Kazuo Ishiguro – Gomulu Dev

Sonraki dönemlerde İngiltere deyince akla gelen kıvrımlı toprak yollara, sakin çayırlara o zamanlar rastlamanız zordu. Issız, işlenmemiş topraklar kilometreler boyunca uzanır, yer yer sarp tepeleri ya da çıplak bozkırları aşan engebeli patikalara rastlanırdı. Romalılardan kalma yolların çoğu artık parçalanmış, kimini ot bürümüştü, kırlardan ayırt edilmez olmuşlardı. Irmaklarla bataklıkların üzeri, bu topraklarda hâlâ varlığını sürdüren yamyam devlerin ekmeğine yağ süren dondurucu sislerle kaplıydı. Yakında yaşayan insanlar –hangi çaresizlik sonucu böylesine kasvetli bölgelere yerleşmişlerdi kim bilir– çarpık bedenleri sislerin arasında belirmeden çok önce kesik kesik nefesleri işitilen bu yaratıklardan korksalar yeriydi. Ama bu tür canavarlar şaşkınlığa yol açmazdı. O zamanın insanları için gündelik tehlikelerdendiler; bu insanların dertlenecekleri o kadar çok şey vardı ki. Sert topraktan besin çıkarmak, yakacak odun bulmak, bir günde on domuzu öldürebilen, çocukların yanaklarında yeşil döküntülere sebep olan hastalıkla baş etmek. Zaten yamyam devler kışkırtılmadıkları sürece pek de feci sayılmazlardı. Durumu kabullenmek gerekiyordu: Ara sıra, belki aralarında çıkan anlaşılmaz bir kavganın ardından, devlerden biri öfkeden köpürerek, yalpalaya yalpalaya köyün birine girer, haykırışlara, savrulan silahlara rağmen, yolundan vaktinde çekilmeyen herkesi ezip geçerdi. Yine ara sıra, yamyam devlerden biri bir çocuğu kapıp sislere karışırdı. O zamanın insanları bu tür zulümleri sineye çekmek zorundaydılar. Bu bölgelerden birinde, sivri tepelerin gölgesindeki çok geniş bir bataklığın kıyısında Axl’la Beatrice adında yaşlı bir karı koca yaşıyordu. Belki isimleri biraz farklıydı veya başka isimleri de vardı, ama biz kolaylık olsun diye onları böyle adlandıracağız. Münzevi hayatı yaşadıklarını söyleyebilirdim, ama o zamanlar bizim anladığımız manada “inziva”da yaşayan pek az kişi vardı. Köylüler ısınma ve korunma amacıyla çoğu yamaçların derinliklerine oyulmuş, birbirine yeraltı dehlizleri ve kapalı geçitlerle bağlanan barınaklarda yaşarlardı. Bizim yaşlı karı koca da aşağı yukarı altmış köylüyle birlikte bu düzensiz kovanlardan birinde yaşıyordu –“bina” kelimesi yaşadıkları yere kıyasla aşırı görkemli kalır. Kovandan çıkıp dağın eteği boyunca yirmi dakika yürüdüğünüzde, bir sonraki yerleşime varırdınız; sizin gözünüze bu da birincisinin tıpatıp aynısı gibi görünürdü. Ama sakinlerinin gözünde gurur duyacakları ya da utanacakları birçok farklı ayrıntısı olurdu. O günlerin Britanyasının bundan ibaret olduğu, dünyanın başka yerlerinde muhteşem uygarlıklar gelişirken bizim burada Demir Çağı’nda kalmış olduğumuz izlenimini uyandırmak istemem. Kırlarda keyfinizce dolaşabilseniz, müziğin, leziz yiyeceklerin, bedensel gücün kuvvetin eksik olmadığı şatolar, sakinleri kendilerini tahsile adamış manastırlar keşfedebilirdiniz pekâlâ. Ama şurası da bir gerçek ki, güzel havada, sağlam bir atın üzerinde bile, günler boyu yeşilliklerin arasında yükselen tek bir şato ya da manastır görmeden yol alabilirdiniz. Genellikle tasvir ettiğim türden topluluklara rastlardınız; yanınızda armağan edebileceğiniz yiyecekler ya da giysiler yoksa, göz korkutacak şekilde silahlanmış da değilseniz buralarda pek hoş karşılanmayabilirdiniz. Memleketimizin o zamanlardaki durumuyla ilgili böyle bir tablo çizmekten hoşnut değilim, ama yapacak bir şey yok. Axl’la Beatrice’e dönecek olursak, dediğim gibi yaşlı karı koca kovanın dış kenarına yakın oturuyordu, barınakları hava şartlarına karşı diğerleri kadar korunaklı değildi, geceleri herkesin toplandığı Büyük Oda’da yanan ateşten ise hiç yararlanamıyorlardı. Belki ateşe daha yakın yaşadıkları bir zaman, çocuklarıyla birlikte yaşadıkları bir zaman olmuştu. Şafaktan önceki amaçsız saatlerde, derin uykudaki karısının yanında, yatağında yatarken Axl’ın zihnine düşen de bu olurdu; o zaman adını koyamadığı bir kaybetmişlik duygusu içini kemirir, tekrar uyumasını engellerdi. Belki bu nedenle, Axl o sabah yataktan temelli çıktı, sessizce dışarı süzülüp kovanın girişindeki bel vermiş eski banka oturdu ve güneşin ilk ışıklarını bekledi. Bahar gelmişti, ama dışarı çıkarken Beatrice’in harmanisine sarınmış olduğu halde soğuk içine işliyordu. Buna rağmen düşüncelerine öyle dalmıştı ki, ne kadar üşüdüğünü fark ettiğinde yıldızların hepsi sönüp gitmişti, ufka bir ışıltı yayılmakta, alacakaranlığın içinden ilk kuş ötüşleri duyulmaktaydı. Axl dışarıda bu kadar uzun kaldığına hayıflanarak ağır ağır ayağa kalktı. Sağlığı yerindeydi, ama son ateşli hastalığı atlatması epey uzun sürmüştü, nüksetmesini istemiyordu. Bacaklarında rutubeti hissediyordu, yine de içeriye dönerken memnundu; çünkü o sabah nicedir hatırlayamadığı birçok şeyi hatırlamayı başarmıştı. Ayrıca önemli bir kararın –fazlasıyla uzun süredir ertelenmiş bir kararın– arifesinde olduğunu da seziyor ve içindeki heyecanı karısıyla paylaşmak için sabırsızlanıyordu. İçeride kovanın dehlizleri hâlâ zifiri karanlıktı, kendi odasının kapısına kadar olan kısa mesafeyi el yordamıyla ilerleyerek katetti mecburen. Kovanın içindeki “kapı”ların çoğu, odaların eşiğini oluşturan basit kemerlerden ibaretti. Köylüler bu açık düzeni özel hayatı kısıtlamaktan ziyade yanan büyük ateşle kovanda izin verilen daha küçük ateşlerin sıcaklığının geçitlerden odalara bir miktar da olsa ulaşmasını sağlayan bir şey olarak görüyorlardı muhtemelen. Ancak ateşlerin hepsinden fazlasıyla uzak olan Axl’la Beatrice’in odası, bizim kapı olarak tanımlayabileceğimiz bir düzeneğe sahipti; iri bir ahşap çerçeveye çapraz yerleştirilmiş küçük dallar, sarmaşıklar ve devedikenlerinden oluşan kapı odaya girip çıkarken her defasında kaldırılıp yana çekilmesi gerekse de, ayazı kesiyordu. Axl’a kalsa bu kapıdan seve seve vazgeçerdi, ama kapı zaman içinde Beatrice için hatırı sayılır bir gurur kaynağı olmuştu. Axl çoğu gün eve döndüğünde karısını düzeneğin çürümüş parçalarını çıkarıp yerine yeni topladığı dalları yerleştirirken buluyordu. O sabah Axl mümkün olduğunca az ses çıkarmaya özen göstererek, sadece geçmesine izin verecek kadar kenara çekti kapıyı. Şafağın ilk ışıkları dış duvardaki küçük çentiklerden odaya sızıyordu. Axl öne uzattığı elini ve ot şiltenin üzerinde, kalın battaniyelerle örtünmüş, hâlâ derin uykudaki Beatrice’in karaltısını belli belirsiz seçebiliyordu. Karısını uyandırmak geçti içinden. Çünkü şu anda karısı uyanık olsa, onunla konuşsa, kesin kararını vermesine mâni olan son engellerin de yıkılacağından emindi. Ama topluluğun uyanıp gündelik işlerine başlamasına daha vakit vardı; o da karısının harmanisine sıkı sıkı sarınmış halde odanın köşesindeki alçak tabureye oturdu. Merak ediyordu, acaba sis o sabah ne kadar kalın olacaktı; karanlık dağıldıkça sisin çatlaklardan odalarının içine kadar sızıp sızmadığını görebilecek miydi? Ama sonra zihni bu konulardan uzaklaşıp biraz önce meşgul olduğu meseleye döndü. Beatrice’le öteden beri hep böyle bir başlarına, topluluğun kıyısında mı yaşamışlardı? Yoksa bir zamanlar her şey çok mu farklıydı? Biraz önce, dışarıdayken, bölük pörçük bir anı canlanmıştı zihninde: Kovanın ortasındaki uzun geçitte, kolu öz çocuklarından birini sarmış, şimdiki gibi yaşlılıktan ötürü değil de, loş ışıkta kafasını kirişlere çarpmamak için hafifçe kamburunu çıkararak yürüdüğü, sıradan bir an. Herhalde çocuk onunla konuşuyor, komik bir şey söylüyordu ki, ikisi de gülüyorlardı. Ama tıpkı daha önce dışarıda olduğu gibi şimdi de zihninde hiçbir şey tam yerine oturmuyordu; yoğunlaşmaya çalıştıkça anının parçaları silikleşiyordu sanki. Belki de bunlar ahmak bir ihtiyarın hayallerinden ibaretti. Belki de Tanrı onlara hiç çocuk bahşetmemişti. Axl’ın niçin geçmişi hatırlamak için öteki köylülerden yardım istemediğini merak ediyor olabilirsiniz; ama bu zannettiğiniz kadar kolay değildi. Çünkü bu toplulukta geçmiş nadiren konuşulurdu. Tabu olduğundan değil. Burada geçmiş, bataklıkların üzerinde asılı duran kadar koyu bir sise gömülmüştü bir sebeple. Bu köylülerin aklından geçmişi, yakın geçmişi bile düşünmek geçmezdi. Mesela bir süredir Axl’ın kafasını kurcalayan bir şey vardı: Bir süre öncesine kadar, aralarında uzun kızıl saçlı bir kadın olduğundan emindi, köy için vazgeçilmez sayılan bir kadın. Ne zaman biri yaralanacak ya da hastalanacak olsa, derhal şifa yeteneği olan bu kızıl saçlı kadın çağrılırdı. Oysa şimdi söz konusu kadın kayıplara karışmıştı, ne olduğunu kimse merak etmiyor, hatta yokluğuna hayıflanmıyordu. Bir sabah Axl tarlayı kaplayan buzları üç komşusuyla birlikte kırarken konuyu onlara açmıştı; neden söz ettiğini gerçekten anlamadıkları tepkilerinden belliydi. Hatta biri işine ara verip hatırlamaya çalışmış, sonra başını iki yana sallamıştı. “Çok uzun zaman önceydi herhalde,” demişti. Konuyu bir gece Beatrice’e açtığında o da, “Ben de öyle bir kadın hatırlamıyorum,” demişti. “Belki de sen kendi ihtiyaçlarından dolayı rüyanda gördün onu Axl, oysa yanında sırtı seninkinden daha dik bir karın var.” Bu konuşma önceki sonbaharda geçmişti, ikisi zifiri karanlıkta yatağın üzerine yan yana uzanmış, barınağın duvarlarına çarpan yağmurun sesini dinliyorlardı. “Doğru, yıllar geçtiği halde, neredeyse hiç yaşlanmadın prensesim,” demişti Axl. “Ama o kadın rüya falan değildi, sen de bir an durup düşünsen hatırlarsın. Daha bir ay önce kapımıza gelip bir şeye ihtiyacımız var mı diye sormuştu, yardımsever bir kadın. Hatırlarsın mutlaka.” “Peki ama ihtiyacımızı karşılamayı neden istiyordu ki? Akrabamız mıydı?” “Akrabamız olduğunu sanmıyorum prensesim. İyi yürekliliğinden soruyordu. Hatırlarsın mutlaka. Sık sık kapımıza gelir, üşüyor muyuz, aç mıyız diye sorardı.” “Benim merak ettiğim şu, Axl, yardım etmek için bizi seçmek üstüne vazife miydi?” “O sırada ben de merak etmiştim prensesim. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Bu kadının işi hastalara bakmak, oysa ikimiz de köydeki en sağlıklı insanlar arasında sayılırız. Acaba veba salgınından söz ediliyor da yoklamaya mı geldi? Ama sonra ortalıkta veba olmadığı, kadının sadece yardım etmek istediği anlaşıldı. Bak şimdi, konuşunca bir şey daha hatırladım. Kapıda durmuş, çocuklar alay ettiğinde aldırmayın demişti. O kadar. Bir daha da yüzünü görmedik.” “Axl, bu kızıl saçlı kadın hem senin kafanın ürettiği bir rüya, hem de birkaç çocuğu, onların oyunlarını dert ettiğine göre ahmağın teki.” “Ben de o sırada aynen böyle düşünmüştüm prensesim. Çocukların bize ne zararı dokunabilir, dışarıda hava kötüyken böyle oyalanıyorlar işte. Hiç aldırmadığımızı söylemiştim ona, ama kadının niyeti iyiydi. Sonra hatırlıyorum, gecelerimizi mumsuz geçirmemize üzüldüğünü söylemişti.” “Bu şahıs mumsuz oluşumuza üzüldüyse,” demişti Beatrice, “en azından bir konuda haklıymış. Böyle gecelerde bize bir mumu yasaklamaları hakaret sayılır, ellerimiz hiç titremiyor ki. Oysa kimilerinin odalarında mumu var, ama her gece elma şarabıyla kendilerinden geçiyorlar ya da çocukları ortalıkta deliler gibi koşturuyor. Fakat onlarınkini değil, bizim mumumuzu aldılar; yanı başımda olduğun halde seni zor görüyorum, Axl.” “Niyet hakaret değil prensesim. Bu işler öteden beri böyle gitmiş, hepsi bu.” “Aslında mumu elimizden almalarının tuhaf olduğunu düşünen bir tek rüyandaki kadın değil. Dün müydü, evvelsi gün mü, ırmaktaydım, kadınların yanından geçerken kulağımla duydum; onlar duyduğumu fark etmediler, bizim gibi namuslu bir karı kocanın her gece karanlıkta oturmak zorunda olması ne yazık diyorlardı. Yani öyle düşünen bir tek senin rüyandaki kadın değil.” “Prensesim, sana söyledim, rüya filan değil bu kadın. Burada herkes bir ay önce onu tanır, methederdi. Sen de dahil herkese kadının varlığını bile unutturan ne olabilir?” Aralarında geçen bu konuşmayı Axl o bahar sabahı hatırladığında, kızıl saçlı kadın konusunda yanılmış olabileceğini düşündü. Ne de olsa yaşlanıyordu, ara sıra kafası karışabilirdi. Ne var ki kızıl saçlı kadın örneği, peş peşe yaşanan çok sayıda benzer olaydan sadece biriydi. Zihnini ne kadar zorlarsa zorlasın, şu anda pek fazla örnek gelmiyordu aklına, ama çok sayıda örnek olduğu kesindi. Marta olayı vardı mesela. Marta öteden beri korkusuzluğuyla tanınan, dokuz on yaşlarında bir kızdı. Başıboş gezen çocukların başına gelebileceklere dair onca tüyler ürpertici hikâye Marta’nın macera hevesini kaçırmıyordu anlaşılan. Bir akşam, karanlığın çökmesine bir saatten az zaman kalmışken, sis basar, tepenin yamacında kurtların uluması işitilirken Marta’nın kayıp olduğu haberi yayılınca herkes korkuya kapılıp işini gücünü bıraktı. Kısa bir süre boyunca insanlar kovanın dört bir yanında ismini haykırdı, geçitlerde koşuşturanların ayak sesleri yankılandı, köylüler tek tek her yatak odasını, depo kovuklarını, çatı kirişlerinin altındaki boşlukları, bir çocuğun oyun oynarken saklanabileceği her yeri aradılar. Sonra, bu paniğin ortasında, tepelerdeki vardiyalarından dönen iki çoban Büyük Oda’ya gelerek ısınmak üzere ateşin başına geçti. Isınırlarken biri, önceki gün bir çalı kartalının tepelerinde bir, iki, üç kez döndüğünü söyledi. Kesinlikle emin olduğunu söyledi, gördükleri bir çalı kartalıydı. Haber kovanda hızla yayıldı ve az sonra, çobanların anlatacaklarını dinlemek isteyen kalabalık bir grup ateşin çevresine toplandı. Hatta Axl bile koşa koşa gidip onlara katıldı, çünkü onların memleketinde bir çalı kartalı görmek gerçekten önemli bir haberdi. Çalı kartallarına atfedilen çeşitli marifetlerden biri de kurtları korkutup kaçırmalarıydı; ülkenin bazı yerlerinde bu kuşlar sayesinde kurtların tamamen yok olduğu söyleniyordu. Başta çobanlar heyecan içinde sorguya çekildi, hikâye tekrar tekrar anlattırıldı. Sonra dinleyenler giderek şüpheye kapıldılar. Biri, bu iddiayı daha önce de pek çok kez duyduklarını söyledi, her defasında da boş çıkmıştı. Bir başkası, yine bu iki çobanın daha geçen bahar aynı hikâyeyi anlattıklarını, ama kuşların bir daha görülmediklerini belirtti. Çobanlar kızarak daha önce böyle bir şey anlattıklarını inkâr ettiler; kalabalık kısa sürede ikiye bölündü, kimileri çobanların tarafını tutuyor, kimileri de geçen yılki olayı iyi kötü hatırladıklarını ileri sürüyordu. Kavga kızıştıkça, ortada bir tuhaflık olduğu hissi bir kez daha Axl’ın içini kemirmeye başladı; bağırış çağırıştan, itiş kakıştan uzaklaşıp dışarı çıktı ve kararmakta olan gökyüzüne, toprağın üzerinde yuvarlanır gibi ilerleyen sise baktı. Bir süre sonra zihninde beliren parçalar birleşmeye başladı: Marta’nın kayboluşu, içinde bulunduğu tehlike, daha birkaç dakika önce herkesin onu arayışı. Ama hatırladıkları daha şimdiden bulanmaktaydı, tıpkı rüyaların uyanır uyanmaz saniyeler içinde bulanıklaşması gibi; insanlar içeride çalı kartalını tartışmaya devam ederken Axl küçük Marta’nın zihninden silinip gitmemesi için, ona yoğunlaşabilmek için müthiş bir çaba harcadı. Sonra, orada öylece dururken kendi kendine şarkı söyleyen küçük bir kızın sesini duydu ve sislerin arasından çıkıp gelen Marta’yı gördü. “Sen ne tuhaf çocuksun,” dedi Axl, sekerek yanına gelen Marta’ya. “Karanlıktan korkmuyor musun? Kutlardan, yamyam devlerden korkmuyor musun?” “Aa, korkmaz mıyım hiç beyim,” dedi Marta gülümseyerek. “Ama onlardan saklanmayı biliyorum. Annemle babam beni aramıyordur umarım. Geçen hafta öyle bir dayak yedim ki.” “Aramaz olurlar mı hiç? Arıyorlar tabii. Bütün köy seni aramıyor da kimi arıyor? Şu içeriden gelen uğultuyu duyuyor musun? Hepsi senin yüzünden evladım.” Marta güldü. “Yapmayın beyim, ne olur!” dedi. “Merak etmediklerini biliyorum. O bağırış çağırış da benimle ilgili değil, duyuyorum.” Kız bunu söyleyince, Axl olayı hatırladı; içeridekiler Marta’yı değil, bambaşka bir konuyu tartışıyordu. Daha iyi duyabilmek için kapının eşiğine doğru uzandı, yükselmiş seslerin arasından duyduğu tek tük laflar sayesinde çobanlarla çalı kartalını hatırladı. Acaba bu konuda Marta’ya bir açıklama yapsa mı diye düşünürken çocuk ansızın sekerek yanından ayrılıp içeri girdi. Axl çocuğun ortaya çıkışının yaratacağı rahatlamaya ve sevince şahit olmayı umarak onun peşinden içeri girdi. İşin doğrusu, kızla birlikte içeri girerse sağ salim dönüşünden kendisine pay çıkarılacağı da geçmişti aklından. Ama Büyük Oda’ya girdiklerinde köylüler hâlâ çoban kavgasıyla meşgul olduğundan ancak birkaçı dönüp onlara baktı. Gerçi annesi kalabalıktan uzaklaşıp Marta’nın yanına geldi, ama, “Geldin demek! Sakın ortadan kaybolma bir daha! Kaç kere söyleyeceğim!” der demez tekrar ateşin çevresindeki hararetli tartışmalara dalıp gitti. Bunun üzerine Marta, “Ben dememiş miydim?” demek ister gibi Axl’a bakıp sırıttı ve arkadaşlarını aramak üzere gölgelerin arasına daldı. İçerisi epeyce aydınlanmıştı. Axl’la Beatrice’in odası kovanın kenarında olduğundan dışarı açılan küçük bir penceresi vardı, ama çok yüksekteydi, dışarıya bakmak için bir taburenin üstüne çıkmak gerekiyordu. Pencere şu anda bezle örtülü olduğu halde güneşin ilk ışınları bir köşeden içeri sızmış, Beatrice’in uyuduğu yeri aydınlatıyordu. Axl karısının başının hemen üzerinde, bu güneş ışınına yakalanmış, havada asılı gibi görünen, böceğe benzer bir şey fark etti. Sonra bunun görünmez ipinden sarkan bir örümcek olduğunu anladı; o bakarken örümcek sessizce alçalmaya başladı. Axl sessizce yerinden kalkarak küçük odanın karşı tarafına yürüdü ve elini uyuyan karısının üzerindeki havada gezdirerek örümceği avucuna hapsetti. Sonra bir an durup karısına baktı. Uykudaki yüzünde, artık uyanıkken nadiren gördüğü bir huzur vardı; bu görüntünün içinde yarattığı ani mutluluk dalgası Axl’ı şaşırttı. O zaman kararını vermiş olduğunu anladı ve Beatrice’i uyandırmak istedi tekrar, sırf bu haberi ona vermek için. Ama bunun ne kadar bencilce bir davranış olacağını anladı –ayrıca, vereceği tepkiden nasıl bu kadar emin olabiliyordu? Sonunda sessizce taburesine döndü; tekrar otururken örümceği hatırladı ve elini usulca açtı. Daha önce dışarıdaki bankta oturmuş güneşin ilk ışınlarını beklerken, yolculuk fikrini Beatrice’le ilk nasıl konuştuklarını hatırlamaya çalışmıştı. O sırada, bir gece bu odada yaptıkları bir konuşma gelir gibi olmuştu aklına, ama şimdi örümceğin elinin kenarında koşup sonra toprak zemine inişini izlerken, konunun ilk kez ne zaman açıldığını kesin olarak hatırladı: Kara paçavralar içindeki yabancının köye uğradığı gündü. Bulutlu bir sabahtı –geçen Kasım ayı falandı, o kadar olmuş muydu?– Axl ırmak kenarında, söğüt ağaçlarının arasındaki bir patikada hızlı hızlı yürüyordu. Acelesi vardı, tarlalardan kovana dönüyordu, belki bir alet, belki de ustabaşından talimat almak için. Her neyse, sağındaki çalılıkların ötesinden ansızın yükselen sesleri duyunca durdu. Aklına ilk gelen yamyam devler oldu, hemen bir taş ya da sopa bulmak için etrafına bakındı. Sonra, öfkeli ve heyecanlı olmakla birlikte, seslerde (hepsi kadın sesiydi) yamyam dev saldırılarındaki gibi bir panik olmadığını fark etti. Buna rağmen kararlı adımlarla ardıçların oluşturduğu çiti yarıp geçti ve tökezleyerek bir açıklığa çıktı; karşısında birbirlerine sokulmuş duran beş kadın vardı –hayatlarının baharında olmamakla birlikte henüz çocuk doğurabilecek yaştaydılar. Sırtları Axl’a dönük, uzaktaki bir şeye bağırıp duruyorlardı. Yanlarına varmak üzereyken kadınlardan Axl’ı fark edip irkildi, ama sonra ötekiler dönüp adeta aşağılayarak ona baktılar. “Bak sen şu işe,” dedi biri. “Tesadüf mü, başka şey mi bilmem. Ama kocası burada, belki o aklını başına getirir.” Axl’ı ilk gören kadın, “Karına gitme dedik ama dinlemedi,” dedi. “Yabancıya yemek götüreceğim diye tutturdu, halbuki kadın büyük ihtimal kılık değiştirmiş bir iblis ya da cin.” “Karım tehlikede mi? Hanımlar, lütfen anlatın, ne oldu?” “Sabahtan beri etrafımızda tuhaf bir kadın dolaşıyor,” dedi bir başkası. “Saçı açık, belinde, üstünde kara paçavralardan bir harmani. Sakson olduğunu söyledi, ama kıyafeti daha önce gördüğümüz Saksonlarınkilere benzemiyor. Irmak kıyısında çamaşır yıkarken arkamızdan sokulmaya kalktı, zamanında fark edip kovduk. Ama ne kadar kovsak tekrar geliyordu, büyük bir üzüntüsü varmış gibi; bir de durup durup yemek dileniyordu. Bu arada büyüsünü doğru karına yöneltiyordu bizce beyim; çünkü bundan önce iki kere Beatrice’i kollarından tutup engelledik, ille iblise gitmek istiyordu. Bu sefer boğuşarak bizden kurtuldu, koca diken çalısının oraya çıktı, iblis orada oturmuş onu bekliyor. Elimizden geldiğince tutmaya çalıştık beyim, ama iblisin gücü içine geçmiş bile herhalde; karın kadar ince kemikli, yaşlı bir kadında olmayacak bir kuvveti var çünkü.” “Koca diken çalısı…” “Yola çıkalı bir iki dakika oldu daha beyim. Ama o kadının iblis olduğu kesin, peşinden gidersen dikkat et, tökezleme, zehirli devedikenlerine takılma, asla iyileşmez çünkü.” Axl kadınlara kızgınlığını göstermemeye çalışarak kibarca, “Eksik olmayın hanımlar,” dedi. “Ben gidip karımı yoklayayım. İzninizle.” Bizim köylüler hem kovandan kısa bir yürüyüşle varılan burundaki tepenin yamacında kayadan fışkırmış gibi görünen akdiken çalısının kendisine, hem de yörenin manzara noktalarından birine “koca diken çalısı” derlerdi. Güneşli günlerde, rüzgâr çok sert esmedikçe hoşça vakit geçirilecek bir yerdi. Tepeden bakınca suya inen bayır, ırmağın kıvrımı ve ötesindeki bataklıklar görünürdü. Pazar günleri çocuklar genellikle yamru yumru köklerin etrafında oyun oynar, bazen burnun ucundan atlamak için kışkırtırlardı birbirlerini; aslında burnun yumuşak bir eğimi vardı, çocuklar çimenlik yamaçtan incinmeden fıçı misali aşağı yuvarlanabilirdi. Ama hem yetişkinlerin hem de çocukların çeşitli işlerle meşgul olduğu böyle bir sabah vakti burunda kimse olmazdı; dolayısıyla sisin içinde yamacı tırmanan Axl iki kadının yalnız olduğunu görünce şaşırmadı; karaltıları beyaz gökyüzüne çizilmiş gibi görünüyordu. Sırtını kayaya dayamış oturan yabancı kadın gerçekten de tuhaf giyimliydi. Harmanisi, en azından uzakları bakınca birleştirilmiş küçücük kumaş parçalarından ibaret gibi görünüyor, rüzgârda savruluyor, kadını havalanmak üzere olan koca bir kuş gibi gösteriyordu. Onun yanında – hâlâ ayakta, ama başını kadına eğmiş olan– Beatrice pek cılız ve çelimsiz görünüyordu. İkisi hararetli bir konuşmaya dalmışlardı, ama aşağıda Axl’ı görünce susup gözlerini ona diktiler. Sonra Beatrice burnun ucuna yürüyüp aşağıya seslendi: “Olduğun yerde kal kocam, daha fazla ilerleme! Ben gelirim yanına. Buraya tırmanıp şu zavallı kadının huzurunu bozma; nihayet ayaklarını uzatıp dinlenecek azıcık, dünkü ekmekten yiyecek biraz.” Axl karısının dediğini yapıp bekledi ve çok geçmeden Beatrice’in tarlanın ortasından geçen patikadan aşağı, onun olduğu yere doğru yürüdüğünü gördü. Beatrice doğrudan yanına gelip, herhalde rüzgâr sesini yabancıya taşır korkusuyla alçak sesle konuştu: “O salak kadınlar seni peşime mi gönderdi kocam? Ben onların yaşındayken, yanlış hatırlamıyorsam, her şeyden korkanlar, saçma sapan şeylere inanıp her taşın lanetli, her sahipsiz kedinin kötü ruh olduğuna inananlar yaşlılardı. Ama şimdi yaşlandım, bakıyorum ki bu defa gençler boğulmuş bu inanışlara; Tanrı’nın her zaman yanımızda yürümeye söz vermiş olduğunu hiç duymamışlar sanki. Şu zavallı yabancıya bak, kendi gözünle gör, bitkin, tek başına, dört gündür ormanların, tarlaların arasında yürümüş, gittiği her köyden kovulmuş. Üstelik yürüdüğü yerler Hıristiyan ülkesi, ama iblis ya da cüzamlı yerine konulmuş, oysa teninde öyle bir işaret yok. Kocam, umarım şu zavallı kadına bulabildiğim bir lokma ekmeği vermeme, onu azıcık teselli etmeme engel olmaya gelmemişsindir buraya.” “Asla öyle bir şey söylemem prensesim, söylediklerinin doğru olduğunu gözümle görüyorum. Zaten henüz buraya varmadan da artık bir yabancıya yardım eli uzatamayışımıza hayıflanıyordum.” “Öyleyse işinin başına dön kocam, eminim yine çok yavaş çalışıyorsun diye şikâyet edecekler, çocuklar bizimle alay etmeye başlayacaklar tekrar.” “Bugüne kadar kimse benim yavaş çalıştığımı söylemedi ki prensesim. Kimden duydun bunu? Öyle bir şikâyet hiç kulağıma gelmedi, benden yirmi yaş genç olanlarla aynı yükü taşıyabiliyorum.” “Şaka ediyorum kocam. Doğrusun, kimse işinden şikâyetçi değil.” “Çocuklar bizimle alay ediyorsa ben hızlı ya da yavaş çalıştığım için değil, anne babaları aptallıktan, daha doğrusu sarhoşluktan onlara terbiye, saygı öğretmediği içindir.” “Sakin ol kocam. Şaka ediyorum dedim ya, bir daha da söylemem. Yabancı bana çok ilgimi çeken bir şey anlatıyordu, zamanı gelince senin de ilgini çekebilir. Ama önce sonuna kadar anlatması lazım; bu yüzden tekrar rica ediyorum, oyalanmayıp işinin başına dön, bırak ben de kadını dinleyeyim, elimden geldiğince teselli edeyim.” “Az önce sert konuştuysam özür dilerim prensesim.” Ama Beatrice sırtım dönmüş patikadan yukarı, akdiken çalısına ve harmanisi savrulan kadına doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Az sonra Axl alacaklarını almış tarlalara dönerken, karısının sabrını taşırma pahasına da olsa yolunu değiştirip tekrar koca diken çalısının oraya gitti. Çünkü aslında kadınların şüpheci güdülerini tıpkı karısı gibi küçümsemekle birlikte, yabancının tehlikeli olduğu fikrini zihninden tam olarak silememişti ve Beatrice’i onunla bıraktığından beri huzursuzdu. Bu yüzden karısını burunda tek başına, kayanın önünde gökyüzüne bakarken görünce rahatladı. Beatrice düşüncelere dalmış gibiydi; Axl sesleninceye kadar onu fark etmedi. Axl onun patikadan aşağı bir önceki seferden daha yavaş adımlarla inişini izlerken son zamanlarda yürüyüşünde bir değişiklik olduğunu düşündü bir kez daha. Tam topallıyor da denemezdi, ama sanki bir yerlerinde bir ağrısı vardı da, belli etmemeye çalışıyordu. Yaklaştığında tuhaf arkadaşının nerede olduğunu sorunca, Beatrice, “Yoluna gitti,” dedi sadece. “Gösterdiğin yakınlığa minnet duymuştur herhalde prensesim. Uzun uzun konuştunuz mu?” “Konuştuk, onun da anlatacakları çoktu.” “Seni huzursuz eden bir şeyler anlattığı belli prensesim. Kadınlar haklıydı belki, ona hiç bulaşmamak daha iyi olabilirdi.” “Beni huzursuz etmedi, Axl. Ama düşündürdü.” “Halin bir tuhaf. Uçup gitmeden önce sana büyü yapmadığından emin misin?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir