Jorge Luis Borges – Golgeye Ovgu

Bu KİTAP, Borges’in seçtiği bir başlık, Gölgeye Övgü (Elo-gio de la Sombra) adı altında, ilk öyküyü kaleme aldığı 1935 yılından, 1986’da ölümüne dek yazdığı bütün öyküleri Türkçeye kazandırma amacını taşıyor. İspanyolca aslından, bütün eserlerinin toplandığı Obras Completas I (Emece Edito-res, Buenos Aires, 1974) ve 11 (Emece Editores, Buenos Aires, 1989)’ye bağlı kalınarak hazırlandı. Tomris Uyar’ın çevirisi Ölüm ve Pusula ile Fatih Özgüven’in çevirisi Yolları Çatalla-nan Bahçe’nin, Kurgular ve Alef e ait öyküleri ve benim Kum Kitabı ile Brodie Raporu çalışmalarım dışındaki bütün öyküler bu kitabın kapsamına alındı. Jorge Luis Borges adının kapladığı edebi dünyaya girmenin en etkin yolu, belki de öncelikle içiçe girmiş birçok yazından oluştuğunu kabullenmektir. Borges bu tanımı birçok Batılı yaratıcı için kullanmıştır (Joyce, Dante, Goethe, Queve-do, Shakespeare), kendini de bu listeye katarsak, sanırım pek yanılgıya düşmüş olmayız. Gerçekte çağdaş Arjantin ve Latin Amerika edebiyatının bir bölümü veya bir başlığı veya bir eğilimi değildir; lirikten metafizik masala, ultraist döneminden son zamanlarındaki arkeolojik düşleme, serbest nazımdan son şiirlerinin neoklasikliğine, kendisi başlıbaşına bir edebiyatı oluşturur. Bu edebiyatın kendi retoriği ve bi-çembilimi, ilk bakışta bölük pörçük görünen bir yapıtı tutarlı bir bütüne dönüştüren birleştirici metafiziği, uydurma alıntılara dek uzanan benzersiz bir üslubu vardır. Tüm çeşitliliğine karşın bu edebiyat, yaratıcısı ve gizli izleği olan kişinin, Borges’in bütünlüğünü açığa çıkarır. Latin Amerika’nın en iyi yazarları arasında, Borges’i yadsımak için yazanların (Sabato, Marechal) veya onu aşmak için yazanların (Marquez, Cortazar) sayısı çoktur. Ama bir anlamda, hepsinin varlığı yalnızca ondan itibaren geçerlilik kazanır. “Bir gelenek taklit etmemelidir, aksine sürmeli ve verimli olmalıdır, canlı ve kesiksiz bir değişim içinde olmalıdır ve bu değişimle zenginleşmelidir.” Her ne kadar edebî anlayışında bir evrim görülüyorsa da, yazarı tanımada ilk öyküleri son işlediklerinden daha az önemli değildir. Çünkü, ilk ve son dönem eserlerinde büyük bir fark gözlenmez. Borges’de izlekler, yazısını oluşturan konular ve kavramlar pek değişmezler: insan varlığının sannlı niteliği; somut dünyanın aldatıcı doğası; tüm mantıklı düşüncenin kaçınılmaz göreliği; sonsuzluk ve sonsuz olasılık; en küçük olgunun tüm evreni içerdiği düşüncesi; aklımızdan geçen her şeyin gerçekten yaşandığı veya yaşanmasının mümkün olduğu düşüncesi; her insanın bir başkası, hattâ tüm başkaları olduğu inancı; başka bir yanılsama olarak Zaman; “döngüsel zaman” ve “ebedî tekrar” -insan deneyimlerinin sayısının engin de olsa sınırlı olduğu ve olayların gelecekte yeniden yaşanabileceği- gerçeği çoğalttıkları için aynalara duyulan kin, anlık mistik içgörüler ve kavrayışlar ve en anlamlısı, hiç eksik olmayan labirent simgesi. Borges okurunun işleyebileceği yanılgıların başında, kurguların çarkını söktükten sonra ilginin tükeneceği inancına saplanmak gelir.


Borges’in kullandığı düşsel edebiyat, gerçeklerden kaçmak için değil, gerçeğin idaha karmaşık bir biçimini açıklamak için kullanılır. Bu kurguların özdeğinde, görünüşte nihilist bir ileti algılıyoruz: mantıkla yönetilen, töresel ve zihinsel düzeyde değişmez görünen ve bizim içinde yaşadığımızı sandığımız dünya gerçek değildir. Saçma, karmakarışık ve hepimizin yalnızca düşlerde gördüğü ve düşlerimizin direten kargaşası sayesinde varolan dünyanın önüne geçmeye çalışan bir insan icadıdır. Gerçeğin görünümü bir maskedir ve Borges bu maske aracılığıyla çok daha kaygı uyandırıcı bir karabasanı esinler. Bu nedenle, Borges metinlerini sözcüğü sözcüğüne okuyup, nihilizmini yapıtının sön aşaması olarak görmek yanlıştır. Kurgularının ortaya koyduğu evren, kaostan oluşmaz, olumsuz bakışı yalnızca görünümler dünyası için geçerlidir. Okuyucu, kabuğun altında, gizli ve derin gerçeğe ulaşma yetisine sahipse, kuşkusuz farklı bir görüş edinecektir. Borges’in amacı basit görünümlerden daha gerçek bir şeyi açığa çıkarmaktır. Bir putu, gerçekliği kabul edilmiş bir şeyi yıkıp, yerine bir başkasını dikmek ona göre değildir. Borges’in Öyküleri, bizi yalnızca saymaca olabilecek kesin bir gerçeğe ulaştırmaya çalışmazlar, aksine kurgunun içinde bizi, dünyayla ilişkimizi oluşturan özden farklı olmayan ve onsuz gerçek diye bir sözcüğün varolamayacağı yanılgıya sürüklerler. Gerçek olan tek bütünlük, bizi bütünüyle yanılsamaya düşürendir. Yıllar boyunca, adım adım, Borges dev ve hassas, eşsiz ve garip yapıtını işler. Eserlerinde binlerce yıllık geçmişle yepyeni izlenimler karışırlar, Batı ve Doğu ruhlarını birleştirir, gerçek ve uydurma tüm edebiyatları ve tüm felsefeleri bilen usta ve kurnaz deha, görünümlerle ve sezilen gerçeklerle oynayarak, ışığın tan sökümüyle, gerçek imgenin aynadaki yansısıyla karıştığı basit olasılıklardan oluşan bir evren yaratır. Tüm yeryüzü yalnızca bir simgeler oyunudur ve her şey bir başkası anlamına gelir. Hiçbir yapıt, gizemi her zaman pek yakın ve erişilmez olan bu birleştirici görüşün derin ve dehşete düşürücü gerçeğini onun kadar iyi betimleyemez.

Şaşırmak, saçma bir şekilde, bu dünyaya yabancı düşen şeyleri gördüğünü sanmaktır, oysa hiçbir şey olağanüstü değildir, çünkü evrenin kendi içinde çelişkiye düşmesini engellemek bizim olanaklarımızın dışındadır. Elimizden gelen tek şey şaşırmak ve şaşkınlığımızın yeryüzünde yeri olmadığını bilmektir. Borges’in eserleri bu tuhaflığı abartarak yüceltir ve çoğaltır… ve gizlice çürütür. “Uzun bir düş gibi tasarlanmış bir yaşam, belki de düş görenin olmadığı bir düş, kendi kendini düşleyen bir düş, öz-nesiz bir düş.” Bu metinlere dikkatle bakınca, öykülerin dünyasıyla yaratıcısı arasındaki ortak kimliği sezeriz. Gerçeğin Borges için bir karabasan olduğu, bu öykülerin de sanrılı bir gerçeği, yazarının gerçeğini aktardıkları duygusuna kapılırız. Bir yazarın bütün yapabileceği düşsel bir dünya yaratmaktır ve bu dünyanın yazarın kendinden başka sınırı yoktur. Borges, dünyadan bir şeyi yansıtmaya kalkışırsa, yalnızca kendini yansıtarak bunu başarabileceğinin bilincindedir. Bundan sonra, kendi arayışına kapılacak ve yalnızca kendi kendini aşmaya zorlayan sürekli devinimi yaşama hükmünü giymeyi kabullenecektir. Sanki yalnızca sonsuz bir arayış, dünyanın eksikliğini bize fazlasıyla hissettirdiği bütünlük aldanışını sağlayabilirmiş gibi. Bu güçlü sonsuzluğu edimsel kılmanın tek yolu imge içinde imgedir. Çünkü gerçekte imge, aynalar ya da alef gibi, gizemli ve olanaksız her şeyle birlikte olası bir evren içerir. Bu öykülerin eğretilemelerinin altında, sonuçta idealist bir gerçek kavrayışı, insan olarak yazarın saplantılı deneyimlerine derinlemesine kök salmış bir metafizik saklıdır. Maskelerin çokluğu, burada bir tek varlığın, yazann bütünlüğüne çıkar. Ama bu bütünlük ardında yine birçok şeyler gizlidir.

Bu öykülerde, bitimsiz gecelerin, karabasan veya esrime aralıklarında uykusuzluğun sannlı berraklığının, sezginin yoğunlaşmasının, algılamanın acı dolu keskinliğinin, en belirgin şeylerin birbirine karıştığı ve sınırların birdenbire yok olduğu anların örneklerine rastlayabiliriz. Körlüğünün gitgide üstüne kapattığı duvarlar arasına sıkışan bu yalnız adam, kapalı, fiziksel açıdan kısıtlı, buna karşın, gerçek boyutlarını asla öğrenemeyeceğimiz bir başka dünyayı tek başına yaratabilecek kadar zengin bir evrende yaşıyordu. “insanlar geçmişi severler ve bu sevgiye karşı benim elimden bir şey gelmez, ne benim, ne de cellâtlarımın; ama bir gün benimle aynı şeyleri duyan bir adam gelecek ve bu adam benim duvarımı yıkacak, benim kitapları yokettiğim gibi ve benim anımı silecek ve benim gölgem ve aynam olacak ve kimse olmayacak.” Münir H. Göle Çevirilerin ithaf edilmesi pek alışılmış bir uygulama değil, yine de yıllar süren bir özdeşleşme gerektiren ve bu üçüncü kitapla sona eren Borges çalışmamı, yazdıklarımı okuyamayan en sevgili okuyucuma, Silvia*ya ve Lena Dima’ya sunmamın hoşgörülecegini umuyorum. ıı ALÇAKLIĞIN EVRENSEL TARİHİ Historia Universal de la Infamia 1935 KORKUNÇ KURTARİCİ LAZARUS MORELL Uzak neden 1517’DE Peder Bartolome de las Casas, And’lann zahmetli, cehennemi altın madenlerinde canlan çıkan yerlilerin haline çok acıdı. İmparator Carlos Ve, onların yerine And’lann Rahmetli cehennemi altın madenlerinde canları çıkacak zencileri ithal etmeyi önerdi. Bir insanseverin yaptığı bu ilginç değiştirime sayısız olay borçluyuz: Handy’nin “blues larını, UruguaylI ressam Don Pedro Figari’nin Paris’te elde ettiği başarıyı, yine Uruguaylı Don Vicente Rassi’nin buruk düzyazısının güzelliğini, Abraham Lincoln’un mitlere yaraşır yüceliğini, Kuzey-Güney savaşının beş yüz bin ölüsünü, askeri ödeneklere harcanan üç milyar beş yüz milyon, düşsel Faluchn’-nun heykelini, “Linchar” (linç etmek) fiilinin İspanyol Dn Kurumu sözlüğünün on üçüncü baskısına alınmasını, coşkulu “Hallelujah” filmini, Carrito’da “Pardos Y Morenos” (Esmerler ve Karalar)’un önderi Solere’in yönettiği süngülü amansız saldırıyı, bilinenine hanımın bağışını, Martin Fier-ro’nun öldürdüğü zenciyi, içler acısı rumba “El Manisero”yu, Toussaint Louverture’ün tutuklanıp zincire vurulan Napol-yonculuğunu, Haiti’deki haç ve yılan “papaloi” bıçağıyla boğazlanan keçilerin kanını, tangonun anası “habanera” ve “candombe”yi. Ayrıca: korkunç kurtarıcı Lazarus Morell’in suçlu ve göz-kamaştırıcı varlığını. Yer Suların babası, dünyanın en uzun nehri, Misissippi bu benzersiz rezile yaraşır bir sahne oldu (Misissippi’yi Alvarez de Pineda keşfetti, ama ilk inceleyen eski Peru fatihi Kaptan Hemando de Soto idi, İnka şefi Atahualpa’nm tutsaklık günlerini satranç oynamayı öğreterek çekilir hale getirmişti, gö-mütü nehrin suları oldu). Misissippi geniş omuzlu bir nehirdir, Parana’nın, Uruguay’ın, Amazon’un, Orinoco’nun karanlık ve engin kardeşidir. Melez sulan olan bir nehirdir, denize kavuştuğu Meksika Körfezi’ne yılda boşalttığı dört yüz milyon ton çamurla hakaret eder. Bunca eskil ve kutsal bir artık yığını, sürekli erimekte olan bir kıtanın kalıntılarından beslenen dev bataklık servilerinin çamur labirentlerinin, ölü balıkların ve sazların sınırları geri çektiği ve banşını bu mide bulandırıcı imparatorluğun sağladığı bir delta oluşturdu. Daha kuzeyde, Arkansas ve Ohio arasında uzanan düz arazilerde yüksek ateşli hastalıkların tuzağında, derisi kemiğine yapışmış, solgun san benizli, kendilerinde kum, tahta ve çamurlu sudan başka şey bulunmadığından, taşlara ve demire açgözlülükle bakan bir insan ırkı yaşar. Adamlar 19.

yüzyıl başlarında (bizi bu zaman kesiti ilgilendiriyor), Misissippi kıyılarındaki büyük pamuk tarlalarında zenciler sabahtan akşama kadar çalışırlardı. Tahta kulübelerde, çıplak toprak üzerinde uyurlardı. Ana-oğul ilişkisi dışında, akrabalık bağları saymaca ve belirsizdi. Adlan vardı, ama so-yadsız idare edebiliyorlardı. Okumayı bilmezlerdi. Yumuşak tiz sesleri, ağır ünlü bir İngilizce ile şarkılar mınldanırlardı. Sıraya girmiş, kahyanın kırbacı altında iki büklüm çalışırlardı, kaçmaya kalktıklarında, uzun sakallı adamlar güzel atlara biner, korkunç köpekleriyle izlerini sürerdi. Kutsal Kitap’m sözcüklerini, hayvansal umutlann ve Afrika’dan kalma korkularının kökeni üzerine eklemişlerdi; yani inançlan İsa’nınkiydi. Kitle halinde ve yüreklerinin derinliğinden şarkı söylerlerdi: “Go dourn Moses”. Onlar için Misissippi iğrenç Ürdün nehrinin gözkamaştıncı imgesiydi. Bu zahmetli topraklann ve zenci sürülerinin sahipleri, uzun ve pırıl pml saçlı, işsiz güçsüz ve açgözlü soylu kişilerdi. Nehre bakan ve beyaz çamdan Grek taklidi sütunlu girişi olan koca evlerde otururlardı. İyi bir kölenin maliyeti bin dolardı ve uzun zaman dayanamazdı. Kimisi hastalanmak ve ölmek gibi bir nankörlük yapardı. Yaşamı bir günlük bu yaratıklardan olabildiğince yarar sağlamak gerekiyordu.

Bu yüzden tansökümünden günbatımına kadar çalıştmrlardı. Bu yüzden ekimliklerden yıllık tütün veya pamuk veya şe-karkamışı ürünü isterlerdi. Sabırsız ekim nedeniyle altüst edilip tükenen toprak, birkaç yıl içinde kısırlaşıverirdi. Çamurlu ve çalılarla kaplanmış çöl ekimlikleri kaplardı. Çevredeki terkedilmiş çiftliklerde, sık şekerkamışı saplan arasında, kokuşmuş balçıkların ortasında, “poor whites”, beyaz ayaktakımı yaşardı. Balıkçı, fırsat düştüğünde avcı, sığır hırsızı, zencilerden çalıntı yiyecek artığı dilencisi bu adamları düşkünlüklerinde ayakta tutan gururdu: katıksız, safkan olma gururu. Lazarus Morell bu beyazlardan iydi. Adam Amerikan dergilerinin yayımladığı Morell fotoğrafları gerçek değildir. Böylesine ünlü ve unutulmaz bir adamın gerçek bir portresinin bulunmaması raslantı olamaz. Morell’in önce iz bırakmamak amacıyla, ayrıca gizemini körükleyebilmek için gümüş levhadan kaçındığını ileri sürmemizde sakınca yok. Yaradılıştan kayırılmış olmadığını ve birbirine çok yakın gözlerinin, ince dudaklarının daha genç yaşta bile lehine çalışmadığını da biliyoruz. Sonradan, yıllar ona saçları kırlaşan rezillerde, feleğin çemberinden geçmiş ve cezasız kalmış suçlularda görülen, bir çeşit haşmet vermişti. Sefil çocukluğuna ve yaşamın hakaretlerine karşın, ne de olsa eski bir güney soylusuydu. Kutsal Yazı’yı bilmez değildi ve eşi görülmemiş bir inançla vaaz verirdi. “Ben gördüm onu, Lazarus Morell’i kerevetin üzerinde” diye belirtiyor Baton Rouge’un, Louisiana’daki oyun salonlarından birinin işleticisi, “örnek sözlerini dinledim ve gözlerine yaşların dolduğunu gördüm.

Zina yaptığını, zenci hırsızı olduğunu, Tanrı önünde katil olduğunu biliyordum, yine de benim gözlerim de yaşlarla doldu”. Bu kutsal içdökmelerin bir başka değerli tanıklığı da Mo-rell’in kendidir: “Rasgele İncil’i açtım, karşıma St. Paul’ün son derece uygun bir ayeti çıktı ve bir saat yirmi dakika vaaz verdim. Crenshaw ve arkadaşlar da zaman kaybetmediler ve dinleyicilerin bütün atlarını götürdüler; kendime ayırdığım kızıl renkli kıpırdak biri dışında hepsini Arkansas eyaletinde sattık. Crenshaw’ın da hoşuna gidiyordu, ama onun hiçbir işine yaramayacağını kanıtlamayı becerdim.” Yöntem Bir eyalette çalınıp başkasına satılan atlar, Morell’in suçlu meslek yaşamında basit bir arasözden fazla değildir, yine de şimdi Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde güzel bir yeri olmasını sağlayan yöntemin önbelirtisidir. Yöntemin eşsizliği yalnız belirleyici “sui generis” koşullarından değil, aynı zamanda gerekli aşağılık ölçüsünden, trajik umut sömürüsünden, karabasanın korkunç evrimine benzer gelişmesinden de kaynaklanır. Al Capone ve Bugs Moran, büyük bir kentte, dev sermayeler üzerinde uysal makinalı tüfeklerle etkinlik gösterdi, girişimleri yaygın, sıradandı. Tekel için çekiştiler, o kadar. Morell’in elinde, sayıları bine varan, hepsi andiçmiş adam vardı. İki yüz tanesi Yüce Divan’ı oluşturup emirleri duyururken, öteki sekiz yüz kişi uygulamayı üstleniyordu. Tehlike astların payına düşüyordu. Başkaldırı halinde, polise teslim ediliyor veya ayaklarına sağlam bir taş bağlı, suları ağır, güçlü nehre atılıyorlardı. Genellikle melezdi bunlar. Şeytanca görevleri şöyleydi: Saygı uyandırmak amacıyla, geçici gösterişli yüzüklerle donanmış, güneyin geniş ekinliklerini katederlerdi.

Gariban bir zenciyi gözlerine kestirip, özgürlüğünü sağlamayı önerir, kaçmasını ve uzakta başka bir çiftliğe satılmayı kabullenmesini Öğütlerlerdi. Sonra satış fiyatından bir yüzde verip, yeniden kaçmasını sağlayacak, ardından da özgür bir eyalete uğurlayacaklardı sözümona. Para ve özgürlük, çil çil dolarlarla özgürlük, bundan daha iyi kışkırtma olabilir miydi? Köle îlk kaçışın tehlikesini göze alırdı. Doğal yol nehirdi. Bir sandal, bir vapurun ambarı, büyük bir kayık, yüksek bez tenteli veya bir köşesinde küçük bir kulübe bulunan gökyüzü kadar geniş bir sal, yerin önemi yoktu, önemli olan yorulmak bilmez nehrin üzerinde devinim halinde ve güvencede olduğunu duymaktı. Başka bir ekimliğe satılırdı. Yeniden saz ormanlarına ve akarsu yataklarına doğru kaçardı. O zaman, korkunç yardımseverler (köle sakınmaya başlamıştır bile) belirsiz masrafları bahane edip, son bir kez daha satılması gerektiğini açıklardı. Karşılığında her iki satışın yüzdesini ve özgürlüğünü vereceklerdi. Adam satılmaya razı olur, bir süre çalıştıktan sonra son defa polis köpeklerinin ve kırbacın tehlikesini hiçe sayardı. Kan içinde, ter içinde, umutsuzluk ve düşlerle dolu geri dönerdi. Son özgürlük Geriye olguları hukuki açıdan incelemek kalıyor: Morell’in kiralık katilleri, zenciyi satışa sunmadan önce, ilk sahibinin kaçışını ihbar edip, başına ödül koymasını beklerdi. O zaman herhangi birinin yararlanması mümkündü, böylece satışı hırsızlık değil, güveni kötüye kullanmaktı. Medeni adalet yoluyla hak aramak gereksiz bir harcamaydı, çünkü zararın bedeli asla ödenmezdi. Bütün bunlar, geçici olsa bile, rahatlatıcıydı.

Ama zenci konuşabilirdi; zenci, saf minnetinden veya aptallığından, konuşma yetisine sahipti. Eline vermeleri için hiçbir nedeni olmayan güzelim pesolan savurmak için gittiği El Cairo Illinois genelevinde birkaç kadeh çavdar a’/ıis^y’sinden sonra köpeoğlusu köle evladına giz miz vız gelir tırıs giderdi. Köleliğe karşı bir partinin kuzeyi çalkaladığı dönemdi, bir grup zırdeli mülkiyet hakkını yadsıyıp, zencilerin özgürlüğünü ya-yiyor ve onları kaçmaya kışkırtıyordu. Morell anarşistlerle karıştırılmak niyetinde değildi. O yankee değildi, güneyli bir beyazdı, beyazların oğlu ve torunuydu; bir gün işlerden elini çekip, soylu biri gibi yaşamayı, fersah fersah pamuk tarlalarına ve dizi dizi iki büklüm kölelere sahip olmayı umuyordu. Bunca deneyimden sonra, gereksiz risklere atılmayacağı açıktı. Kaçak özgürlüğünü beklerdi. O zaman Lazarus Morell’in karanlık melezleri bazen basit bir işareti aşmayan bir emir iletir ve zenciyi görmeden, duymadan, dokunmadan, günden, rezillikten, zamandan, yardımseverlikten, bağışlamadan, havadan, köpeklerden, evrenden, umuttan, terden ve kendinden kurtarırlardı. Bir kurşun, kalleşçe bir bıçak darbesi, bir tekne ve tek tanıklar Misissippi’nin kaplumbağa ve tumaba-lıklan olurdu. Yıkım Güvenilir adamların elinde iş ancak büyüyüp gelişebilirdi. 1834 başında, altmış kadar zenci Morell tarafından “bağım-sızlaştırılmıştı”; ve başkaları bu talihli öncüleri izlemeye hazırlanıyordu. Etkinlik alanı genişlemişti ve yeni üyeleri silah altına alma gereği ortaya çıkmıştı. Andiçenler arasında, Ar-kansas’tan bir delikanlı, Virgil Stewart, kısa zamanda acımasızlığıyla kendini göstermişti. Bu genç çok köle kaybetmiş bir soylunun yeğeniydi. 1934 Ağustos’unda yeminini bozup Morell ve ötekileri ihbar etti.

Morell’in New Orleans’taki evi polis tarfından kuşatıldı. Morell ya dikkatsizlikten ya çıkar hatınna, kaçmayı başardı. Uç gün geçti. Bu süre boyunca Morell Toulouse sokağında, avlusu sarmaşık ve heykellerle dolu eski bir evde saklandı. Anlaşıldığı kadarıyla, çok az yemek yedi ve düşüncelere dalıp birbiri üstüne puro tüttürerek, durmadan yorulmadan çıplak ayakla büyük loş odaları arşınladı. Evin kölesiyle biri Natchez’e, öteki Red Rivere’e iki mektup gönderdi. Dördüncü gün, üç adam eve gelip tan ağanncaya kadar onunla söyleştiler. Beşinci gün, Morell akşamüstü kalktı, ustura istedi, özenle traş oldu. Giyindi ve dışarı çıktı. Dingin bir ağırlıkla kuzey mahallelerini geçti. Kırlara varınca, Misissippi düzlüklerinde daha hızlı adımlarla ilerledi. Tasarısında sarhoş gözüpekliği vardı. Kendine boyun eğme borcu olan son birkaç adamı kullanacaktı: güneyin yardımsever zencileri. Arkadaşlarının kaçtığını görmüşlerdi, ama döndüğünü görmemişlerdi. Öyleyse, özgür olduklarını düşünüyorlardı.

Morell’in tasarısı genel bir zenci başkaldırısını, New Orleans’ın zaptedilip, işgalini öngörüyordu. Tahttan indirilmiş ve ihanetten ötürü neredeyse aman dilemeye düşmüş Morell, kıta boyutunda bir karşılık vermeyi kuruyordu, cinayeti Kurtuluş ve Tarih’e dönüştürecek bir karşılık. Durumunun en sağlam olduğu yere, Natchez’e bu amaçla yöneldi. Bu yolculukla ilgili anlatısını aynen iletiyorum: “Bir at bulmadan önce dört gün yürüdüm. Beşinci gün, suyla dirilip, biraz kestirmek için bir dere kenarında mola verdim. Bir ağaç gövdesine oturmuş katettiğim yola bakarken, güzel, siyah bir ata binmiş birinin yaklaştığını gördüm. Hemen o anda atına el koymaya karar verdim. Kalktım ve güzel yivli bir tabancayı üzerine doğrultup yere ayak basmasını buyurdum; boyun eğdi; ben sol elimle dizginleri yakaladım, adama dereyi gösterip ilerlemesi emrini verdim. İki yüz karış kadar yürüdü, sonra durdu. Soyunmasını buyurdum, “Madem beni öldürmekte kararlısınız bırakın da önce dua edeyim” dedi. Duasını dinlemeye zamanım olmadığı karşılığını verdim. Dizleri üstüne çöktü ve ensesine bir kurşun sıktım. Bir darbede kamını yardım, bağırsaklarını söküp derenin dibine salladım. Sonra ceplerini karıştırdım ve 400 dolar 37 sent ve bakmakla zaman kaybetmediğim bir sürü kağıt buldum. Çizmeleri gıcır gıcırdı ve ayağıma uyuyordu; benim haşat olmuş çizmeleri de derenin dibine gönderdim.

Natchez’e girmem için gerekli atı işte böyle elde ettim.” Kesinti Kendini asmayı düşleyen zenci başkaldırılarının önderi Morell; Morell önderlik etmeyi düşlediği zenci ordular tarafından asılmış – Misissippi Tarihi’nin bu gözkamaştırıcı fırsatlarının hiçbirini alıkoymadığını itiraf ettiğime kızıyorum. Bütün şiirsel adaletin (veya şiirsel simetrinin) tersine, cinayetlerinin nehri, kendi mezarı bile olmadı. 2 Ocak 1835’te Lazarus Morell, Silas Buckley adıyla yatırıldığı Natchez hastanesinde akciğer kanamasından öldü. Bir yatakhane arkadaşı onu tanıdı. 2 ve 4 Ocak’ta, birçok ekimliğin köleleri, çok kan dökülmeden bastırılan bir başkaldırı girişiminde bulundular. İNANILMAZ SAHTEKÂR TOM CASTRO OnA BU adı veriyorum, çünkü 1850’lerde Talcahuano Santiago ve Valparaiso sokak ve evlerinde bu adla tanınıyordu; yeniden adını üstlendiği de doğru, şimdilerde basit bir hayalet veya cumartesi eğlencesi sıfatıyla da olsa bu yöreye döndü. 1 Wapping nüfus kütüğü, adının Arthur Orton olduğunu belirtiyor ve 7 Temmuz 1834 tarihine kaydediyor. Bir kasabın oğlu olduğunu, çocukluğunun Londra kenar mahallelerinin iç karartıcı yoksulluğunu iyi tanıdığını ve denizin çağrısını duyduğunu biliyoruz. Olgunun tuhaf bir yanı yok. “Run away to sea”, denize doğru kaçmak, baba yetkesinden kopmanın geleneksel İngiliz yöntemi, bir kahramanlık törenidir. Coğrafyanın öğüdü bu, hattâ Kutsal Kitap’m da (Mezmurlar, CVII): “Gemilerle denize inenler, büyük sularda çalışanlar, işte onlar Tanrı’nm eserlerini ve dipsiz derinliklerin ortasındaki harikalarını gördüler.” (1) Bu eğretileme, okuyucuya bu alçak yaşam öykülerinin bir akşam gazetesinin haftalık cumartesi ekinde yayımlandığını anımsatma olanağını sağlıyor bana. Orton, içler acısı kurum pembesi mahallesinden kaçtı ve bir gemiyle denize indi, alışılmış düş kırıklığıyla Güneyhaçı yıldızlarını seyretti ve Valparaiso limanında firar etti. Tehlikesiz bir aptaldı.

Akılcı bir bakışla sırıtması, sonsuz uysallığı, Castro denen bir ailenin sevgisini çekti, adını da onlardan aldı. Bu Güney Amerika bölümünden iz kalmadı hayatında, ama minnetinin azalmadığını 1861’de Avustralya’da hâlâ Tom Castro adıyla ortaya çıkmasından anlıyoruz. Sydney’de Bogle ile tanıştı, zenci bir uşak. Bogle’de, pek yakışıklı olmasa da, yıllarla, kilolarla ve özsaygıyla yüklü zencilerde görülen, dingin ve anıtsal bir hava, kapı gibi bir sağlamlık vardı. Etnografya el kitaplarının onun ırkında varolduğunu kabul etmediği bir başka niteliği de vardı: deha esini. Daha ileride kanıtını göreceğiz. İyi ahlâklı, doğru dürüst, geleneklerin ve Kalvinizmin kötüye kullanımı sayesinde eskil Afrika hevesleri güzelce yontulmuş, bilgili bir adamdı. Tanrı’nın arada bir ziyaretini saymazsak (buna sonra değineceğiz) bütünüyle normaldi; kavşaklarda durdurup, onu doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden gelen ve yaşamına son verecek zalim taşıttan kuşku duymaya iten inatçı ve edepli korkusu dışında bir özelliği de yoktu. Orton, bir akşam Sydney’in yıkıntı sokaklarından birinin köşesinde onu farkettiğinde, imgesel bir ölüm raslantısına karşı durmak için cesaret topluyordu. Bir süre izledikten sonra koluna girdi ve beraberce, ikisi de şaşkınlık içinde, tehlikesiz caddeyi katettiler. Geçmişe karışan bir akşamın o anından sonra, yarma ve kendine pek az güvenen zenci, şişko Wapping’li aklı kısayı kanatlan altına aldı. 1865 eylülünde, ikisi de yeresi bir gazetede üzünç dolu bir ilân okudular.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir