Jorge Semprun – Hoşçakal Güzel Aydınlık

Sanırım durumunu görmek için çantamdaki çamaşırlardan birini kaldırıp ışığa tutuyordu. Batmakta olan güneşin ışıklan soldan, Henri IV Lisesi’nde yatılıların çamaşırhanesinin bulunduğu büyük kemerli odayı aydınlatan yüksek pencerelerden içeri süzülüyordu. İki rahibe çamaşırlarımın dökümünü yapıyordu: gömlekler, çoraplar, donlar. Rahibelerden yaşlı olanının günbatımı ışığında görmek için kaldırdığı da bir dondu. Şiddetli ve acı bir duygu kapladı içimi. Öfkeyle karışık bir utanç duygusu. Her yatılı için zorunlu olan çamaşır denetimini yürüten çamaşırhanenin en yaşlı rahibesi, donu bizi ayıran tezgâhın üstüne koydu. Daha genç olan öteki rahibenin cilalı, parlak uzun ahşap düzey üstünde açılmış olan çantamdan başka bir çamaşır almasını bekledi. Birden ondan ölesiye nefret ettim. Saygıdeğer yaşma karşın kırışıksız, sakin bir yüzü vardı. İnçe metal çerçeveli gözlüklerin ardında parlak bir bakış. Özenli, ölçülü hareketler. Her şeyiyle dinginliğini, iyiliğini, yetkinliğini belli ediyordu. Henri IV Lisesi’nde yatılıların çamaşırlarını denetlemekle görevliydi. Bu görevini de güler yüzlü bir otoriteyle yerine getiriyordu.


Dodan nefret etmekten kendimi alamadım. Genç rahibe ona çantamdan yeni bir çamaşır uzattı. Bu kez bir tulum. Beyaz pamuklu çamaşırı açarak durumunu görmek, belki de kabul edilemez bir yıpranma bulmak için aynı hareketleri yaptı. Sıradan bir hareketti ama içimi derin bir hüzün, terk edilmi;lik ve onulmaz bir umutsuzluk duygusu kapladı. On be§ yaşındaydım ve İspanya savaşı yitirilmişti. Nuestra guerra’. iç savaştan söz ederken, hep bu kişi adılını kullanarak, bizim savaş derdik. Kuşkusuz bu savaşı tarih boyunca olmuş tüm savaşlardan ayırmak için. Zaten nasıl diğer savaşlarla karşılaştırabilirdik? Bu düşünülemezdi bile. Yirmi beş yıl sonra, çocukluğumun geçtiği kente döndüğümde Madrid’de bir restoranda, El Calléjon’da, ciddi ve sakallı Ernest Hemingway, kullanmayı sürdürdüğümüz bu deyime çok şaşırıyordu. Tipik bir güveçin tadını çıkarıyorduk. Biri iç savaştaki bir olayı anlattı, bu da anılarımızı tazeledi. — Shit, dedi Hemingway, kızıl, beyaz hepiniz aynı deyimi kullanıyorsunuz: bizim savaş. Sanki paylaştığınız tek -en azından en değerli- şey… Neredeyse günlük ekmeğiniz… Ölüm, işte sizi bir araya getiren bu, iç savaşın eski ölümü… Belki de İspanyollar’ın paylaşmayı sevdiği tek şey ölüm değildir, diye düşünmüştüm.

Belki gençlikleri de: geçmişteki o gençlik ateşi. Ama kuşkusuz Ölüm gençlik ateşinin yalnızca bir yüzü, diye düşünmüştüm. Madrid’de, yirmi beş yıl sonra, ciddi ve sakallı Ernest Hemingway’in çevresinde. Ama Henri IV Lisesi’nde, yatılıların çamaşırhanesinde on beş yaşındaydım. İspanya savaşı yitirilmişti. Bir gün önce, 23 Şubat 1939’da ağabeyim Gonzalo’yla birlikte Paris’e gelmiştim. La Haye’den geliyorduk; Jean-Marie Soutou, Henri IV Lisesi’ne yatılı kaydımızı yaptırmak için bize eşlik ediyordu. Emmanuel Mounier’nin yolladığı Soutou, 1936’da, yaz tatilini geçirdiğimiz Bask balıkçı köyünde, bizimle ilgili haber almak ve babamın İspanya muhabirliğini yaptığı dergi Esprit’nin yardımım sunmak için ortaya çıkmıştı. Ağustos ayıydı, fesatçı ayaklanmanın liderlerinden biri olan General Mola’nm birliklerinin Irün kentini ele geçirip Kuzey Ispanya’nın me§ruiyetçi bölgesinin Fransa’yla ilişkisini kesmesinden birkaç gün önce. Eylül sonunda, Bilbao’dan, faşist birliklerin ilerlemesinden kaçarak başka sığınmacılarla birlikte, bütün gece ışıklan sönük seyreden bir balıkçı gemisiyle Bayonne’a gelmiştik ve bizi Lestelle-B6tharram’da karşılayan Soutou ailesi olmuştu. Birkaç hafta sonra, İspanya Cumhuriyeti’nin temsilcisi olarak Hollanda’ya atanan babam, Jean-Marie Soutou’yu sekreterliğini yapması için yanınaçağırdı. Bir önceki gün Belçika’yı geçerken üniformalı polisler pasaportlanmızı kontrol etmişlerdi. Çok yüksek ve yaldızlarla süslü abanüı keplerini gülünç bulmuştum. General şapkalanna benziyorlardı! Onlar da Gonzalo’yla benim sahip olduğum diplomatik pasaportlan kuşkuyla karşılamışlardı. Surattan asık, tiksinir gibi pasaportlan evirip çeviriyorlardı.

Batı demokrasileri, birbiri ardına Burgos hükümetini tanımakta yarışıyordu neredeyse: Francisco Franco çevresindeki bir avuç hain general. İspanya Cumhuriyeti anık can çekişmekte olan hayali bir devletti. Belçikalı polisler pasaportlanmıza bakıyor, baş başa verip gülünç keplerim birbirine yaklaştırarak aralarında fısıldaşıyorlardı. İnsan nasıl bir İspanyol cumhuriyetçi olabilirdi? Belçika Krallığı topraklarından geçmeye bile hakkımız var mıydı? Geçici de olsa, kuşkulu varlığımızla bu tertemiz topraklara kir bulaştırmıyor muyduk? Sonunda Belçikalı polisler bizi trenden indirme niyetlerinden vazgeçtiler. Soutou’nun soğukkanlılıkla dile getirdiği kanıtlara boyun eğdiler. Paris’e doğru yolculuğumuzu sürdürmemize izin verdiler. Rahibelerin en yaşlısı, şiş ve kırılgan elleriyle şimdi de beyaz pamuklu tulumu kaldınyordu. O an ondan nefret etmiştim. Bunun saçma olduğundan kuşku duyuyordum. Her ne olursa olsun bu nefret ölçüsüzdü. Daha sonra ağabeyim Gonzalo’yla konuştuğumda buna güleceğimi de -kuşkusuz acı dolu, zoraki bir gülüş olacaktı ama yine de gülecektimbiliyordum. Gonzalo da benim gösterdiğim tepkiyi mi göstermişti? O anda umutsuz bir nefret kaplıyor, içimi kavuruyor, gözümü karartıyordu. İç çamaşırlarımın böylesine sergilendiğini görerek kendimi çıplak hissediyordum. Sanki bedenim kurcalanıyor, özel yaşamıma zorla giriliyordu. Ayrıca dayanaksız da olsa kesin bir mutlak son inana vardı.

Ya da mutlak bir başlangıç. Çocukluğun, yeniyetm eliğin sonuydu: aile konutları, eğlence ve oyunları, anadilinin gelenek ve görenekleri sona ermişti. Yatılı çantamdaki çamaşırların dökümü sırasında başlığının gölgesinde güler yüzlü ve yaşlı rahibenin alışıldık hareketi beni sanki sürgünün uçsuz bucaksız ve hüzünlü toprağına fırlatıyordu. Ve erkeklik çağının. Henri IV Lisesi’ndeki bu küçük yatılı çantasından başka hiçbir şeyim yoktu, her şeyim elimden alınmıştı. Beni irkilten anlamsız bir gurur kafamın karışıklığını dengeledi. Gerçekten de hiçbir şeyim yoktu. Kendimden ve anılarımdan başka. Öyleyse, gösterecektim onlara. Benimle işim daha bitmemişti. Onlar? Kimlerdi onlar? Kimdi? Henri IV’ün çamaşırhanesinden sorumlu rahibenin duadan ve iyilikseverlikten yıpranmış yüzünün ardında Belçikalı polislerin berbat, iddialı kepleri gözümde canlandı. Ve İspanyol kızıllarım cehenneme mahkûm eden Hollandalı rahibin soğuk ve mavi gözleri. La Haye’de Parkstraat’ta bir Katolik kilisesi vardı. İspanya Elçiliği’nin bulunduğu Plein 1813 Meydanı’yla Ma- uritshuis Müzesi arasında. Bu müzede Vermeer ve Carel Fabritius bulunuyordu: Delft Görünümü ve Sakakuşu.

Ama artık pazar günleri kiliseye gitmiyordum. Başka bir gün de gitmiyordum. Çoğunlukla Mauritshuis’e gidiyordum, artık Parkstraat’taki kiliseye hiç gitmiyordum. La Haye’e geldikten bir yıl sonra -demek ki 1938’in ilk günleri- Tanrı’dan soğumuştum. Bu soğukluk, sevgisizlikte dramatik bir şey yoktu. Ne de bir gençlik küstahlığı. Bana soğuk davrananın Tanrı olduğunu kabullenmeye hazırdım. Kopuşun ayrıcalığına, önceliğine önem vermiyordum. Ansıdın bir gün beni görmeye son verecekti. Elinden düşecektim. Dejado de la mano de Dios (Tann’nın elinden düşmüş). Bu İspanyolca deyim çok uygundu: Tann’nm yüzüstü bırakması. Önceliği o da alsa ben de alsam, bu terk edilmişliği kaygı ya da karışıldık içinde yaşamamıştım. Çok kolay oldu: bir gün çocukluğumdaki inancı yitirmiştim. Bu gerçek bir inanç mıydı? Daha çok bir ritüel, bir alışkanlık değil miydi: sonunda kültüre ve ibadete ilişkin bir mırıltı? Bu inanç ya da onun yerini tutan hareketler bende hiçbir zaman coşku uyandırmamıştı.

Kaygı ya da terk edilmişlik duygusu da uyandırmamıştı. Sonuçta artık pazar günleri ayine gitmiyordum. Bununla birlikte babamla aramda çıkabilecek tartışmaları, yapabileceği uyarılan, dehşete kapılmasını -ya da en azından şaşırmasını- önlemek için yalan söylemiştim. Gerçekten de kimseyi kırmayacak bir yalanla aynı sonuç alınabilecekse kinci bir gerçeği dile getirmenin ne gereği var? Bu yalan kendine bile kinci gelmiyorsa? Böylece pazar günleri ayine giden aile topluluğundan kaçmak için yalnız kalma ve içe kapanma gereksinimini bahane etmiştim. Yalnız bırakılacağımdan emin, sabah erken kendi başıma dua etmeyi yeğlediğimi söylemiştim. Böylece pazar sabahlan saat sekiz olmadan bisikletimle uzun bir gezintiye çıkıyordum. Kimi zaman, yağmur y a ğ m ıy o rs a v e h a v a açıksa Scheveningen Ormanı içindeki bisiklet yollanndan birinden geçip Kuzey Denizi’ni seyretmeye gidiyordum. Katolik ayininin bana verebileceği heyecandan çok daha güçlü bir heyecan duyarak, çok daha diri bir biçimde dönüyordum. Ancak bir cumartesi günü babam ertesi gün benim de kiliseye gelmemi istedi -aslında bu bir istek değil bir emirdi-. Çeşitli hahanelerle ve kimi zaman da hiçbir bahane olmadan, bir süredir büyük oğullarından birini —farklı yaş gruplarından yedi karde§ olduğumuzu söylememiştim- başa başa konuşmak üzere uzun bir gezintiye çıkarmaya çabalıyordu. Böylece birkaç yıl önce Madrid’de edindiği ve üç büyük oğluyla -Gonzalo, Alvaro ve ben- kentin sınırlarına dek, Moncloa’mn ve Batı Parkı’nın ötesinde uzun yürüyüşler yapma alışkanlığını sürdürmek istiyordu. Issız kalmış, western filmlerinin ya da Zane Grey’in romanlarının esinlediği at koşturmaya çok elverişli olan ve üniversite kampusunun yapılmaya başlandığı arazilerde. La Haye’de pazar ayini babam için bu konuşmalardan birini yapabilmek için bulunmaz bir fırsattı. Bu konuşmalardan biri genellikle yazma, özellikle de benim yazarlık hevesim üstüne olmuştu. Geleneği sürdürüp babam gibi yazar olacağım belli olmuştu.

Akıl çağına ulaştığımda -çocuk kalbinin ve duyularının dünyaya ve kişiliğe ilişkin coşkuların hayranlık ve kaygı dolu bir biçimde keşfedilmesiyle yanıp tutuştuğu çağ- bu ailede bilinen bir şeydi: bu çağda bu uyanışın sözcükleri keşfediliyordu. Dahası bu uyanış dilin ta kendisiydi. Aileden gelen bu yazarlık hevesi karşısında bana tanınan tek seçeneği kimi zaman annem şefkat dolu bir alaycılıkla dile getiriyordu: “Yazar ya da Cumhurbaşkanı!” diye ortaya konuşuyordu. Santander’de, öbek öbek ortancaların açtığı yazlık villanın bahçesinde. Bu heveslerimden ya da yazgılarımdan biri tarihin akışı tarafından engellendiğinden, başınızdan geçen olaylardan sonra yazar olmam gerekti. Zaten birkaç aydır, La Haye’de kalemimden şiirler dökülüyordu. Kimilerini çevremdekilere okuttuğum bir deftere özenle yazmıştım. Babama, ağabeylerime^ Aynea gençlik be­ ğenilerimin oluşmasında farklı ancak kesin etkisi olan elçilikte çalışan iki kişiye. Jean-Marie Soutou bu kişilerden biriydi: ondan söz ettim, daha da edeceğim. Öteki elçilikte ataşe olan İspanyol Jesus Ussia’ydı. Benden on-on beş yaş büyük olan Ussfa -Soutou da o kadardı- çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu bir bacağını sürüyordu. Kimi zaman ağrıları arttığında, yürümek için baston kullanmak zorunda kalıyordu. Bu sakatlığı, istediği halde İspanyol halk ordusuna katılmasını engellemişti. Cumhuriyet davasına diplomatik alanda hizmet ediyordu. Ussia çok yakışıklı Ve kibar biriydi, çok parlak bir yazın kültürü ve üstün bir zekâsı vardı.

La Haye’de başlayan ancak sürgünden ötürü kesintiye uğrayan -1939’dan 1945’e dek Meksika’da yaşadı- ve düşünsel ortaklıkla beslenen dostluğumuz Ölümüne, 70’li yıllara dek hep sürdü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir