Jorge Semprun – Ne Guzel Bir Pazar

Bundan sonra hiçbir şey olmayabilir, hiç kimse gelmeyebilirdi. Yol hiçbir yere çıkmayabilirdi. Kışın buzdan, berrak yalnızlığı uzayıp gidebilirdi. Daha sonra, belirsiz ama tahmini bir gelecekte kar erimeye başlardı. Ormanın her yanı derelerle, su akıntılarıyla dolardı. Hem ağaçlar hem toprak özsularıyla, tohumlarla donanırdı. Bir gün her taraf yeşerecekti. Yemyeşil, bolluk içinde. Bütün bunları özetlemek için bir tek sözcük yetiyordu: Bahar. Sonra solunda, o karlı sonsuzluğun içinde bir ağaç gördü. Bayırın, yüksek lambalar dizisinin, anıtsal sütunlar topluluğunun ötesinde bir ağaç. Bir kayın galiba! Ya da ona öyle geldi. Tıpkı bir kayına benziyordu. Karmakarışık kayınlar yığınından kopmuş, bomboş bir alanın ortasında muhteşem bir yalnızlık içinde. Ormanı görmeyi engelleyen kayındır belki, kimbilir? Muhteşem kayın! Üç adım yanında duruyor ve çok komik görünüyordu.


Ancak bunun kendi hayal gücünün ürünü olmasından, ağacı düşünde yaratmış olduğundan kuşkulandı. Hayır, değil herhalde: Edebi bir serap. Gülümsedi, yana doğru birkaç adım daha attı. Herhangi bir amacı olmadan, rasgele bir yürüyüşle yolun karşı tarafına geçecek gibiydi. Başka hiçbir ağaç anımsamıyordu. Merakı, geçmişe duyulan bir özlem değildi. Bir kan akışıyla uyanıveren bir çocukluk anısı bile yoktu. Yakalanması olanaksız bir şeyi, geçmişte kalmış bir anı bulmaya çalışmıyordu. Merakını besleyen eski bir mutluluk yoktu. Yalnızca, tahmin edilen adı bile hiç önemli olmayan bir ağacın güzelliği. Bir kayın herhalde ya da belki bir meşe, bir incir, bir salkımsöğüt, bir akçaağaç, bir dişbudak, bir sedir, bir demirhindi… Fakat kar ve demirhindi bir arada, pek mantıklı değil. Saçmalıyordu. Neşesi aklını başından almıştı. Altı üstü bir ağaç, şimdi-. ki zamanın şeffaf hareketsizliği içinde hemen göz alan çarpıcılı-ğıyla bir ağaç.

Bayın geçti, yumuşak, bembeyaz karın üstünde yürüdü. Ağaç oradaydı, uzanıp dokunabileceği uzaklıkta. Gerçekti, dokunulabilirdi. Elini uzattı, rüzgârın kayın gövdesi üzerinde biriktirdiği buzlanmış karı kazıyarak ağacın kabuğuna dokundu. Sonra daha iyi görebilmek için geri çekilip biraz uzaklaştı. Gözlerinin altında küçük bir manzaranın tamamı vardı. Nefesini üfleyerek parmaklarını ısıttı, ellerini mavi kabanın cebine iyice soktu. Yukarı doğru baktı. Aralık göğü, neredeyse renksiz bir cam gibi solgundu. Đnsan güneşi hayal edebilirdi. Zaman geçecekti. Kayın ağacı, karlı mantosundan soyunacaktı. Sağır bir titremeyle ağacın dalları gözenekli, kırılgan demetler halinde toprağa dökülecekti. Zaman da üstüne düşeni yapacaktı, güneş de. Yapmaya da başlamışlardı zaten.

Zaman, parlak ihtişamını kışın içine yaymaktaydı. Ama huzurlu mevsimin buzdan kalbinde yeşil bir tomurcuk, belli belirsiz özsulany-la beslenmekteydi. Orada hareketsiz durmuş, tepeden tırnağa dikkat kesilmiş, tomurcuğun kışı, çiçeğin tomurcuğu, meyvenin çiçeği nasıl inkâr ettiğini düşünüyordu. Bu temel diyalektiği fark edince kahkahalarla gülmeye başladı; çünkü bu henüz elle tutulamayacak kadar küçük, narin tomurcuk; zamanın karlı karnında açan bu yeşil, nemli bitki, kışı yalnız olumsuz kılmakla kalmıyor, onun bitişini de gösteriyordu. Yaşlı Hegel haklıymış. Parlak kar, parlak yeşille biter. Karla kaplı kayına baktı. Yeşil gerçekliğini şimdiden görebiliyordu. Aralıktan sonra, daha beklenecek kaç ay var? Belki de kendisi o zamana kadar ölmüş olacaktı. Tomurcuk patlayacak, kışın derin gerçekliğine son verecekti. O ise ölmüş olacaktı. Hayır yalnız ölmüş bile değil, tamamen yitmiş olacaktı. O yok olacak, toz ve dumana karışacak, tomurcuk ise özsuyuyla dolu bir top gibi patlayacaktı. Hayal etmek büyüleyiciydi. Güneşe, ağaca, manzaraya, kendi yokluğunun olası ve uzak fikrine güldü.

Ne olursa olsun her şey sona erecekti. Kışın sonu da bolluk olacaktı. Soğuktan kaskatı olmuş deri botlarının içinde ayak parmaklarını oynattı. Mavi kabanının cepleri içinde sıktığı ellerini oynattı. Ne de olsa henüz Talmud’u okumamıştı. Talmud, “Güzel bir ağaç görürsen durma, yoluna devam et,” der. O ise durmuş, güzel ağaca kadar yürümüştü. Dünyanın gelip geçici güzelliklerini inkâr ederek kendi varlığını onaylamaya hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştı. Talmud’u okumamıştı, bu muhteşem bir kayındı ve o kendini mutlu hissediyordu. O sırada bir metal şıkırtısı dikkatini çekti. Başını çevirdi. Yaklaştığını hiç duymamıştı ama şimdi karşısında bir astsubay vardı. Astsubay tabancasını kırmızı deri kutusundan çıkardı. Namluya bir mermi sürdü. Bu metalik ses berrak berrak yankılandı.

Kendisine doğrultulmuş olan tabancaya baktı. Astsubayın bakışında bir şaşkınlık, hatta biraz endişe vardı. Sesinde hayretle karışık bir öfke seziliyordu. ” Was machst Du bier?” diye sordu. Sesi şaşkınlıktan ya da kızgınlıktan titriyordu. Bu da anlaşılabilir bir şeydi. Orada, kullanılan yolun dışında, bir ağacın yanı başında, yüzünde memnun bir ifadeyle aptal aptal gülen biri dayanılır gibi değildi. Bir saniye düşündü. Ne söylediğine dikkat etmeliydi. “Das Baum,” dedi sonunda, “so ein rvunderschönes Banm!” Yapılabilecek tek açıklama buydu. Bu beklenmedik yerde bulunuşunun gerçek nedenini, kısaca ve özlü biçimde, üstelik Almanca olarak ifade edebilmiş olmak hoşuna gitti. Ağaç gerçekten de mucizevi güzellikteydi. Yine de aynı açıklamayı Fransızca yapsa, resmi ve yapmacık duracaktı. Bu ağaç mucizevi güzellikte, diyecekti. Astsubay başını çevirdi ve ilk defa olarak ağaca baktı.

O ana dek kayın ağacını fark etmemişti. Zaten görseydi bile yoluna devam ederdi. Üstelik Talmud’u okumuş olması da çok küçük bir olasılıktı. Tabancanın namlusu, karlı toprağa doğru düşey bir hareket yaptı. Bir saniyeliğine kendini, astsubayın ağacı kendi gördüğü gözle gördüğünü hayal ederken yakaladı. Belki de astsubayın gözleri, gördüğü güzellik karşısında kamaşmış, zayıflamıştı. Ağacın bütün o beyazlığı, kütlesinin kalınlığıyla mavimsileşme-si, dantel gibi kenarlarındaki renkleri, belki de onun bakışlarındaki karanlığı eritmişti. Yere sarkıttığı kolunun ucunda duran tabancayla, bütün dikkatini vermiş ağaca bakıyordu. Belirsiz, bulanık bir olasılık beliriyor gibiydi. Đkisi orada öylece yan yana durup, bu karlı güzellik hakkında konuşabilirlerdi. Astsubayın yakasının iki ucunu süsleyen siyah dörtgenin üstüne gümüşle işlenmiş çift S harfinin parıltısını görebiliyordu, ama nedense bu ona bir engel değilmiş gibi geldi. SS astsubayı, az önce kendisinin yaptığı gibi birkaç adım uzaklaştı. Astsubay, kayına ve manzaraya mavileşmiş bir gözle bakıyordu. Her şey çok masum görünüyordu, en azından belirsiz bir olasılıktı bu. Astsubay başını sallayarak ona doğru dönebilirdi.

Tatsach-lich, ja, Mensch, ein wunderschb’nes Baum, diyebilirdi. Her ikisi de başlarını sallayarak ağaca bakarlardı. Fırsattan istifade, bir SS astsubayına, ülkesinin bir filozofunun çarpıcı görüşlerinin karmaşıklığını duyarlılıkla açıklayabilirdi. Ağacın önünde hareketsiz duruyorlardı. Biraz güneş görünüyordu, gökyüzü solgundu, kar bütün gürültüleri boğuyordu ve uzakta bir duman yükselmekteydi. Aralık ayında bir pazar günü, saat sabahın onuydu. Herhalde bu böyle sürüp gidebilirdi. Ama biraz sonra bitti. SS astsubayı ona doğru üç adım attı. Tabanca yeniden göğsüne doğrulmuştu. Astsubayın yüzü öfkeden ya da nefretten kıpkırmızıydı. Biraz sonra bağırmaya başlayacaktı. Ama o, birden çizmelerinin topuklarını birbirine vurarak esas duruşa geçti. Karın kayganlığı yüzünden bu pek kolay olmamıştı. Yine de yapmayı becerdi.

Topuk sesi kusursuzdu. Ani bir hareketle beresini çıkardı. Başı ileride, dümdüz durarak, gözleri solgun gökyüzünün kör boşluğunda, bağırmaya başladı. Haykırmaya hazırlanan SS astsubayından önce davranıp, onun ağzını açık bırakmıştı. Kurallarda yazılı olduklarından daha da uygun biçimde sıra numarasını, kendisine verilen görevi ve kamp sınırlan dışında bulunmasının nedenlerini sıraladı. “Haftling, vier-und-vierzig-tausend-neun-hundert-vierr diye bağırdı. uVon der Arbeitsstatistikl Zur Mibau kommandiert!” Uzaktaki sakin duman, krematoryumdan yükseliyordu. SS astsubayının ismi Kurt Kraus’tu. Hakkında tek söyleyebileceğimiz bu. Üzeri Hitler kartallanyla süslenmiş sütunların çevrelediği yolun açığında, tek başına bir kayın ağacını hayranlıkla seyrederken Kurt Kraus tarafından yakalanan Numara 44904, kimliğini açıkladı: Numara 44904. Bu sayı, beyaz kumaştan bir dikdörtgenin üstüne siyah renkte basılarak, mavi kabanının sol tarafına, tam kalbinin üstüne dikilmişti. Aynı sayı ikinci bir dikdörtgenin üstüne de basılarak, bu kez de sağ bacağının sağ kenarına, baldırının üstüne dikilmişti. Her bir dikdörtgenin üstünde kırmızı kumaştan birer ikizkenar üçgen vardı. Bu kırmızı üçgenlerin üzerine silinmez mürekkeple S harfi yazılmışa. Bilmeyen biri kolaylıkla yanılabilir, bunun tamamen bir rastlantı olduğuna inanmayabilirdi.

Sanki astsubayın yakasındaki siyah fon üzerine gümüşle işlenmiş ve aynı zamanda süslü -çift parılulı, çift parlak yanklı- çift S ile, Numara 44904’ün giysilerindeki kırmızı fon üstüne siyah, tek S arasında hiyerarşik bir ilişki varmış sanılabilirdi. Tekle çift arasındaki gibi. Ama hiç de öyle değildi. Elbette ki bir hiyerarşi vardı. SS astsubayı Kurt Kraus ile Numara 44904 arasında ölüm hakkı kadar bir mesafe vardı. Ancak mesafe ve hiyerarşiyi tekten çifte, S’ten SS’e geçiş simgelemiyordu. Tek S’in yerine başka bir harf de olabilirdi. F, R, T: Franzose, Russe, Tscheche örneğin. Đkizkenar üçgenin üzerine yazılan harf, numarayı taşıyanın milliyetini gösteriyordu yalnızca. Bu durumda S’in anlamı Spanier, yani Đspanyol. Ayrıca numara sahibiyle SS astsubayı Kurt Kraus arasındaki hiyerarşik mesafe, sözü geçen numara sahibinin milliyetiyle belirlenmi-yordu. Ölüm hakkı, milliyeti ne olursa olsun numara taşıyan herkese uygulanabilirdi. Hatta sözü geçen numara sahibinin var oluşu, üzerinde taşıdığı simgeleyici harf hangisi olursa olsun, yönetimin çıkarlarına bağlıydı. Saat sabahın onuydu. Pazar günüydü.

Aralık ayının sonuydu. Her yer karla kaplıydı. Ettersberg tepesi üstünde bulunan ve adını Buchenwald denen yere veren kayın ormanı, Weimar’a birkaç kilometre uzaklıktaydı. Weimar kentinin birkaç yıl öncesine dek hiç de kötü bir şöhreti yoktu. Genel olarak saygın kabul edilen tarihsel kaynaklara inanacak olursak 9. yüzyılda kurulmuştu ve 1140 yılına dek Or-lamünde kontlarına aitti. Kent, 1345’te Thuringe prenslerinin toprağı haline gelmiş, bir sonraki yüzyılda, tam olarak 1485’te de Saksonyalı Wettin hanedanının en büyük koluna bırakılmıştı. 1572’den sonra Weimar, bu dukalığın sürekli ikametgâhı olmuştu. Charles-Auguste ve selefleri zamanında kent, özgür bir sanat ve edebiyat merkezine dönüşmüştü. Şehrin bu son özelliği, Ettersberg toplama kampına ait belgelerin bir dökümünde özellikle altı çizilerek, biraz da üstü örtülü bir hamasetle belirtilmiştir: “Şimdiye dek Weimar bütün dünyada, Yaşlı Lucas Cranach, Johann Sebastian Bach, Christoph Martin Wieland, Gottfried Herder, Friedrich von Schiller, Johann Wolfgang von Goethe ve Franz Liszt’in yaşadığı ve ölümsüz eserlerini yarattığı şehir olarak tanınıyordu. Goethe bu tepede, kayın ağaçlarının arasında gezinirdi. Wanderers Nachtlied burada tasarlanmıştı. We-imar’ın bütün aydın çevresi, Goethe’yle birlikte Ettersberg’in üstünde toplanıp, dinlenmeyi, temiz hava almayı severdi.” Weimar’daki yaşama bu pastoral yaklaşım, bizzat Goethe tarafından da onaylanmıştır. 26 Eylül 1826 tarihinde Eckermann’la yaptığı Konuşmalarımda.

, Ettersberg üzerinde yapılan bir gezintinin samimi anlatımına rastlayabiliriz. J. Chuzeville’in çevirisinden hareketle, sadık ancak gösterişsiz çevrim yazıcı Eckermann’a kulak verelim. “Goethe bu sabah beni Etter Dağı’nın batı zirvesi olan Hot-telstedt Tepesi’ne, oradan da Ettersberg av köşküne doğru bir araba gezintisine davet etti. Hava çok güzel ve sıcaktı, sabah erken saatte Saint-Jacques kapısından yola çıktık… Şimdi tepeye varmıştık ve hızla ilerliyorduk. Sağ tarafimızda meşeler, kayınlar ve daha başka yapraklı ağaçlar vardı. Weimar arkamızda gözden kaybolmuştu… “‘Burası iyi,’ diyerek arabayı durdurdu, Goethe. ‘Bu temiz havada kahvaltı etmek nasıl olacak bakalım.'” “Arabadan inip, birkaç dakika boyunca sayısız fırtınadan eğ-rilmiş, cılız meşelerin arasında, sert toprağın üzerinde boydan boya yürüdük. Bu sırada Frederic kahvaltıyı bayırın çimleri üze-10 rine yaymaktaydı. Bu noktadan manzara, güz güneşinin sabah aydınlığında gerçekten de göz alıcıydı. “Sırtımızı meşelere vererek oturduk ve böylece yemeğimizi yerken Thuringe’nin yansını içine alan sonsuz manzara gözümüzün önünde kaldı. Bir çift kızarmış keklik ve beyaz ekmek yiyip, bir şişe çok kaliteli şarap içtik. Goethe’nin bu tip gezintilerde yanında taşımayı alışkanlık edindiği kırmızı deri kılıf içinde, altından, güzel bir katlanabilir kadehi vardı… ” Ancak bütün bu soylu anıların inceliğine rağmen Weimar, Goethe’nin zamanında beş-altı bin kişilik küçük bir kasabadan başka bir yer değildi. Hayvanlar çamurlu sokaklarda salınıyordu.

En bilgili yazarların anlattıklarına göre şehirde, doğru dürüst yol yoktu. Sokaklarda yürürken insanın düşüp kemiklerini kırması işten bile değildi. Beş yıl sonra, 1779’da Dük Charles-Auguste tarafından danışman ve Savaş ve Köprüler-Yollar bakanlıklarının yöneticisi olarak atanan Goethe, kentin durumunu düzeltmeye çabaladı. Ancak gelişmenin fazla hızlı olmadığı anlaşılıyor. Stendhal, Rusya’ya imparatoru ziyarete giderken bu bölgeden geçtiği sırada kız kardeşi Pauline’e yazdığı 27 Temmuz 1812 tarihli bir mektupta, Thuringe yolu üzerinde atlı yolculuğunu yavaşlatan “Alman yavaşlığı”ndan şikâyet ediyor. Manzaranın Stendhal’i, Go-ethe ve Eckermann’ı büyülediği ölçüde etkilemediği anlaşılıyor. Pauline’e şöyle yazmış: “Weimar’da sanatı seven bir prensin varlığı hissediliyor. Ancak tıpkı Gotha’daki gibi burada da doğa hiçbir şey yapmamış. Burada doğa Paris’teki kadar yavan.” Ne olursa olsun, bazı aydın kişiler buna pek katılmasalar da, doğal güzellikler açısından Weimar’in hiç de kötü bir şöhreti yoktu. 1919’da Hohenzollernlerin düşüşünden sonra Weimar Cum-huriyeti’ni kuracak olan ulusal meclis de burada toplanmıştı. Bir öykünün, karşılıklı olarak birbirini etkileyen, aralarında karanlık bağlar olan bir olaylar dizisi ya da silsilesinin gerçek 11 başlangıcını kesin olarak belirlemek çok güç, hatta bazen olanaksızdır. Özellikle de bu olaylar ilk bakışta ilgisiz, hatta olasılık dışı görünüyor, daha sonra sıkıca birbirine bağlanıyor ve en sonunda kesinliğin parlaklığını -ne kadar yanıltıcı da olsa- kazanacak derecede belirgin bir tutarlılığa ulaşıyorsa. Ancak bizim durumumuzda 3 Haziran 1936 tarihi kesin gibi gözüküyor. Tam o gün, toplama kampları genel müfettişi ve müfrezeler şefi SS Totenkopf, Theodor Eicke, Berlin’de, Wilhelmstrasse’de-ki bürosunda, soyadının baş harfi olan tek bir büyük E ile imzaladığı GĐZLĐ mührü taşıyan resmi duyuru aracılığıyla gelişecek olan hikâyeyi başlatmıştı.

Bir bakalım. Theodor Eicke şöyle yazıyor: “Reichsführer SS Himler Lich-tenburg (Prusya) toplama kampının Thuringe’ye taşınmasına onay vermiştir. Bu nedenle söz konusu bölgede uygun bir alan bulunarak üç bin tutuklu için bir kamp inşa edilecek ve çevresi de Đkinci Bölük SS Totenkopf kışlalarıyla sarılacaktır. Operasyonun maliyeti bir milyon iki yüz bin mark olarak belirlenmiştir.” 3 Haziran 1936 tarihli bu gizli belge, uzun süredir Thurin-ge’in Gauleiter’si olan Fritz Sauckel’e gönderilmişti. Sauckel 1942’de Reich’ın ve işgal edilen bölgelerin çalışma bakanı oldu ve çeşitli adlar altında milyonlarca işçinin Almanya’ya getirtil-mesini organize etmekle sorumlu tutuldu. Bu sorumluluk nedeniyle de 1946’da Nuremberg mahkemesi tarafından yargılandı ve ölüme mahkûm edilerek asıldı. Mektubu imzalayan Theodor Eicke ise ancak iki yıl önce Brigadeführer olmuştu. Stadelheim hapishanesinin 474 numaralı hücresine, SA şefi Ernst Röhm’ün kapaDĐdığı yere girmişti. Güvenilir kaynakların belirttiğine göre hava sıcaktı ve Rohm hücresinde üstü çıplak olarak oturuyordu. Avam Nazilerin şefi Ernst Röhm, Maliye Bakanlığı ve Genelkurmay’daki beyefendilerin takdirini kesin 12 olarak kazanmak isteyen Hitler’in kişisel emriyle Theodor Eicke tarafından öldürüldü. Daha sonra ise, 1943’te Eicke doğu cephesinde can verdi. Ama biz bütün bu ölümlerin anlatımımızı bölmesine izin vermeyelim. Bunlar bizi, 1936 yılındaki o haziran gününün nemli Berlin’ini hayal etmekten alıkoyamaz. Wilhelmatrasse’deki bürosunda oturmakta olan Theodor Eicke, bir sekreterin az önce önüne koyduğu, Fritz Sauckel’e gönderilecek mektubu gözden geçirdi.

Đlk sayfanın sağ üst köşesinde, tarihin ve diğer alışıldık bilgilerin (Berlin SW 68, den 3 Juni 1936, Wilhelmstr. 98/IV) hemen altında, parantez içinde GEHEIMyazılmışa. Daha önce de söylediğimiz gibi: “Gizli” Theodor Eicke kalemini eline aldı ve mektubun alt tarafına, Heil Hitler! ibaresi ile kendi unvanlarının (Der Inspekteur der Konz. – Lager u. Führer der SS-Totenkopfrerbande, SS-Gruppen-führer) hemen altına büyük harfle, soyadının baş harfini yerleştirdi: E. Sekreter daktiloda yazılmış sayfalan geri aldı ve özel idari postanın kırmızı maroken dosyasına koydu. Gruppenfüh-rer’le birkaç kelime konuştuktan; havaların nasıl gittiği, birbirlerinin sağlığı ve Baltık kıyısındaki plajlarda yapmayı planladıkları tatil projeleri üzerine iki çift laf ettikten sonra bürodan ayrıldı. Böyle hayal edebiliriz. Her ne olursa olsun bu mektubun yazılıp postaya verildiği o gün, Leon Blum’ün böyle bir mektubun varlığından haberdar olması bile olanaksızdı. Hele bu mektubun, onun kaderi üzerinde nasıl bir etki yapacağını hiç bilemezdi. 31 Mayıs’ta toplumsal çatışmaya ve CGT’nin ortamı sakinleştirmek yönündeki çabalarına karşın giderek artan fabrika işgallerine bir çözüm bulmak amacıyla çalışma bakanı Ludovic-Oscar Frossard -Komünist Parti’nin Tours kongresinden sonra göreve gelen eski sekreteriydi ve aynı zamanda Zinoviev ve Troçki’nin yazılannda olduğu gibi, Humbert Droz’un anıları ve 13 raporlannda da fazla övgüyle sözü edilmeyen merkezci akımın yöneticiliğini yapmış ve Dördüncü Komintern Kongresi’ni takiben Fransız Komünist Partisi’nden (FKP) istifa ettikten sonra 1935 Haziranı ile 1936 Haziranı arasında Laval ve Sarraut kabinelerinde çalışma bakanı olmuştu- tarafından, toplanmış olan işveren ve işçi sendikaları karma konferansı, 3 Haziran 1936 günü görüşmelerin başarısızlığıyla sona ermişti. Bu durumda 4 Haziran Perşembe günü Leon Blum, bakanlığını başkan Lebrun’e sundu. “Eski bakanlık,” dedi Lebrun Blum’e, “durumu öyle vahim görüyor ki görevi devralmanız için yarını bile beklememenizi istiyor. Sizden bu akşam saat dokuz itibariyle Đçişleri ve Çalışma bakanlıklarının başına geçmenizi rica ediyor.” Leon Blum bu ricayı yerine getirdi ve aynı akşam içinde bir gün önce sol delegasyonunda yaptığı konuşmada, “Đşçi teşkilatlarını yönlendirmekle görevli olanlar üstlerine düşeni yapmalıdırlar.

Bu adaletsiz kargaşaya bir son vermek için acele etmelidirler. Bana göre seçim düzen ile anarşi arasındadır. Kim ne derse desin benim yolum düzeni korumaktan geçecektir,” demiş olan Roger Salengro içişleri bakanlığında ve Jean Le-bas da çalışma bakanlığında görevlere getirildiler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir