Sol kanattan ve Merkezden gürültüler yükseldiğinde, “sol” sözcüğünü atlamışlar ve alkış geldiğinde bunu belirtmeyi unutmuşlar. Tüm büro aynı şekilde hareket ediyor. Fakat başkana şikayette bulundum. Bundan dolayı da hasta oldum. Nikotin hastalığı gibiydi, baş dönmesi, çıkarma duygusu vb.9 Giriş: Bismarck’ın “Egemen Benliği” 5 Anlattıklarını şöyle bir durup düşününüz. 19. yüzyılın en büyük devlet adamına tuzak kurmak için zabıt katiplerinin Reichstag koridorlarında komplolara giriştikleri iddiasını aklı başında hangi insan ciddiye alabilir? Ayrıca bunun neticesinde hasta düşmüş olması nasıl açıklanabilir? Hipokondri [hastalık hastalığı-ç.] bu şikayetlerin bahanesi olamaz. Yarbay Bronsart von Schellendorf’un ise Bismarck’ın rahatsızlığının sebebinden kuşkusu yoktu. Güncesine 7 Aralık 1 870’te bu konudaki kanaatini yazmıştır: “Bismarck gerçekten tımarhanelik olmaya başlıyor.” 10 Bismarck tımarhaneye asla düşmemiştir. Kendine göre endişelerine rağmen akıl sağlığını ve kırklı yaşlarından yetmişlerine kadar -arzularını tatmin için yeterli olmamakla beraber- iktidarını muhafaza etmiştir. Yirmi sekiz yıl boyunca görevinde kalmış, Napoleon istisna olmak üzere, yaşadığı dünyayı 19. yüzyılda gelen tüm devlet adamlarından daha kapsamlı bir dönüşüme uğratmıştır.

Tüm bunları yaparken, Napoleon’un aksine, ne imparator, ne de generaldi. Dolayısıyla, bu kitabın Otto von Bismarck’ın yaşamını incelemesinin sebebi, icra ettiği iktidarın, kurumlardan, kitle toplumundan veya “kuvvetler ve etmenler [forces and factors]”den değil, şahıs olarak kendisinden kaynaklanmasıdır. Bu iktidar olağanüstü, devasa bir benliğin egemenliğine dayanmaktaydı. Benlik kelimesiyle tam olarak ifade edilmek istenilen hususiyet insanlık tarihi boyunca kesin bir tanımlamayı kabul etmemiştir. Burada kastettiğim şey, bizi “şahsiyet” olarak tanınır hale getiren özelliklerdir. Fiziksel görünüş, konuşma şekli, yüz ifadeleri, düşünme ve eylem tarzı, erdemler ve kötü huylar, irade ve hırslar; belki bazı karakteristik korkular, kaçışlar ve psikolojik davranış kalıplarının bir birleşimi, kısacası insanların bizi tanımalarına yarayan, dışa vurduğumuz veya gizlediğimiz tüm nitelikler şahsiyetimizi oluşturur. Bu anlamda Bismarck, bir şekilde çevresindeki insanların hepsinden daha fazla şahsiyet özelliklerine sahipti. Onu tanımış olan herkes istisnasız olarak mıknatıslı bir güce, ondan nefret edenlerin bile inkar edemedikleri bir çekime sahip olduğunu itiraf eder. Yazılarında, kendisini şahsen tanımış olanlar üzerinde güçlü benliğiyle yarattığı hipnotize edici etkiden izler taşıyan bir yakınlık, esneklik ve ikna edicilik vardır. Bu gücün doğasının kavranmasına ancak bir biyografi çalışması çerçevesinde girişilebilir. Dolayısıyla okuduğunuz bu biyografide üç savaşla Almanya’yı birleştirmiş ve Prusya kültüründeki kıyıcı ve acımasız 6 BISMARCK her şeyi şahsında simgelemiş bir devlet adamının yaşamı açıklanmaya ve tanımlanmaya çalışılacaktır. Gerçek Bismarck çelişkili bir karakterdi: Sağlıklı bir hastalık hastası, kolaylıkla gözyaşlarına boğulabilen zalim bir despot, okulları sekülerleştirmiş ve mahkemede boşanmayı getirmiş olmakla birlikte, Evanjelik Protestanlığın* aşırı bir biçimine inanan dindar bir kişiydi. Meslek hayatının belirli bir aşamasından sonra halk karşısında sürekli askeri üniforma giymekle beraber, kraliyetin daimi ordusunda hiçbir zaman muvazzaf askerlik yapmamış az sayıdaki önde gelen Prusyalılardan biriydi. Arkadaşları Junker aristokratlar ona duydukları güveni zamanla yitirdiler; “düzgün adam” olarak görülmeyen, fazla akıllı, fazla dengesiz, fazla tahmin edilemeyen bir kişiydi. Fakat tüm çevresi çok zeki olduğunda mutabıktı.

Büyük bir Whig ** sülalesinden gelen ve Almanya’da 1 871 ‘den 1 884 yılına kadar İngiltere Büyükelçiliği yapan soylu Odo Russell, Bismarck’ı iyi tanımaktaydı. 1 871 ‘de annesine şöyle yazmıştı: “Onun içinde tanıdığım herkesten daha güçlü şeytani nitelikler var. ” 11 Bismarck döneminin Jane Austen’i*** Theodore Fontane ise eşine 1 884’te, “Bismarck’ın hapşırması veya çok yaşa demesini bile altı ilericinin dile getirdiği bilgeliklerden daha enteresan buluyorum” demekteydi.12 Bismarck’ın iktidardan düşmesinin ardından Fontane 1 892’de Friedrich Witte’ye şöyle yazdı:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir