Jorge Semprun – Bir Ölü Lazım

“Lazım olan ölüyü bulduk!” diye bağırıyor Kaminsky. Koşar adım geliyor, güzel havadisi duyurmak için yanıma varmayı bile beklemiyor, boru gibi bağırıyor. Aralık ayının bir pazar günü: kış güneşi. Etraftaki ağaçlar kırağı kaplı. Her yer kar içinde, hiç durmadan yağdığı belli. Sonsuzluğun maviye çalan yansımasını koruyor yine de kar. Ama rüzgar dinmişti. Sarp, hırçın, buzlar içindeki Ettersberg Tepesi üzerinde esen her za. manki sert bora, Küçük Karargah ‘ın helalarının bulunduğu barakanın kurulu olduğu arazi parçasına ulaşmıyordu artık. Güneşin altındaki kaçamak bir anda, öldürücü rüzgar yoksa eğer, insan kendini unutuyor, başka bir şey düşünülebiliyordu. Ortak helanın bulunduğu barakanın önündeki randevu yerine gelirken kendi kendime bunu düşünüyordum. İnsan, sayımın sona erdiğini, önünde, her pazar olduğu gibi, birkaç saatlik bir hayat olduğunu düşünebilirdi: SS’lere ait olmayacak değerli bir zaman dilimi! Güneşin altında gözlerini kapayıp kendine kalmış bu zamanı, haftada bir gelen bu mucizeyi neyle dolduracağını hayal edebilirdi insan. Fazla bir tercih şansı yoktu elbette, belirli sınırlar vardı kuşkusuz. Ama bu sınırlar her zaman ve her yerde vardır muhtemelen. Özellikle de çoğu ölümlü için bu böyledir.


Kısıtlı bile olsa bir tercih mümkündü yine de: istisnai, yalnız pazar öğleden sonralarına özgü, ama gerçek. Örneğin gidip uyumayı tercih edebilirdik. Zaten, kamptakilerin çoğu, pazar sayımı sona erer ermez yatakhanelere doğru koşuyordu. Kendini unutmaya, kendini yitirmeye, belki de hayal kurmaya. Ranzalardaki içi 13 ot dolu minderlerin üzerine kendilerini külçe gibi atıp fuıında uykuya gömülüp gidiyorlardı. Sayımdan sonra, pazar çorbasından sonra -içinde hep erişte oluyordu; haftanın en yoğun çorbası; daima hoş karşılanırdı!- insana dinçlik veren hiçlik ihtiyacı baskın çıkıyordu sanki. Arkadaş bulmak için de çaba harcayabilir insan. Uykusunun kaçmış olmasını, yaşamaktan yorgun düşmeyi bahane gösterebilir. Yeniden bir topluluk oluşturmak, hatta kimi zaman bir yaşam ortaklığı kurmak, hem de bunu yalnızca aynı köyde doğmuş ya da aynı gerilla birliğinde, aynı Direniş hareketinde bulunmuş değilken yapmak; hatta, ister politik olsun ister dini, böyle bir topluluk bir aşmaya,. dolayısıyla bir aşkınlığa özlem duyarken arkadaş bulmak. Kısacası, kendinden kurtulmak için çabalamak, kendi sorumluluğunu üstlenmek. El kol hareketleri yapmak , bir-iki laf etmek, havadis alıp vermek, dayanışma, karşılıklı gülümsemek> bir m.açorka izmaritini, şiirlerin akılda kalan bölümlerini paylaşmak. Şiir kırıntıları denebilirdi bunlara, çalı çırpılar, dağınık tutamlar; çünkü un ufak olmuştu bellek, incelmişti. Ezberden hatırlanan, yüreğin en derininden çıkan en uzun şiirler, Sarhoş Gemi, Denizci Mezarlığı, Yolculuk, kopuk kopuk, dağınık dörtlüklerden öteye geçemiyordu.

Yok olan geçmişin sisinden pusundan bu kırıntıların ha.la çıkabiliyor olması insanı allak bullak ediyordu. O pazar, özellikle, havadisler pek iç açıcıydı: Amerikalılar Bastogne’da direniyorlardı, bir karış toprağı bile teslim etmemişlerdi. Ama aralık güneşi aldatıcıydı. Hiçbir şeyi ısıtmıyordu. Ne elleri, ne yüzü, ne kalbi. Dondurucu soğuk bağırsaklarını söküyor, soluğunu kesiyordu insanın. Ruh üzülüyor, sızlıyordu. Bu sırada Kaminsky koşar adım gelmişti, neşe içindey� di. Daha uzaktaydı ama müjdeli haberi bağırıyordu. Evet: Lazım olan ölüyü bulmuşlardı! . Kımıldamıyor şimdi, karşımda, ayağında çizmeleriyle dimdik, kocaman, ellerini mavi LagerschU:tz� kabanının yan 1 (Alm.) Lagerschutı: Kamp görevlisi. (Y.N.

) 14 ceplerine sokmuş. Ama değişken yüzünden ve canlı gözlerinden heyecan yansıyor. “Unerhört!” diye bağırıyor. “Görülmemiş bir şey bu! Tam senin yaşında, en fazla birkaç hafta var aranızda! Hem de öğrenci!” Bana benzeyen bir ölü, başka bir deyişle. Ya da, ben ona benziyorum. Kaminsky’yle konuşmamız, her zaman olduğu gibi iki dili karıştırarak sürüyor. İspanya’da çarpıştı o, ‘I\ıgaylar’da, akıcı bir İspanyolca konuşuyor. Almanca konuşmalarımızın içine İspanyolca kelimeleri, hatta kimi zaman deyimleri olduğu gibi katmaktan hoşlanıyor. “Unerhört!” diye haykırdı Kaminsk:y. “Inaudito!” Cuk oturmuş bu ölümün gerçekten beklenmedik bir şey olduğunu vurgulamak için ekliyor: “Parisli, senin gibi.” Ben gerçekten Parisli miyim? Bu soruyu sormanın sırası değil: Kaminsky beni azarlayıp cehenneme yollayabilir. Hatta belki Rusça olarak paylayabilir. Buchenwald’de konuşulan karman çorman dillerin içinde -İngilizce dışlanmıştı ama olsun, Shakespeare ve Wılliam Blake yine de işe yarıyordu- Rusça, birini cehenneme yollamakta kullanılabilecek ifadeler bakımından en zengin dil gibi geliyor bana. Gülüyor Kaminsky, kaba saba bir neşesi var. “Sen var ya, şanslısın!” Bana.

yıllardır söylerler bu lafı. Sık sık yapılır bu saptama. Öfke de dahil, her biçimiyle işitmişimdir bu lafı. Hatta kuşkulu, güvensizlik ifade edercesine. Şansım olduğu için kendimi suçlu hissetmeliyim, özellikle hayatta kaldığım için suçlamalıyım kendimi. Ama bende bu duygu yok; edebi olarak pek verimli olsa da yok. Başkalarının karşısına çıkmaya hak kazanmış, güvenilir bir tanık olmak için, uhayatta kalan, kurtulan” adına layık biri olabilmek için, sorunla ilgili kolokyumlara davet edilebilmek için, belli ki utanç duyulması gerekiyor, insan en azından vicdanen suçlu hissetmeli kendini, hfila şaşıyorum bu duruma. Uzmanlara göre en iyi tanık, tek gerçek tanık, gerçekten 15 de, hayatta kalamamış olan, deneyimin sonuna kadar gitmiş ve ölmüş olan kişi. Ama, henüz ne tarihçiler ne de sosyologlar bu çelişkiyi çözebildi: Gerçek tanıkları, yani ölüleri kolokyumlarına nasıl davet edecekler? Onları nasıl konuşturacaklar? Neyse, sonuçta, geçen zamanın kendiliğinden çözüme bağlayacağı bir sorun bu: Belleği can sıkıcı şeylerle tıkabasa dolu> rahatsız edici tanıklar bir süre sonra hiç kalmayacak. Her koşulda, şansımın olduğunu yadsıyacak değilim. Ama şanslı olduğumun kanıtlarını hemen verecek de değilim. Bunu yaparsam esas konudan, lazım olan ölüyü nasıl bulduklarını anlatmaktan ve bir ölünün lazım olmasının bugün niçin bu kadar önemli olduğunu anlatmaktan uzaklaşmış oluruz. “Birazdan,” diye eklemişti Kaminsky, “Revier’e1 geldiğinde tanışacaksın!” Bu nkri uzaklaştırıyorum. “Ölüleri tanırım, bilir�in! Hep görüyorum, her yerde . Onu da, yani benimkini, hayal edebilirim.

” Yırmi yaşında, benim gibi. Parisli öğrenci: Evet, hayal edebilirim. Kaminsky omuzlarını silkiyor. Hiçbir şey anla�adığım belli. Bu ölü, benimki (çünkü ben, birazdan, muhtemelen onun adını alacağım), o canlı. En azından, henüz canlı. Daha birkaç saat yaşayacak; belli. Onunla tanışacağım; bu kesin. Nasıl yapacağımızı açıklıyor bana. Her şey önceki gün başladı. Cumartesi sabahı yani. Tam saati söylemek güç. Aniden, uykumun derinliklerinde boğuk boğuk, ısrarlı vuruşlar işittim. Bu gürültünün etrafında pıhtılaşmış, yapış yapış bir düş görüyordum: Uykumun derinliklerinde bir yerlerde, sol tarafta bir yerde, bir tabutun çivileri çakılıyordu, uzakta, uykumun gölgeli toprağında. Bunun bir düş olduğunu biliyordum, bu düşte hangi tabutun çivilendiğini biliyordum.

Özellikle de uyanacağımı, 1 Revier: Almanca “revir” anlamına gelen bu kelime, toplama kamplarında tutukluların çalışamaz duruma geldiklerinde SS subayları tarafından enjeksiyon yoluyla öldürüldükleri barakalara verilen addır. (Y.N.) 16 şiddetlenen vuruşların (bir çekiçle mi vuruluyordu tabuta?) çok geçmeden beni uyandıracağını biliyordum. İşte: Kaminsky yanımdaydı, yatakhanedeki ranzaların arasındaki dar koridorda. Yumruğuyla kulağımın dibindeki yatağın kenarına vuruyordu. Onun arkasında, Nieto’nun kaygılı bakışlarını görüyordum. Aniden, hazırlıksız uyandığım halde, uykum sert bir şekilde kesintiye uğradığı halde, alışılmadık, tuhaf bir şeylerin olduğunu kolaylıkla anlamıştım. Kaminsky yalnızca arkadaşım değil, yasadışı asker! örgütlenmenin sorumlularından biriydi de. Nieto’ya gelince; o da, önde gelen üç yöneticiden biriydi. Aslında, İspanyol Komünist örgütünün troi’ka’sında1 bir numaraydı. Kaminsky ve Nieto birlikte, benim yanımdaysa, önemsiz bir şey olamazdı bu. Doğruldum, bütün duyularım derhal uyanmıştı. “Giyin!” dedi Kaminsky. “Seninle konuşmamız gerek!” Biraz sonra, benimle konuşuyorlardı.

40 numaralı bloğup birinci katındaki tuvaletlerdeydik. Ana depodaki buz gibi suyu yüzüme serpmiştim. Uykunun pamuk yığınına benzer sisleri tutam tutam dağılıyordu. Tuvaletlerde kimse yoktu, sabahın bu saatinde kamptaki herkes işinin başındaydı. Önceki gün, ben Arbeitsstatistik’teki2 gece ekibinde yer almıştım. Benim çalıştığım merkezi kayıt bölümünde pek iş yoktu. Bu nedenle bizim kapo3 Willi Seifert. Nachtschicht4 denen gece ekibini kurmuştu, böylece sırayla dinlenebiliyorduk. Çeşitli hizmet birimlerinin belirttiği k�pçı işgücünün hareketlerini kısa sürede kaydetmiştim. Sonrasında da, konuşmayı kabul eden -bunların sayıları çok olmuyordu- kıdemli Almanlarla sakin sakin gevezelik edebilmiştim. Aslında tek konuşabildiğim Walter’di. Gecenin geri kalanında kitap okumuştum. Gece vardi1 ‘n’oi:ka: Rusça “üç” elemandan oluşan bir bütün anlamına gelir. (Y.N.

) ı Wrn.) Arbeitsstatistik: Çalışma istatistiği. Kamplardaki tutuklulann çatışma progra. mımn belirlenmesi çalışması. Ci.N.) ‘Kapo: Nazi kamplarında, yönetime yardımcı olmak üzere öteki tutsaklara “şer• olarak atanan yetkili tutsak. (Y.N.) 4 (Alm.) Nachtschicht: Gece vardiyası. (Y.N.) Bir Ölü Lazım 17/2 yasında çalıştığım bu hafta için kütüphaneden ödünç aldığım Faulkner’ın romanını bitirmiştim. Sabahın altısına doğru, sayımdan ve çalışma kommando’larınm 1 yola çıkışından sonra 40 numaralı bloğa girmiştim.

Madridli dostum, ot döşekte yan yana yattığımız Sebastian Manglano, Gustloff fabrikalarındaki montaj zincirinde çalışıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir